ÇANKIRILI YAZAR MİNE SULTAN ÜNVER’LE SÖYLEŞİ
Dr. Merve Şahin/Esra Açıksöz
Mine Sultan Ünver
“1980 Çankırı doğumlu. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde lisansını, aynı üniversitenin Geleneksel Türk El Sanatları alanında yüksek lisansını tamamladı. Minyatür, tezhip ve ebru gibi geleneksel sanatlar üzerine serbest sanatçılardan ve Kültür Bakanlığı atölyelerinde eğitim aldıktan sonra minyatür sanatçısı olarak yurtiçinde, ABD’nin birçok eyaletinde ve Avrupa’da toplam 10 sergi açtı. Minyatür dalında Türkiye çapında iki ödül kazandı. New York ve Washington şehirlerinde yaklaşık iki yıl yaşadıktan sonra Avrupa şehirlerinde kısa süreli ikamet etti. Üniversite yıllarında başladığı iş hayatına devam etmekle birlikte çeşitli dergiler için edebiyat, sanat ve tarih alanında öne çıkan simalarla söyleşiler hazırlayıp düzenli olarak kültür-sanat ve gezi yazıları yazıyor.”
Yayınlanmış Kitapları:
Aşk-ı Muhammed "Naat Hikâyeleri"
Nar-ı Aşk
Sultanın Rüyası
Hilalin İki Ucu
Tanzimat’ın Validesi Bezm-i Alem
Aşk Medeniyetinin Sevda Hikâyeleri
- Öncelikle yazarlığa nasıl başladınız? Yazmaya nasıl cesaret ettiniz?
- Henüz çocukken kitapların hayranıydım ve okuduğum gibi kendi hikâyelerimi de yazardım ama asıl yirmili yaşlarımın sonunda yazmaya başladım diyebilirim. Kimi hadiseler beni bu dünyadan, yaşadığımız zamandan uzaklaşmaya itince geçmişte avunmayı seçtim ve tarihi roman yazarlığına soyundum. Hayallerim yoktu artık ve yazdığım hikâyelerdeydi benim gücüm. Yaşayamıyorsan yaşatmalısın diyorum. Yazarken avunuyorum. Hayat tüm gücüyle direnirken kalemim emrimde çünkü.
- Yazarak hürriyetimin sınırlarını dilediğim kadar genişletebiliyorum.
Kâğıt ve mürekkeple kurduğum bir dostluğum var. Hiç incitmeyen ve hep beni dinleyen, samimi bir dost yazmak… Beni alıp diyar diyar gezdiriyor, hep yolcuyum, göçebe ruhum kelimeler ardı ardına sıralanırken oradan oraya taşınıp duruyor. Hem de odamdaki iskemlede sakince oturmuşken… dostluğum var. Hiç incitmeyen ve hep beni dinleyen samimi bir dost yazmak… Belki de babamın bağrından sonra huzur bulduğum yegane dost… Beni alıp diyar diyar gezdiriyor, hep yolcuyum, göçebe ruhum kelimeler ardı ardına sıralanırken ordan oraya taşınıp duruyor, bir yerden başka bir yerlere… Hem de odamdaki iskemlede sakince oturmuşken dostluğum var. Hiç incitmeyen ve hep beni dinleyen samimi bir dost yazmak… Belki de babamın bağrından sonra huzur bulduğum yegane dost… Beni alıp diyar diyar gezdiriyor, hep yolcuyum, göçebe ruhum kelimeler ardı ardına sıralanırken ordan oraya taşınıp duruyor, bir yerden başka bir yerlere… Hem de odamdaki iskemlede sakince oturmuşken dostluğum var. Hiç incitmeyen ve hep beni dinleyen samimi bir dost yazmak… Belki de babamın bağrından sonra huzur bulduğum yegane dost… Beni alıp diyar diyar gezdiriyor, hep yolcuyum, göçebe ruhum kelimeler ardı ardına sıralanırken ordan oraya taşınıp duruyor, bir yerden başka bir yerlere… Hem de odamdaki iskemlede sakince oturmuşken…”
- Roman yazarken önce karakterlerimi yoksa kurguyu mu belirleyerek başlarsınız? Sizin için hangisi daha önce belirlenir?
