Devletin aksâ-yı garbından, aksâ-yı şarkına…* Mustafa Abdülhalik Renda - 2

Abone Ol

Devletin aksâ-yı garbından, aksâ-yı şarkına…*

Mustafa Abdülhalik Renda - 2

“... Sözünü bitirmesi ile benim meyhane kapısından içeri girip bir elimle adamın gırtlağından yakalamam ve diğer elimdeki revolveri şakağına dayamam bir oldu. Vakıa ben o zaman şahsen Sultan Abdülhamit’in aleyhinde idim. Fakat adamın sözü devlet reisini ve devlet otoritesini küçümseme manasında idi. Onun için ani ve seri bir hareketle devlet kuvvetinin her kuvvetin fevkinde olduğunu göstermiş oldum.”

1794 yılında Cambridge’ten yeni mezun İngiliz Seyyah John Morritt Doğu Akdeniz’e doğru bir yolculuğa çıktı. “Antik çağdan kalma görkemli harabelere” duyduğu ateşli merak onu Londra’dan Avrupa yoluyla bir yolculuğa sürüklemişti. Seyyah Bükreş’ten İstanbul’a giderken Bulgaristan üzerindeki Şıpka Geçidi’nden Balkan Dağlarını aştı ve duygularını kız kardeşine yazdığı bir mektupta şöyle dile getirdi: “Klasik dönemin yaşandığı topraklara yaklaşıyorduk. Bir dağın eteğinde uyuduk. Bulgaristan’ı Romanya’dan (Antik Trakya’dan) ayıran bu dağı ertesi gün aştık. Bir zamanlar adını taşıdığı Haemus’un heybetini yansıyan bu dağlara bugün Balkan adı verilmesi ne kadar yazık (1)”.

Balkan “Ormanlık dağ” anlamında Türkçe bir sözlük olup, bu isim Bulgaristan’ın bir ucundan öbürüne uzanan dağların adıdır. Peki, İngiliz seyyahın seyahatnamesinde dile getirdiği gibi Haemus adını taşıyan dağlar nasıl olmuşta, günümüzde bile hâlâ Balkan olarak anılmaktaydı. O dağlara Türklük mührü nasıl vurulmuştu?

