Bizim Arasta (1)

Abone Ol
İyilikle – kötülükle yaşanmış bunca yıllar. Bir hayat alanının, sosyal ve ekonomik yapısında gizli kalmış anılar, çoğu zamanda gençliğin, o deli çağları geliyor, hep akıllara.

Anadolu bozkırının sert suyu gibidir ilimiz insanı da. Sıcak yaz günlerinde ferahlık verir bedene. Dost canlısı ve bir o kadar candandır kıymet bilene, dürüst olana. Kışın ayazında ise ürperti bırakır her beden de. Sanki korku salar kıymet bilmeyene, bir o kadar kalleşlik edene.

                          Kimi zaman boz bulanık akar sanki insan ruhu gibi hayat

Ömür bahçesi de su ile sulanıyor ya, her su ikram edişimizde büyüklerin Su gibi Aziz olasın demelerinden besbelli. Ömürler de su gibi gelip geçerler. Bazen masum ve usul akar debisi düşüktür hani. Bazen ise çağıldayarak sertçe fırtına gibidir adeta. Ne varsa önüne katar götürür yaşanmış bunca yılları.

Elli’li yıllar,tarihi yaşanmışlığın girdabında adeta, suyu sert insanı mert olan yıllar. Ancak İkinci Cihan Harbinin yaşandığı olumsuzluğun,yokluğun-kıtlığın gölgesinde, diken üstünde geçen bir zaman dilimi ve henüz gelişimini tamamlayamamış, bir o kadar sönük kent gibi mahzun ve kendi halinde olan ilimiz ÇANKIRI

Ticaret hayatın döndüğü yerler; Dilâverin kahvesi – Pirinç pazarı, İmaret havzası-Adliye binası   (Eski Hükümet Konağı) ve Buğday pazarı-Odun pazarı ve Muhlis Tepesi Sınırları içerisinde oluşan, esnaf ve sanatkârlardan teşekkül etmekteydi. Bugün henüz izlerine rastlayamadığımız; tiftikçiler, nalburlar, bıçakçılar, helvacılar, koşumcular, kunduracılar, yastıkçılar, semerciler, kalaycılar, bakırcılar ve demirciler, daha birçokları ise maziye gömülüp gittiler.

Muhlis tepesi O yıllarda, renkli ve Çarşamba Pazarı günleri ise kalabalıktı.Yakın köylerden gelip, ihtiyaçlarını, ürettiklerini satarak karşılamaya çalışanlar için Pazar büyük nimetti. 

Etrafta ve ara sokaklara bağlanmış Merkep, Katır ve üstlerinde itina ile kesilerek sarılmış odunları, ince bir şekilde kıyılmış, reçine kokan çıraları görmek sıradan bir şeydi.

    Başlarında kasketi olmayana rastlamak bir hayli zordu ya da hacı-hicaz takkesi de giyenler vardı.

Bellerindeki kuşaklar ise yaz-kış vazgeçilemeyecek kadar önemliydi. Elbette Muhlis tepesinin ayrı bir güzelliği oluyordu O yıllarda. Panayır yeri gibiydi sanki, hem de cıvıl cıvıl, ana-baba günü gibi, normal günlerde de orası Avara Tepesi olarak da bilinirdi. Aynı zamanda aylakların, iş umudu ile bekleştiği umut kapısı mekanlardı. Her bekleyiş yeni kadim dostluğuna götüren,ahbaplığın ilerlemesini sağlayan,yeni doğan güneş gibiydi.

Genelde odun kıran veya kesenler, inşaat işiyle uğraşan amele, kalfa ya da ustalara burada her daim bulabilirdi ihtiyaç sahipleri. O zamanın nakliye işleri ise at arabaları ile yapılırdı. Umutla bekleşip, gelişigüzel park edilen at, katır arabalarının demir çerçeveli tekerleklerinin ve çıkarttıkları nal sesleri ile kişnemeleri ise hala kulaklarımızdan gitmedi.