- Her romana ilham olan bir tarihi karakterdir aslında. İlgimi çeken, belki hayranlığımı kazanan bu karakter ekseninde misyon edindiğim fikriyatı verebileceğimi tespit ettiysem yazmam şart olur. Evvela dönemin ve o karakterin yaşadığı hadiselerden yola çıkarak kaba bir kurgu oluştururum. Kimi diğer yan kahramanlar o sırada ortaya çıkar. Pek çoğu yine o dönemde yaşamış ve ana karakterimin hayatıyla alakalı gerçek kişilerdir. Her romanda muhakkak tarihsel açıdan gerçek bir hikâye akıp giderken bana ait hayali bir kurgu da vardır. İkisinin harmanında hayali kahramanlar zihnimde can bulmaya başlar. Teker teker varlık kazanıp benle konuşurlar ve kurguyla karakter iç içe oluşuverir. Elbette yazmaya başladığımda bazen kurgu bambaşka bir mecraya doğru yön değiştirir ya da yeni kahramanlar vücut bulabilir.
- Kitaplarınızda özellikle Osmanlıyı yazdığınız göze çarpıyor. Milli Mücadeleyi yazmayı düşünüyor musunuz, öyle bir fikriniz var mı?
- Dört romanım da Osmanlı ile alakalıydı. Mühim kadınlar ekseninde dönemi hikâye etmiştim. Şu an üzerinde çalıştığım roman yine Osmanlı’nın son dönemine dair fakat 1952 senesine uzanan bir hikâye ki Milli Mücadele’de içinde olacak. Kurtuluş Harbimizin öncesi ve sonrasını yazmak ziyadesiyle sancılı. Halen tartışılan pek çok konuyu kesinliği olmadığı için taraf tutmadan eleştirel bir bakış açısıyla, tüm yönleriyle vermeye çalışmak çok zor oluyor, fakat birileri bunu yapmalıydı.
- Oryantalistlere karşı durduğunuzu, özellikle kadınlarımızın hapsedildiği Hürrem Sultan algısıyla mücadele ettiğinizi biliyoruz. Hakikat nedir?
- Feminist değilim fakat kadınlarımıza büyük haksızlık yapıldığını düşünüyorum. İspanya Kraliçesi İzabel, Fransızların özgürlük savaşçısı Jeanne D’Arc, Rusya’nın Katerina’sı ve Britanya’nın meşhur Elizabethler’i Batı tarih yazarlarının kahraman olarak sundukları kadınlardır. Oryantalistler sayesinde zihnimizde yaratılmış imgeye göre tarihte bizim kadınlarımız hep acziyet sembolü olmuş, böyle lanse edilmiştir. Kimi zaman analığına ya da hayırlarına dem vurularak yüceltilenler olsa da ekseriyetle fitnelere sebep gösterilmişlerdir. Nitekim Osmanlı tarihinde öne çıkan kadınları düşünelim: Bize sunulanlara göre Hürrem Sultan, Mahpeyker Kösem ve Nurbanu Sultanlar, Hünkârlar üzerindeki tesirleriyle iktidarı ele almış ve Devlet-i Aliyye’yi karışıklığa ya da yıkıma sürüklemişlerdir. Haklılık payı elbette olabilir, tarihte olumsuz kadın örnekleri var. Fakat bizim tarihimiz de pek çok kadın kahramanla şanlıdır. Mesela devlet kurtaran kadın Altun Can Hatun’u kimseler duymamıştır. Taht mücadelesini sona erdirerek Selçuklunun en muhteşem zamanında dağılmasının önüne geçen Terken Hatun’u bilmeyiz. Hansa Hatun’u, Süyümbike Hatun’u, IV. Murat devrinde dönemin en ünlü fıtık cerrahı olan Saliha Hatun’u işitmemişizdir.
13. Yüzyılda Kayseri’ye bir kadının vali olduğundan, dünyanın ilk kadın örgütünü kuran Fatıma Bacı’dan, Türk-İslam saraylarında şiir söyleyen, Batılı müzisyenlerden üstün kadın bestekârlarımızdan bihaberizdir…
Bunların dışında özellikle padişah kızları yani hanım sultanların hayatı siyasete mahkûm edilmiş, ellerinden alınmış zavallı, fedakâr hayatlar. İşte Bezm-i Âlem Valide Sultan da, cahili olduğumuz nice kutlu kadınlarımızdan bir tanesidir.