Balkan coğrafyası Roma İmparatorluğu’nun 395’te bölünmesinden sonra, Hristiyanlık da Ortodoks ve Katolik mezhepleri olarak ikiye bölünmüştür. Birinin merkezi Bizans -Konstantinopolis- olurken, Katolikliğin merkezi ise Roma olmuştur. Balkanların Türkleşmeye başlaması yaygın olan bilgiye göre 4. yüzyıl sonlarında Atilla’nın Doğu Avrupa steplerindeki kavimleri Batı Avrupa’ya sürmesi “Kavimler göçü” ile olmuştur. Bu yıllarda Balkanlara yerleşen Hunları, 7. Yüzyılın başlarında Avar Türkleri ve akabinde Bulgar Türkleri takip eder. 11. yüzyıl da kitleler halinde akın eden Türk kavimleri ile Balkanlar Türkleşmeye başlar. 1036’da Deliorman topraklarına yerleşen Peçenek Türkleri, Bizans’ın Tuna sınırını korumakla görevlendirilir. Hristiyanlığın Boğazlar üzerinden Balkanlara ve Avrupa’ya yayıldığı gibi, İslamiyet’te Anadolu ve Boğazlar üzerinden Balkanlara yayılmıştır. Peçenek Türkleri zamanla İdil boylarından gelen dervişler sayesinde İslamiyet’i seçerler. Peçeneklerin Çaka Bey’le bir olup İstanbul’u almaya hazırlanması üzerine, Bizanslar Kuman -Türk- ordusunun yardımı ile Peçenek güçleri imha olur. Kuman ordusunun ganimeti olan Peçenekler, Rodop Dağları’na iskân edilir. Kuman-Peçenek Türkleri daha sonraki tarihlerde Pomak Türk topluluğunu oluşturmuştur. 13. yüzyılda da devam eden göçler ile Balkanlar da kısmen Türk yerleşimi başlar. Osman Gazi, Kastamonu beylerine tâbi bir boy beyi iken, Kastamonu beylerinin Bizans’a karşı gaza hareketini gevşek tutması üzerine; Osmanlı en ileri uçlarda gazaya devam ederek, gazilerin hakiki lideri durumuna yükselmiştir. Osman Gazi’nin silah arkadaşları olarak alp, gazi ve nöker unvanlı birçok komutan bulunmaktadır. Osmanlı Devleti ile Makedonya’ya ilk Türk akını 1324 yılında yapıldı. Osmanlı rivayetinde Osman’ın etrafındaki seçkin kimseler, gaziler, ahiler ve dervişlerdir. O fethettiği yerleri bu zümrelere tımar, vakıf, mülk olarak dağıtmaktadır. Batıda gazilerin fethettikleri verimli topraklara İç Anadolu’dan kesif bir göç hareketini, Osmanlı arşivindeki vakıf ve tahrir defterleri teyit etmektedir. Osman’ın torunu Süleyman Paşa 1352’de Cinbe’ye yerleşerek, orasını Balkanlarda yayılma için bir köprübaşı olarak teşkilatlandırdı. Aydıncık’taki küçük Osmanlı donanmasıyla üç bin kişilik bir orduyu Gelibolu’nun kuzeyinde Kozludere mevkiine çıkardı. Anadolu’dan süratle geçirdiği kuvvetleri buraya yerleştirdi. Böylece Rumeli’de Osmanlı çekirdeği kuruldu. Süleyman Paşa bölgede tutunabilmek için Anadolu’dan süratle bu tarafa nüfus geçirip, şuurlu bir iskân siyaseti uyguladı. İtaat eden yerli nüfusu da kendi tarafına kazanma politikası güttü. 14. asır sonlarına doğru yarımadanın merkezinde Üsküp, Sırbistan, Bosna ve Arnavutluk’a doğru, Güneyde ise Yunanistan ve Mora’ya karşı faal uç merkezleri oluştu. Uç ananesi mütemadi genişlemeyi takip ederek yeni hudutlara intikal etmekte idi. Uç sancakları fethedilen yerleri tımar olarak kendi adamlarına dağıttılar. Uçlara başlangıçta yarı göçebe halk sevk ediliyordu. Ahilerin ve dervişlerin zaviyeleri yahut uç gazi reislerinin çiftlikleri, yeni Müslüman köylerin çekirdeğini teşkil ediyordu. 15. asır tahrir defterlerine göre göçmen Müslüman Türkler umumiyetle yeni köyler kuruyorlar, şehir ve kasabalarda ayrı mahalleler teşkil ediyorlardı(2).

İlk Osmanlı analistlerinden Âşıkpaşazâde, Anadolu’nun siyasi ve içtimaî tarihini anlamak için dört önemli teşkilattan bahseder. Bunları Anadolu Gazileri (Gaziyan-ı Rum), Anadolu Ahileri (Ahiyyan-ı Rum), Anadolu Abdalları (Abdalan-ı Rum) ve Anadolu Bacıları (Baciyan-ı Rum) şeklinde sıralamaktadır(3). Aşıkpaşazade’nin ifadesiyle dört mühim taife, göçebe Türkmen unsurlara dayanmaktadır. Mustafa Abdülhalik Renda’nın atalarını bu unsurlardan biri olan gaziler içinde aramak gereklidir. Anadolu gazileri, mistik savaşçı bir teşkilat olup, eski Alplerin Müslüman olduktan sonra gazi ve alperen unvanlarını kullanarak toplumda üst bir sınıf teşkil etmişlerdir.

