Aslında yeni değil, uzun zamandır aklımda ama, bugüne kadar olmadı işte. Geçtiğimiz hafta kutlanan “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” etkinliklerini görünce, “Artık zamanı geldi” diye düşünsem de, yine konuyu şekillendiremiyor, gerekli cesareti kendimde bulamıyordum.
Ne zaman ki, okumakta olduğum “Miletoslu Aspasya” kitabında;
“Göçmen olarak gelenlerin Miletos’u işgalleri sırasında kentin tüm erkekleri öldürülür. Geride kalan kadınlar göçmen erkeklerle evlenmek zorunda kalırlar. Kadınlar; kocalarının ve çocuklarının (oğullarının) öçlerini almak için yeni kocaları olan bu adamlarla aynı sofraya oturmamışlar ve onların adlarını asla söylememişlerdir” cümlesini gördüm, kafamda şimşekler çaktı.
Kulağımda, “Huuu” diye erkeğine seslenen kadınla, “Gızzzz” diye eşine bağıran erkeğin sesleri çınladı.
Gözümün önüne yer sofrasının etrafına oturmuş, ortadaki tasa kaşık sallayan erkeklerle, onların iki adım ötesinde kapıya yakın yerde ayakta bekleyen kadınlar geldi.
Biri Anadolu’nun bir ucunda, diğeri bir ucunda olsalar da, “Birbirlerine ne kadar çok benziyorlar” dedim.
Ağrıyan sırtımı sandalyenin arkalığına dayayıp, iki elimi kafamın arkasında birleştirirken, gözlerimi yumup doğduğum, büyüdüğüm topraklara gittim.
Analarının adlarıyla anılan aileleri gezindim koşar adım.
Alime’nin Omar’ın kapısının önünden aşağı doğru inerken, Ayşaabaların evin önünde Ramis amcayı gördüm. Leylagilin Halil amcayı sordu bana. “Sultan’ın Arif ve Gelin Ayşe’nin Rifat’la,Sümbül’ün Şaban’ın yanına gidiyorlardı” dedim.
Ümmü’nün Necati, Miyase’nin Mehmet, Düvegız’ın Ahmet, Zeliha’nın Ali, Saniye’nin Mevlüt,Çil Ayşa’nın Ahmet, geçtiler yanımızdan.
Güllanım’ın Hamdi dayı geldi yanımıza. Sakin, kısık sesiyle “Karagız’ın Necati dükkanında mı ki?” Diye sordu.
Duymayan kulağına eğilip, “Bilmiyorum, şu gelen Hare’nin Halit abiye soralım” diye basbas bağırsam da, o bastonuna basa basa “İki metre patiska alacağım” diye yürüdü gitti.
Ayşaaba’ların Ramis amcayla ayak üstü bir- iki laf ettikten sonra bana dönen Hare’nin Halit abi, “Eyyy Omarağagil’in Ömer efendi, sen büyükanan Uzun Hecer’i bilir misin?” diye sorarken koluma girip çarşıya getirdi beni.
Otobüs yazıhanesinin önüne geldiğimizde, “Lan Alime’nin Ayşa’nın oğlu, eşek garınlı Bamya, son arabadan bana yer ayır. Ne önden ne arkadan olsun. Ortalardan ve cam kenarından olsun” deyip, İrehmi’nin torunu Namık’ın eline tutuşturduğu çayı karıştırmaya başladı.
“Senin eben Hacer, anam gibi uzun boyluydu ama deden Omar ağa kısaydı, bizim de iyi komşularımızdı” diye bizi bana anlatacaktı ki, Ayşaabaların Kadir abi sözünü kesip, “Halit abi, bize annen Hare’yi anlatır mısın?” dedi.