- Sizce böyle bir algı bilinçli mi oluşturuluyor?
- Tarih, kimi zaman acımasızdır. Zalimler kahraman, kahramanlar zalim addedilecek kadar! Ve maalesef ki bu acımasızlıktan en çok da kadınlarımızın tarihi nasibini almıştır. Nasibini almıştır derken sanki kaderi suçlamış, tenkit etmiş gibi olmayım. Bu bilerek, kasıtlı oluşturulmuş bir algı. Zira son romanda Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın dilinden şu vurguyu yapıyorum ki, bir medeniyetin temeli kadındır. Nesli doğuran ve yetiştiren olarak bir medeniyetin bekası ona bağlıdır, mesuliyeti ağırdır. Bilhassa tarihten bu yana erkeğiyle kılıç kuşanıp devlet yöneten Türk kadını, kimi zaman sosyal ve siyasi hayatta, kimi zaman da sanatta üstün başarılar göstererek adından söz ettirmiştir. Oysa biz bu fedakârlık ve başarı bilgilerinden mahrum bırakıldık. Kimi zaman tarih yazarlarımız erkek olduğu için ötelendi kadınlar, kimi zaman da aşağılık psikolojisine hapsedilerek atıl bırakılmak istenerek kasıtla bu bilgilerin üzeri kapatıldı. Tarih okumanın bir amacı ne olduğumuzu öğrenerek neleri başarabileceğimizi idrak edebilmektir ki amacım kadınlar olarak medeniyetimize katkılarımızı günümüz kadınlarına anlatıp taze bir şuur oluşturabilmektir.
Bir medeniyette kadının bulunduğu vaziyetin, o medeniyetin seviyeni gösterdiğine inanıyorum. Biz ne kadar şuur sahibi olursak ve azimli, dâhili olduğumuz ülke, kültür ve medeniyet de o denli yücelecektir.
- Kitaplarınızın içeriğini, konusunu, kapağını kendiniz mi belirlersiniz?
- Konuyu kesinlikle kendim belirlerim. Tarih okumalarım sırasında ilgimi çeken, başkaları da bilse dediğim konuları ve karakterleri yazarım. Hepsinin ayrı bir meziyeti ya da ibretlik yönü vardır çünkü. Büyük kahramanları yazan çok arkadaşım var. Ben köşe bucakta kalmış naif hikâyelerin avcısıyım.
Kapak konusu ise yayıneviyle ortaklaşa bir süreç gerektiriyor.
- Yazmak dışındaki ilgi alanlarınız neler, yazmadığınız boş zamanlarınızda neler yaparsınız?
- Kişi bir şekilde kendini ifade etmek ister. Şimdi bunu yazıyla yapıyorum fakat öncesinde minyatür, tezhip gibi geleneksel sanatlarımızla ilgilenmiştim. Yurt içi ve dışında pek çok sergi açıp ödüller almıştım. Her sene bir roman hedeflediğim için artık yazmak ve araştırmak hayatımın odağında, başka uğraşlara yer yok. Hayatımı idame ettirdiğim mesaim dışında gecelerim kahramanlarıma ait, fırsat bulduğumda ise en büyük tutkum gezmek, yeni kültürler, insanları tanımak ve keşfetmek. O nedenle bir ayağım yeryüzünün herhangi bir yerinde diyebilirim.
- Nasıl bir ortamda yazarsınız, mekân bu konuda önemli midir?
- Ne yazık ki mekân ve zaman seçmek gibi bir lüksüm olmadı. Mesuliyetler ve meşguliyetler buna müsaade etmedi. Öyle isterdim ki bir hafta olsun ülkemin ya da yeryüzünün beni mest eden bir köşesine çekileyim ve yazayım. Mümkün değil. Günlük hayatımın her anında ruhumun bir kanadı kendi dünyamda, kimi zaman sema olarak tanımlayabilirim o yurdu kimi zaman derin bir kuyu. Bir tarafım orada kalabildiği için kalabalıklar arasında günceyi hiç duymaksızın oturup yazabilirim.