Tanrı Dağları’nın eteklerinden Anadolu’ya uzanan Türk boyları Selçuklu İmparatorluğu ile Anadolu’yu vatan edinirken, sahip oldukları yayılmacı gaza ideolojisiyle de Balkanlar üzerinden Avrupa’ya uzandı. Türkler Osmanlı Devleti ile de Balkanlı (Rumelili) bir devlet hüviyetine kavuşmuştu. Bu süreç 13. asra, yani Balkanların Türkleşmeye başladığı yıllara dayanıyor, Mustafa Abdülhalik Renda’nın aile kökleri. Yanya ve Yanyalıların tarihiyle ilgilenen araştırmacı Volkan Vural’ın aktardığına göre kökleri 13. yüzyıl da Rumeli içlerine ilerleyen akıncı beylerine dayanan Rendazadeler başlangıçta Neapoli havalisine yerleşmiş, 16. yy’da ailesine tımar verilmiş. Mülkiye Mektebinden tarih hocası, Osmanlının son vakanüvislerinden Abdurrahman Şeref Efendinin kendisine aktardığı şekliyle Rendazadeler, Rumeli’ye yerleşen diğer akıncılar gibi başlangıçta seyfiye sınıfına mensup sipahilerdir. Yanya’ya yerleştikten sonra zamanla ilmiye sınıfını teşkil etmişlerdir. Renda hatıratında anne ve babasıyla ilgili fazla bilgi vermez, Malta esaretinde tuttuğu günlüklerde babasıyla Fransızca yazıştığını belirttiğine göre Arslan Efendi’de iyi eğitim görmüş olmalıdır. Günlüklerinden babasının dini değerlerine bağlı biri olduğu da anlaşılmaktadır(4).

Mustafa Abdülhalik Renda'nın babası Rendazade Arslan Efendi. Foto: Gönül Türkan Demir, Mustafa

Abdülhalik Renda, (1881-1957), AAM, 2015.

Mustafa Abdülhalik Bey 22 yaşında İstanbul Mülkiye-i şahaneyi bitirerek ilk olarak Yanya Ziraat Bankası’nda muhasebe bölümünde işe başladığında; Balkanlar Osmanlı Devleti’nin en buhranlı ve karmaşık bölgelerinden biri olmuştu. Bankadaki görevi birkaç ay sürdü. Mülkiyeyi birincilikle bitiren Renda, Rodos Mektebi İdadisine öğretmen olarak başlamıştır. Bu okuldaki görevi bir yıl kadar süren Renda, öğretmenlikten maiyet memurluğu görevi ile idareciliğe geçiş yapmıştır. Mustafa Abdülhalik Efendi, bu görevini ilk olarak doğduğu coğrafyada gerçekleştirmiş, ilerleyen yıllarda göstermiş olduğu başarılar neticesinde terfi ettirilerek Balkanlar’dan ayrılmış Osmanlı Devleti’nin her köşesinde önemli görevlerde bulunmuştur(5).

11 Ağustos 1904 yılında Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti Maiyet Memurluğu, 13 Temmuz 1905 tarihinde Yanya Vilayeti Maiyet Memurluğuna atanmış bu görevleri sırasında İrade-i Seniyye ile ödüllendirilmiştir. 10 Mart 1907 tarihinde ise Yanya vilayetine bağlı Ergiri sancağının kazası olan Tepedelen’e kaymakam olarak atanmıştır. Yunanistan sınırında bulunan Miçova Kazasının özel bir öneme sahip olması sebebiyle 14 Kasım 1907 becayiş ile Miçova’ya kaymakam olarak atanmıştır. 31 Aralık 1908 tarihinde ise Ergiri Sancağına bağlı Pogon kazasına tayin olmuştur. 19 Ocak 1910 tarihinde aynı sancağa bağlı Delvine kazası kaymakamı olmuştur. 4 Şubat 1912 tarihinde Rumeli Eyaletine bağlı bir sancak olan Kavala sancağına mutasarrıf olarak atanmış, görev yerine gitmeden Yanya vilayetine bağlı Çamlık sancağına 3 Mart 1912 tarihinde başlamıştır. 15 Haziran 1912 tarihinde Ergiri Sancağı mutasarrıfı olmuştur. Buradaki görevi ani bir şekilde son bulmuş, Mustafa Abdülhalik Efendi memuriyet hayatında ilk defa açığa alınmıştı. Bunun gerçek sebebini uzun zaman sonra öğrenecekti. Balkanlarda görev yaptığı süreçte sık sık görev yerinin değiştirilmesi, o dönemlerde Balkanların oldukça hareketli bir süreçte olmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle 2. Meşrutiyetin ilan edilebilmesi için yoğun çaba gösteren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi durumundaki Balkanlar, siyasi hayatının en hararetli dönemini geçirmektedir. Bu süreçte Mustafa Abdülhalik Efendi de cemiyetin Balkanlardaki çalışmalarına katkıda bulunmuştur. Ergiri Sancağında açığa alınması sonucunda Mustafa Abdülhalik Efendi’nin doğduğu topraklardaki görevleri de sona ermiştir. Bu dönemden sonra Devlet-i Âliye adına çalışmalarına Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde devam edecektir(6).