İri gövdesini sandalyeye iyice yerleştirirken, çayından bir yudum alıp;
“Kocaman bir kadındı annem. En az 1.80’lik boyu, bakır rengi yanık yüzüyle tam bir Anadolu kadınıydı. Ardı arkası kesilmeyen savaş yıllarında, babam Çanakkale’den dönmeyip, iki oğluyla kala kalınca, evin erkeği de, kadını da o olmuş, belki de bu şartlar onu böyle yüzü gülmez bir kadın yapmıştı.
İri yapısı, güçlü kollarıyla, erkeklerin bile yapamadığı işleri yapmadaki becerisiyle tüm ilçenin aranan kadınıydı.
Tarlada ırgat olur, harmanda çeç savurmaya o çağrılırdı. Tarhana mı dökülecek? Dibek mi dövülecek? Hamur mu kesilecek? Akla ilk gelen annem olurdu.
Bağda, bahçede, tarlada, harmandaki işlerden sonra evlerdeki dene bulgur işleri de bitip,'düğün dernek' kurma zamanı geldiğinde iş yine ona düşer, şimdiki 'davetiye' lerin görevini üstlenir, kapı kapı gezerek düğün sahibi adına, davette bulunurdu.
Adı 'okuyucu' idi. Bu görevi sayesinde tüm kapıların ipini ayda bir iki kez çektiği olurdu.
Bu hizmetinin karşılığında da gittiği evlerin ekonomisine bağlı olarak, ya üç-beş kuruş para ya da mevsimine göre tarhana bulgur, çökelek peynir verilirdi. Evimiz bunlarla geçinir, bacamız bu sayede tüterdi.
Annem ne iş yaparsa yapsın, nereye giderse gitsin beni yanından ayırmazdı. Hem beni bırakacak kimsemiz yoktu, hem de çaldığı kapılarda kendisine sunulan yemeklerden benim de yememi isterdi. Ben de anamın eteğinden ayrılmaz, günlük dedikoduları ilk ağızlardan duyar, çocukluğumun sağlam belleğine yerleştirirdim.
Sadece biz değil, birçok aile bu durumdaydı. Nasıl olsundu ki, Kurtuluş Savaşında da, ondan önceki savaşlarda da her evden bir iki erkek ya Çanakkale’de, ya Balkanlar’da, ya da Sarıkamış’ta, Arabistan çöllerinde kalmıştı. Salgın hastalıklar kol geziyor, tabut taşımaktan insanların omuzları yara oluyordu. 'Kıran'ın vurmadığı ev kalmamıştı.
Allah’tan İsmet Paşa bu ülkeyi İkinci Dünya savaşına sokmadı. Evet, aç kaldık, zorluklar çektik ama bizden sonraki çocuklar babasız kalmadılar.” diye tatlı diliyle anlatıyor, arada bir de üç şeker attığı çayından yudumluyordu.
“Şimdi nasılsınız Halit abi, çoluk çocuğunuz ne yapıyorlar” diyordum ki, Bamya “Lan Hare’nin Halit, otobüs kalkıyor” diye bağırdı.
Bamya’nın bağırmasına da, koltuğuna oturmuş şoförün korna çalmasına da aldırmaz tavırlarla ağır ağır ayağa kalktı.
Bir taraftan “Hoşçakalın” demek için elini uzatırken, bir taraftan sorumuza yanıt veriyor; “Allah razı olsun bu Cumhuriyeti kuranlardan, ben polis oldum. Oğlum da doktor oldu. Rusya’dan çıkan dalgaların selam durduğu evinde, kavuna karpuza şeker ekip yiyor” derken, küçük çantası elinde, büyük gövdesiyle otobüsün basamaklarını çıkıyordu.
Gözlerimi açıp, ellerimi kafamın arkasından çektim. Masama eğilip, kitabı karıştırdım yeniden.
Miletoslu Aspasya ile Hare ve diğer kadınlarımızı düşündüm.
Aspasya önde, Hare arkada, kendilerine benzeyen milyonlarca Anadolu kadınının binlerce yıllık yaşanmışlıklarının peşinden gidiyorlardı.
* "GÜN DÖNDÜ YAZ BİTTİ" Kitabımdan.