Ne mekân önemli ne zaman. Fakat sabahına nasıl erdiğimi bilmediğim gecelerim yazma adına en verimli zaman dilimim.
- Karakterleri nasıl oluşturursunuz ve yazarken empati yaptığınız oluyor mu?
Örneğin; Nar’ı Aşk da padişah kızı olma konusunda empati yaptınız mı?
- Öncelikle o karakterlerin zamanını iyi okumam, bilmem gerekiyor. Neler yaşamışlar, neler söylemişler, ne yazmışlar gibi veriler bulduğumda kişiliklerini tahmin edebiliyorum. O alanda araştırma yapmış kişilerle de irtibat kurup akıl danıştığım oluyor. Empati ondan sonra gelen bir süreç. Zira kişiyi tanımadan onun yerine kendimi koyup konuşamam, hayal edemem, kurgu içinde bir şeyler yapamam. Bilgi edindikçe his de ona ekleniyor ve sonra ben padişah kızı da oluyorum, katil de, şeyh de, derviş de, hekim de…
- Nar’ı Aşk isimli romanınızda 18. yy da anlattığınız bu ilahi ve beşeri aşkı nasıl bir araya getirdiniz ve bunu günümüze nasıl taşıdınız?
- Maalesef senelerdir bilmediğim, belagatinin zenginliğinden haberdar olmadığım Şeyh Galip birden bire zengin dünyasıyla karşıma çıkıverdi. Onun mükemmel beyitleri arasında Beyhan Sultan’ın ismine rastlayıp “böyle bir aşk var mı?” diye meraka düşünce de kendimi kapsamlı bir araştırmanın içinde buluverdim. Üstadların bu konuda dillendirdikleri ve tespitleriyle de desteklenince kurguya geçtim. Onların hayatında ilahi ve beşeri aşkın ikisi de vardı, bana sadece anlatmak düştü. Büyük mesuliyetti, zordu ama zamane gençliğimizin gerçek aşkı ve aşkın hallerini bilmesi gerekiyordu. Yazarken ben de çok şey öğrendim. Şeyh Galip’i gördüğüm rüyalarım güç verdi, motive etti, amacım itekledi ve şükürler olsun roman vücud buldu.
- Romanlarınızla ilgili rüya görüyor musunuz?
- Ah görmez miyim? Gerçi rüyalarını mı görüyorum, yoksa yazmakta olduğum romanda mı yaşıyorum da şu hayat mı bir rüya, bazen kafam karışıyor, emin olamıyorum J
- Hangi çağda yaşamak isterdiniz, size göre hangi dönem uygundur?
- Selçuklunun iman ve aksiyon anlamında o temiz dönemlerine hayranım fakat ben Osmanlı zamanında, en sevdiğim Hünkâr olan Sultan Ahmet döneminde yaşamak isterdim. Dönemin İstanbul’unda minyatür yapan bir nakkaş olaydım fakat kesinlikle erkek, bir kadın değil. Kimi zaman de şehr-i azizden çıkıp bir derviş gibi kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya dolansaydım. Çok isterdim...
- Siz yazar kimliğinizle öne çıktınız ama biliyoruz ki minyatür, tezhip gibi sanatlarla da uğraşıyorsunuz. Bunların kitaplarınızda yer almasını düşünür müsünüz?
- İster istemez romanlarımda kimi bölümlere yansıdı elbette. Kimi zaman yan karakter oldu nakkaşlar, kimi zaman minyatürlere bakıldı yorumlandı kimi zaman kâğıt, is mürekkebi vs. anlatılarak konu zenginleştirildi. Aslında salt bir nakkaşı yazmayı da çok istedim. Bir gün yazacağım da inşallah.
Romanlarımda minyatürlerimi görsel açıdan kullanmayı hiç düşünmedim ama.
- Eğer yazar olmasaydınız, hangi mesleği yapmak isterdiniz?
- İçimde uhdedir, hep öğretmen olmak istedim. Aslında hekimlere ve öğretmenlere ezelden hayranım ama hekim olamayacağımdan eminim. Fakat çocukları gençleri onların dünyasını keşfetmeyi, onlara bir şeyler kazandırmayı ve onlardan bir şeyler öğrenmeyi, frekans yakalayıp muhabbet kurmayı öyle seviyorum ki iyi bir öğretmen olabilirdim.