Mustafa Abdülhalik Renda kardeşleri ile birlikte. Foto: Gönül Türkan Demir, Mustafa Abdülhalik Renda, 

(1881-1957), AAM, 2015. 

Mustafa Abdülhalik Renda, hayatının son yıllarında kaleme aldığı hatıratında Rumeli yıllarını detaylı şekilde ele almıştır. Hatıratı, dağılmakta olan imparatorluğun “kalbi” sayılan bölgelerdeki gündelik hayata ışık tutmaktadır. Mali yapının ve bürokrasinin modern bir yapıya kavuşturulma çabaları, ağnam ve aşar vergilerinin toplanma usulü, köylülerin memurlara dolayısıyla devlete bakışı gibi pek çok husus, olaylarla anlatılarak dönemin sosyal yaşamına da ışık tutmaktadır.

Bunlardan Maçova’da yaşadığı bir olay, Renda’nın fikir ayrılıklarına rağmen ne kadar devlete bağlı olduğunu, padişaha hakarete varan sözler sarf eden adama neler yaptığını hatıratında şöyle anlatır: Adam tekrar “Bizim yanımızdayken Hamit (II. Abdülhamit) bile bir şey yapamaz” dedi. Sözünü bitirmesi ile benim meyhane kapısından içeri girip bir elimle adamın gırtlağından yakalamam ve diğer elimdeki revolveri şakağına dayamam bir oldu. Vakıa ben o zaman şahsen Sultan Abdülhamit’in aleyhinde idim. Fakat adamın sözü devlet reisine ve devlet otoritesine küçümseme manasında idi. Onun için ani ve seri bir hareketle devlet kuvvetinin her kuvvetin fevkinde olduğunu göstermek istedim(7).

1902 Yaz ayı. Usturumca'da kız kardeşi Hayriye Hanım'ın bahçesinde kurduğu barfiks, paralel ve jimnastik aletleriyle.

Foto: Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Hatırat, Önsöz, YKY 2. Baskı Mart 2019. 

Türk tarihi Rumelisiz düşünülemez. 1402’de adeta dağılan Anadolu Türkleri, Rumeli’de tekrar dirilerek bir imparatorluk olmuştur. 15. yüzyıl da Karaman, Kastamonu, Çankırı olmak üzere İç Anadolu’dan Rumeli’ye göç zorunlu oldu. Giden insanların torunları, asırlar sonra Anadolu’ya tekrar zorunlu göç olurken gönülsüz zoraki geldiler. Balkanlardan tersine göçler ilk önce 1877 - 1878 Rus savaşında Tuna havzasından doğuya olmuştur. 1912 Balkan savaşında ise neredeyse coğrafyanın tamamından Anadolu’ya büyük göçler olmuştur. Balkan Harbi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan’a karşı Balkanlar’da verdiği, Ekim 1912’den Mayıs 1913’e kadar süren ve 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Antlaşması ile sona eren savaştır. Mustafa Abdülhalik Bey hatıratlarında o günleri şöyle anlatır:

Balkan devletleri ile aramız açıldı. Onlar seferberlik yapmaya başladılar, biz de seferberlik ilan ettik. Fakat redifler ve nizamiye taburlarındaki talimli erler terhis edilip, hepsi yerlerine gönderildikten sonra, bu seferberlikte topladığımız efrat alışık olmadıkları kıtalara verildi. Yunanistan ve diğer devletler bir olarak askerleri hudutlarımıza yığınca çeteler de memleket dâhilînde asayişi ihlale başladılar. Ergiri’nin, Delvine kazasında savunma için gerekli tedbirleri aldım. 30 Eylül 1922’de liva merkezine gittiğimde irade-i seniyye ile açığa alındığımı gösterir telgrafı aldım. Müteessir olmadım. Lakin bu şekilde alınmamı bir türlü anlayamadım. “İttihatçı” olduğumdan alındığımı sandım. Karımın gözleri yaşardı, biraz sıkıldı. 6 Teşrininievvel 1912’de Ergiri’den ebeveynimin olduğu Yanya’ya gittim. Yanya’nın savunma bölgesi idare heyetine hükümet delegesi olarak tayin olundum. Aslında benim hiçbir işim yoktu. Açığa çıkarılmış bir idareciydim. Askeri iaşe işini, köylere zahire ve iaşe işini bana bıraktılar. Bütün işlemler muazzam oluyordu. (Bu tarihten itibaren Renda’nın kariyerini belirleyen esas unsur, ordunun iaşesine yönelik çalışmaları olmuştur.) 9 Kasım 1912’de Selanik’in Yunanlılar, ardından Manastırın Sırplar tarafından alınmasıyla vaziyetimiz sıkışmaya başladı. Sekiz ayda toplanan iaşe çok çabuk tükenmeye başladı. Hastanelere buğday unu veremeyecek duruma düştük. Mısırı da öğütecek yeterli değirmen yoktu. Hayvanlara verecek yem kalmadığından meralara serbest bırakıldı. Bit hastalığı (Tifüs) günden güne artmaya başladı. (Esat Paşa komutasında ve Ali Fuat Cebesoy’un kurmay başkanlığında 6 ay Yunanlılara direnen Yanya cephanenin tükenmesi üzerine 6 bin asker ve 450 subay kaybettikten sonra 16 Mart 1913’de Yunan’a teslim edilmiştir.) Şehir Yunanlılara teslim edilince, herkes gibi çok üzüldüm. Evden dışarı çıkamadım. Kırk beş kişi bir eve toplandık. Yunan jandarmaları idareyi ele aldı. Evden dışarı çıkmadığımı fark eden Yunan memurları hürmet göstererek, ‘Biz ne yapsak sizin yaptığınız adil muamelenin şükranını hiçbir vakit ödeyemeyiz’ dediler. Kendilerine teşekkür ederek hiçbir şeye ihtiyacım olmadığını ancak iyilik yapmak istiyorlarsa, bir an önce İstanbul’a gitmeme müsaade etmelerini söyledim. Şehrin işgalinden sonra bütün vaktimi evimde altı dönümlük bahçeyi bellemekle geçirdim. Bellediğim yerler ekildi. Meyve ağaçlarını budadım. Bu suretle ıstırap içinde iki ay geçirdim. İstanbul’a gitmek için nihayet müsaade çıkmıştı ve hükümet binasına gittim. O gün Yunan bayrağının evvelce bayrağımızın dalgalandığı hükümet ve kumandanlık dairelerinde dalgalandığını görünce müteessir oldum. İşimi bir an önce bitirip üzüntü içinde eve döndüm. İki gün sonra Preveze yoluyla İstanbul’a hareket ettim. Çanakkale’den içeri girince geniş bir nefes aldım. Yüzüme çökmüş olan ümitsizlik havası dağıldı. Vatanı yükseltmek, felaketlerden ders almak gerektiğini düşünmeye başladım. İstanbul’a bir sabah erkenden girdik. Tahsil için yedi sene kaldığım bu güzel şehri görünce asabım iyileşir gibi oldu. Arkadaşlarımı, teyzezademi ziyaret ettim. İttihat ve Terakki genel merkezine giderek Yanya’dan partiye ait bende bulunan emanetleri verdim. Dâhilîye Nezareti’ne giderek açığa alınma sebeplerimi anlamak ve işe alınmak için izin istedim. Birkaç gün sonra Mahmut Şevket Paşa’nın cenazesine gidiyordum. Arkadaşlarımdan biri bir gazete uzatarak, uzak yere atandınız dedi. Gazeteye baktım. Boş olan Siirt kaymakamlığına tayinim yazıyordu. Veda için Dâhiliye nazırı Talat Paşa’nın yanına girdim. Bir emir ve direktifleri olup olmadığını sordum. Orada biraz eşkıya vardır. Başka cereyanlarda olsa gerek. Rumeli’de çalıştığınız gibi çalışarak asayişi temin etmenizi istiyorum. Uğurlar olsun dedi.