Tiftikçilerin serdikleri derilerin kokuları, arada bir esintiyle feci bir halde kokardı. Büyük Telis Çuvaliçerisine yerleştirilmiş olan yün-tiftik- yapağı ise kimisi yıkanmış, kimisi ise kirli diye ayrı tanzim edilmiş bir halde, dükkân önlerinde müşterilerini beklemekteydiler. Yün O yıllarda geçerli akçe gibiydi. Kız anaları, en az iki - üç adet, öyle keyifle kabartılmış yün yatak, yün yorgan ve de yün yastık olmadan kolay kız vermezlerdi. 

  Kızlarının mürüvvetlerini görmek kadar onları da yaptırmak boyunlarının borçlarıydı sanki. 

Yani çetin bir pazarlık yapılır ve sonunda denilen de yaptırılırdı. Elin çulsuzuna kız verdi demesinler diye bazen iş inada binerdi.

Mis gibi odun ekmeğinin nefis kokusu kaplardı Arastayı Muhlis tepesinin her yanını, hem de açlık hissini hızlandıracak kadar etkileyen bir halde. Dört Kaşlının fırınında pişen ekmeğin lezzeti bir bambaşka olurdu hani. Hele bir de karnınız tezvarıya acıkmışsa, elin titreyerek cebinden çıkartmış olduğun, on beş kuruşu verdin mi, ince bıçkı bıçağıyla, bir çırpıda kesilen o çeyrek ekmek sanki baklava, börekten daha da keyifli gelirdi insana. Eh ne de olsa devir, yokluk devriydi, katıksızda yenirdi.

Ekmek fırının hemen yanında, tamda köşe başında ise iptidai bir lokanta bulunurdu o vakitler. Antepli Sabri KAYACI’nın Yıldız lokantasıydı. İçerisinde üç-beş tahta masa ve sandalyeden oluşan, üstlerinde allı-güllü muşambalar serilmiş, plastik su kapları ve naylon su bardakları göze çarpardı, genelde Melamin yemek tabakları kullanılırdı bir zamanlar. 

Hali vakti yerinde olanların, girip çıktığı o mekânlarda arda kalan kaşık ve çatal sesleri, dönerci ustasınınbuyrunn nefis dönerimize nidaları, garsonların bağırışları, paslı bir halde kaldı kulaklarımızda. Nefis, hakiki et döneri ise ciğerlerimizi bayram ettirecek kadar yemesek de, kokusuyla da olsa yer ettirmişti hafızalarda. 

Lokantanın üst katında ise kendi halinde küçük han ve daha sonraları ise birkaç odadan ibaret olan otel gibi hizmet veriyordu. Köyünden, obasından gelip, Şeir de ekmek- iş-aş bulmak için kalanlara, barınaklık yapmış vesselam.

Yaklaşık Ekim–2012 sularında, o mekânın olduğu yerde yıkılarak, maziye gömülüp fiziki ömrünü tamamlamış oldular.

Nerde diyesi geliyor insanın, kaybolmuş o güzel günlerin kıymetini geç anlamışız, Lakin gidenin bir daha gelmeyecek olması, her şeyin beyhudeliğini de ortaya koyacak kadar gerçek.

Arada bir dönen, plağın gür sesi kaplardı meydanı. Kimi zaman İsmail YARATILMIŞ’ın ya da namı diğer  (Sarı İsmail)’in, köhne tezgâhından, kimi zaman ise ona inat olsun diye geçen yıl aramızdan ayrılan plakçı Sefa TATLIBAL’ın dükkânından.

O nida,coşkulu bir halde, Arastayı ve Muhlis Tepesini sarardı,  dertli olduğu kadar, bir o kadarda anlamlı olan, büyük üstat Neşet ERTAŞ’ın, sazı ve sesiyle, yüreklice söylediği çok sevilen türküsü ;

                                             Ahhhhhhhhh yalan dünyadaaa

                                             Yalannnnnn dünyadaaaaaaaaa

                                              Benim benden alan hain dünyadaa

                                              Hep sen mi ağladınnnnn

                                              Hep sen mi güldünnnnnn

                                              Ben de gülemedimmm YALAN  DÜNYADA