Ömür olursa ileride yetimlerle bol zaman geçirme planlarım var, yine bu tutkudan kaynaklı sanırım.
- Çok kısa olarak çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
Sizce mutlu veya mutsuz çocukluk geçirmenin yazarlığa etkisi var mıdır?
- Çocukluk açısından talihli bir Havva kızıyım ben. Annem ve babam öğretmendi, onların görev yaptığı köylerde geçti çocukluğum. Kardeşim canımdı. Nefis bir geçmişim var. Ama inanın mutluluğun da dezevantajları oluyor. Yetişkinlerde bir sorunla karşılaşıldığında hani derler ya çocukluğuna bakmalı diye.
Bana göre mutsuz çocukluk gibi mutlu bir çocukluk da ileriki yaşamınızda soruna sebep olabilir.
Çünkü mutlu bir çocuk hayatın hep böyle devam edeceğini sanır, kötülüklerden haberi yoktur, tecrübe zayıftır. Fakat anne babanın kanatları altından çıkıp, çocukluğunu geçirdiği o huzur ve güven ortamından sıyrıldığında gerçek hayat bir tokat gibi patlar varlığı üzerinde. Bir travma yaratır hakiki hayat. Ben bunu yaşadığım için iyi biliyorum. Yazarlığım üzerinde de tahmin edemeyeceğiniz denli etkisi var. Acıdır aslında pek çok yazar gibi beni de kelimelerin kucağına iten. Bir misyonu üstlenmekten de etkili bir neden yazmak için.
- "Çankırı Fatihi Karatekin Bey'i" yazmayı düşünür müsünüz?
- Karatekin Bey’i yazmak istedim, çok araştırdım. Fakat Yunus Emre’de olduğu gibi ulaştığımız bilgiler inanın birkaç sayfayı geçmiyor. Dolayısıyla karakterine dair genel bir izlenim edinebilsek de roman için kâfi olmuyor. Çünkü romanda Karatekin Bey konuşacak, eylemlerde bulunacak, sevecek, saygı gösterecek, arkadaşlıklar kuracak, savaşacak… Bilgi az olunca güncesine dair onu nasıl canlandırabileceğimi bilemedim. Elbette yazan yazabilir yine. Ama ben tarihi bir karakteri konu alıyorsak, onun haysiyetine halel getirmemek adına çekindim. Yanlış, uydurma hallerle tam bir hayal ürünü yaratmaktan korkmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu benim etiğim.
- Çankırılı biri olarak Çankırı adına neyi yazmak isterdiniz, düşündüğünüz bir proje var mı?
- Şimdiye kadar her romanımda Çankırı’mız bir şekilde geçti. Ya İstanbul’da sandalcılar loncasının Çankırılılara has kılındığından bahsettim (denizimiz yok ama loncayı biz idare etmişiz, Çankırılı olmayan Haliç’te ve boğazda kürek çekememiş) ya da bir yan kahramanım Çankırılı oldu. Kimi zaman yolları Çankırı’dan geçti vs. Karatekin Bey’i düşünmüştüm ama çekindim. Sağ olsunlar, hemşehrilerimizden öneriler geliyor, pek çok belge ile yazılması gerektiğini düşündükleri konuları ulaştırıyorlar.
İleride salt Çankırı odaklı bir projem olabilir.
- Genel anlamda şu an ki projeniz nedir?
- Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum ve yine ana karakterimiz bir hanım sultan. Vahdettin’in kızı, Avrupai eğitim almış, birkaç lisan bilen, musikide âlâ, güzeller güzeli Sabiha Sultan.
İran Şah’ından Mustafa Kemal Atatürk’e pek çok talibi olmuş. Onun hikâyesi ekseninde, Osmanlı’nın son dönemini, işgal ve Milli Mücadele yıllarını, memleketten sürgüne gönderilişlerini, oradaki hayatlarını, bu sırada Türkiye’deki gelişmeleri, inkılapları isyanları vs. anlatmayı diliyorum. Şu an gayet iyi ilerliyor ama kritik bir dönem olduğu için çok sancı çekiyorum.