Mahmut Şevket Paşa (1856-1913), 11 Haziran 1913 günü Beyazıt Meydanı'nda makam otomobilinin içindeyken uğradığı silahlı saldırı sonucu

öldürüldü ve İstanbul'un Şişli semtinde 31 Mart şehitlerinin anısına dikilmiş Abide-i Hürriyet'in bulunduğu Hürriyet-i Ebediye Tepesine gömüldü. 

Göçmenlerin dönmesiyle Anadolu toprakları zirai endüstri ile tanışarak, tarımda ilerlemeye başlamıştır. Okullaşma oranı yükselmiştir. Evlad-ı Fatihan’ın gelmesi ile ülkemizde ekonomik ve sanayi yapı gelişme göstermiştir. Balkanlardan zorunlu olarak gelen Türkler Cihan Harbi ve Milli Mücadele yıllarında büyük hizmetler yapmışlardır. Anadolu’dan bir kısmı gönüllü, çoğunluğu zorunlu olarak Balkanlara asırlar önce götürülen Türkmenlerin torunları devletin oralara sahip çıkamaması sebebiyle zorunlu olarak ölümden kaçarak tekrar ana yurda sığınmışlardır. Mustafa Abdülhalik Bey Siirt’ten sonra Bitlis’e vali olarak gittiğinde Cihan Harbi patlak vermişti. Bitlis sonrası pek çok görevden sonra mütareke yılları yaşanmıştır. 7 Haziran 1920 tarihinde 2800 numaralı Malta sürgünü olarak Malta’ya gönderilmiştir. Milli mücadele yılları, Çankırı milletvekilliği ve bakanlık görevleri…

Hâl böyle olmasına rağmen sırf siyasi hırs ve iktidar kavgaları yüzünden Balkanlardan gelenlere maalesef değişik gözle bakanlar da olmuştur. Bu gibi durumlar Mustafa Abdülhalik Bey’in Maliye Bakanlığı’nın ilk senesinde gazi meclisin çatısında bile yaşanır olmuştur.

8 Kasım 1924, parlamento yaşamında sakin ve çekingen kişiliğiyle tanınan Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Bey’in ilk kez öfkelendiği gün olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nutkunda yer alarak tarihe geçer. Renda’nın 20 Ekim 1927 Perşembe günü defterine “Gazi hazretlerinin son nutukları ve veciz sözleri” olarak kaydettiği gün, 3 yıl önce Rıza Nur’a verilen cevabın ve TBMM olanların tarihe not düşülmesinden başka bir şey değildi(8). Peki, o gün gazi mecliste neler yaşanmıştı?

1927 yılı baskı Nutuk. (Türk Ocağı koleksiyonu. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı) 

Rıza Nur, Arnavut olduğunu öne sürdüğü Maliye Bakanı Abdülhalik Renda’nın, İzmir valiliğinden başlayarak Arnavutlara iltimas geçtiğini, kanunsuz biçimde İzmir ve İstanbul’da iskânlarına göz yumduğunu iddia etmiştir. “Yanyalıların Türklüğünü töhmet altında bırakan” Rıza Beye, Mustafa Abdülhalik Bey sert cevaplar verdiğini, 8 Kasım 1924 Cumartesi akşamı günlüğüne “Münakaşa devam etti. Rıza Nur Bey’e cevap verdim. Biraz ağır oldu, ama ne çare! İtimat meselesi bitti.” şeklinde not düşmüştü(9). Meclis’te sakinliğiyle tanınan Maliye Bakanının bu şiddetli tepkisi Atatürk’ün de dikkatini çekmiş, Nutuk’ta Rıza Nur’u eleştirirken bu tartışmayı aktarmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Fırkası umumi reisi sıfatıyla fırkanın ikinci büyük kongresinin cereyan ettiği 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında toplam 36 saat 31 dakika süreyle okuduğu Nutkunun son gününde olayı şöyle anlatmıştır:

“Maliye Bakanı Mustafa Abdülhâlik Bey, konuşmasına başlamadan önce, Rıza Nur Bey'den, tutanaktaki sözlerinden kimisini açıklamasını istedi. Rıza Nur Bey, Yanyalıların Türklüğünü kuşkulu gösterecek biçimde sözler söylemişti. Abdülhâlik Bey, Rıza Nur Bey'in yanlış sanısını şöyle düzeltti: ‘Doktor Bey, altı yüz yıl önce, Arnavutluğun bir parçası olan Yanya'ya giden atalarımızın orada bıraktıkları kuşakları başka yolda suçluyor. Hem kim? Üzülerek söylüyorum, öyle saygıdeğer bir arkadaşım ki, altı yıldan beri bağnaz bir ulusçu olmuştur. Daha önce değildi. Kendileri daha iyi bilirler. Ben, o Yanyalı dedikleri adam, Türklük için silahlı savaşırken, kendileri tersine, (Türklüğe karşı) ayaklanmaya kışkırtmıştır’(10).”

Arnavut ithamı Renda’yı ne kadar rahatsız etmişse de, Arnavutların zaten onu kendilerinden kabul etmediği, Rıza Nur’un asılsız konuştuğu 12 yıl geriye gittiğimizde net olarak anlaşılmaktadır. Mustafa Abdülhalik Bey, 30 Eylül 1912 tarihinde Ergiri Kaymakamı iken açığa alınmasını, yeni kabinenin ittihatçı idarecileri tasfiyesi olarak yorumladığını günlüklerinden anlıyoruz. Gerçek olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kabinesi 1912 Arnavut isyanını bastırmak için Arnavut milliyetçilerinin isteklerinden biri olmasıydı. Arnavutluk’taki bütün kaymakamlık ve valiliklere Arnavut ırkından olanların tayin edilmesiydi(11). Rıza Nur’da anılarında bu bahsin üç yıl sonra Nutuk’ta yer almasıyla ilgili olarak “Mustafa Kemal bana kabahat diye aramış, bunu bulabilmiş demek ki(12).” diyerek adeta hatasını kabullenmiştir.

Yazımızın bu bölümünde, Mustafa Abdülhalik Bey’in Türklüğü ve evlâd-ı fâtihânlığı ile aile köklerini; Balkanların Türkleşmesi ve asırlar sonra Rumeli’nin elimizden çıkışıyla Anadolu topraklarına kaymakam olarak tayininin çıkmasını ele aldık. Siirt, Bitlis günlerinde buluşmak üzere…

1905-1910 yıllarında çekilen panoramik fotoğraflarda şehir silüetinde yirmi yedi minarenin varlığı görülür.

Foto: TDV İslam Ansiklopedisi.

Yanya Hakkında:

Yanya, 1380 yılından itibaren Osmanlı koruması altında topraklarını muhafaza etmiştir. Bizans tarihçisi Sphrantzes’e (Sfrancis) göre Yanya 1430’un Ekim ayında “Türklerin Beylerbeyi” Sinan Paşa’ya teslim oldu. Sinan Paşa, Emîr Süleyman Çelebi zamanından itibaren (1402-1411) gerek askerî gerekse diplomatik faaliyetleri dolayısıyla Epir’i ve Batı Yunanistan’ı iyi biliyordu. II. Murad, Sinan Paşa’nın idaresindeki şehre dinî-malî imtiyazlar tanıdı. Fermandaki haklar hemen hemen iki yüzyıl yürürlükte kaldı. Yarım yüzyıl Türklerle yaşamaya ve birlikte çalışmaya alışan Yanya’nın Frenk idaresinden Osmanlı idaresine geçişi uyum içinde gerçekleşti. I. Carlo Tocco’nun çocuklarından bazıları İslâmiyet’i benimsedi, bu sebeple Karlozâdeler (Karlızâde) olarak tanındı ve önemli Osmanlı kumandanları arasında yer aldı. Arkalarında günümüze intikal eden Karlova (Bulgaristan) ve Üsküp şehirlerindeki tarihî camileri bıraktılar. Osmanlı döneminde Yanya giderek gelişti ve Ortaçağ kalesi dışına taşan bir yerleşim yeri haline geldi. Epir’in bu önemli Bizans merkezi Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin karışık yaşadığı bir şehre dönüştü. Osmanlı dönemi boyunca önemli bir sancak merkezi oldu. 1530’da düzenlenen ve 1521 yılına ait bilgileri aktaran tahrir defterine göre Yanya’da Hıristiyanların otuz dokuz mahallesi, kırk beş hanesi olan bir Müslüman mahallesinin nüfusu % 11 civarındaydı. 1881’den sonra günümüze kadar şehrin görünümüne damgasını vuran birkaç büyük bina inşa edilmiştir: Belediye, dâire-i askeriyye, topçu kışlası ve şehrin övünç kaynağı olan Hamidiye Gureba Hastahanesi. Vali (Tatar) Osman Paşa (1897-1905) nezâretinde kadınlar için bir rüşdiye kuruldu. 1903’te II. Abdülhamid’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıl dönümü münasebetiyle Osman Paşa, Yanya’nın merkezindeki meydana günümüze kadar ulaşan bir saat kulesi dikti. 1895’te Alman etnograf Gustav Weigand, Yanya’nın çok canlı ticarî hayatından söz eder. 17.000 kişilik nüfusu, içinde Yunanlılar, Türkler, Arnavutlar ve diğerleri gibi kendi okullarını açan elli Ulah (Romanya’nın yerli halkına ve bu halkın soyundan olan) ailesi yer alıyordu. Müslümanların çoğu Arnavutça konuşmakla birlikte, Şehirde konuşma dili Yunancaydı. En çok bilinen aileler Derbenci, Emin Ağa, Renda ve Cakulla idi. 

Yanya, 6 Mart 1913’te Esad Paşa’nın kumandası altında hemen hemen altı ay süren cesurane bir müdafaadan sonra Yunan ordusu tarafından ele geçirildi ve Yunan Krallığı’nın bir parçası haline geldi(13).

(*) Devletin aksâ-yı garbından, aksâ-yı şarkına: Devletin en batısından, en doğusuna.

Kaynakça

  1. L.Carl Brown, İmparatorluk Mirası Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, İletişim Yayınları, 2. Baskı, S.70
  2. Halil İnalcık, Osmanlı Devletinde Kültür ve Teşkilat, Türk Dünyası El Kitabı 1. Cilt, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, S.614-615-616-617-618.
  3. Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, TTK Basımevi, Ankara 1972, s. 67.
  4. Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Hatırat, Önsöz, YKY 2. Baskı Mart 2019, s. 11
  5. Gönül Türkan Demir, Mustafa Abdülhalik Renda, (1881-1957), AAM, 2015, s. 15
  6. Gönül Türkan Demir, Mustafa Abdülhalik Renda, (1881-1957), AAM, 2015, s. 21-22
  7. Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Hatırat, Önsöz, YKY 2. Baskı Mart 2019, s. 75,76
  8. Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Günlükler 1920-1950, YKY 1. Baskı Ekim 2019, s. 356
  9. Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Günlükler 1920-1950, YKY 1. Baskı Ekim 2019, s. 268

(10) Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk, AAM yayınları, 2004, S.599

(11) Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Hatırat, YKY 2. Baskı Mart 2019, s. 23

(12) Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, 3. Cilt, 1967, s. 1098

(13) TDV İslam Ansiklopedisi, Yanya maddesinden yararlanılmıştır.