Ermeniler ve Mustafa Abdülhalik Renda - 5

Abone Ol

Tarih bir Alemdar vak’ası daha görmüş olur…

Mustafa Abdülhalik Renda - 5

“Bitlisi son ana kadar müdafaa etmek, en son dakika da ise oturduğum evi, ailem içinde olduğu halde ateşe vermek ve Ermenilerin eline ne kendimi, ne de ailemiz efradından hiçbirini diri olarak ele geçirtmemek.”

Evlad-ı Fatihan Mustafa Abdülhalik Bey’in hayatını ele alan yazı dizimizin bu bölümünde, Türk tarihinin ve Renda’nın hayatının en önemli dönemlerinden birini kapsayan Cihan Harbi’ni ve Ermeni meselesini ele alacağız. Renda’nın hayatını günlükleri ve anıları üzerinden aktarırken, hatıratların yazanın ruh haline göre ortaya konulan eserler olması sebebiyle objektif olamayacağı prensibiyle, anlatılan olayları başka kaynaklardan da teyit ederek siz okurlarımıza sunmaya çalışmaktayız. Onun hayatını ele alan yazı dizisini, tarihin ruhunu daha iyi ortaya çıkarmak için başka kaynaklardan da yararlanarak tematik olarak yayınlamaktayız. Sonuçta ortaya geniş kaynak kullanımına dayalı uzun yazılardan oluşan bölümler çıkmaktadır. Lakin Çankırı Postası gibi internet gazetelerinde bu durum hem yazar hem de okurlar için problem teşkil etmeyecektir. Çünkü internet gazeteciliği, okurlarına ve araştırmacılara istenildiği anda yazılara ulaşarak gerektiğinde bölüm, bölüm okuma imkânı sağlamaktadır. Bu sebeple, dost ortamlarında yazılarımın uzun olmasını tenkit eden okurlarıma selamlarımı göndererek konumuza geçiyorum.

Osmanlı devletinin son dönem sivil bürokratlarından olan Mustafa Abdülhalik Renda’nın yaşadıkları ülkenin gelecek politikalarını düzenlemek açısından da çok önemlidir. Hata ve sevaplarıyla o yıllarda yaşanan olaylar, günümüzde ki pek çok probleme ışık tutacak, çözüm önerileri sunacak tarzdadır. Bir önceki bölümde ele aldığımız Kürtçülük isyanları ve bu bölümde ele alacağımız Ermeni ihanetleri bunların en önemlilerindendir. Renda bu meselelerde üst düzey sivil bir devlet adamı olarak önemli roller üstlenmiştir. Hatta, Cihan Harbi sırasında yaşananlar sebebiyle Renda, Ermeni kaynaklarında sözde, “Soykırım Valisi” olarak anılarak, günümüzde bile iğrenç propagandalarına malzeme olarak kullanmaktadırlar. Türk devleti düşmanlarının bu şekildeki suçlamaları, aslında Mustafa Abdülhalik Bey’in yaptıklarının ne kadar doğru ve önemli olduğunu günümüzde bir kez daha ortaya koymaktadır. Suçlama yapanların da aslında olayları ve Renda’nın kim olduğunu bilmediği/çarpıttığı sadece kara politika yapılarak, sözde iddialarını taze tutmaktan başka bir şey olmadığı, yaşananlar incelendikçe net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, suçladıkları insanın, Talat Paşa’nın kayınbiraderi olduğunu bile yayınlarında yazmaları, diğer iddiaları gibi ne kadar gayriciddi ve iftiracı olduklarını ortaya koymaktadır. Mustafa Abdülhalik Bey’in icraatları ile soykırımcı vali (*) olarak Ermenilerce suçlandığı, sürgüne gönderildiği, idamdan döndüğü günleri iyi anlamak için elbette sadece anıları ve günlüklerini okumak yeterli değildir. Tehcire -zorunlu göçe- giden süreçte Osmanlı coğrafyasında yaşanan olayları, büyük devletlerin politikalarını, toprak kayıpları sonucu yaşanan katliam ve göçleri, Ermeni örgütlerinin çıkardığı isyanlar ve sonuçlarını geniş bir tarihi perspektifle ele almak gerekir. Hatta tarihte Ermenilerle ilk karşılaştığımız yıllardan başlayarak, 1914 yılına kadar kısaca da olsa göz atmak gerekmektedir…

Hıristiyanlığın, Ermeniler arasında yayılması ve devlet dini haline gelmesi, misyonerlerin ve Ermeni kilisesinin de kurucusu olan Aziz Gregory’nin faaliyetleri ile başlamıştır. Türk boyları 11. yüzyıldan itibaren yoğunlukla Orta Asya’dan, batıya doğru ilerlemişlerdir. Bin yıl önce bu topraklar da karşılaştıkları yerli unsurlar, devlet kurabilme vasfından yoksun, kabile ve aşiret münasebetlerinin kültür anlayışında yaşayan, Bizans’ın siyasi hâkimiyetini kabullenmiş topluluklardır. Selçuklular Doğu Anadolu sınırlarına dayandığında, Anadolu’da Rumlar, Süryaniler, Ermeniler ve Araplar vardı ama Bizans İmparatorluğu buranın tek hâkimiydi. İlk Türk akınlarının başladığı dönemde Ani, Van, Lori ve Kars’ta Ermeni prenslikleri bulunuyordu. Türk fethi öncesinde Doğu Anadolu’da Bizans İmparatorluğu’na bağlı prenslikler halinde yaşayan Ermeniler dini bakımdan Bizans’ın büyük baskısı altındaydılar. Bizans, Grekleştirip Ortodoks yapmaya çalıştığı Ermenileri, doğu sınırından gelen saldırılara karşı kullanıyordu. Ancak yüzyıllar boyunca yaşanan olaylar Bizans’a Ermenilerin hiç de sadık müttefikler olmadığını göstermişti. Selçuklu hükümdarı Çağrı Bey’in 1018 yılında Doğu Anadolu’ya yaptığı keşif akınları sırasında Ermeniler hiç varlık gösterememişti. Bunun üzerine Bizans İmparatorluğu, 1021’de Doğu Anadolu seferine çıkarak bu bölgedeki Ermeni prensliklerini ortadan kaldırdı. Ermenileri tehcire başka bir ifadeyle zorunlu göçe tabi tutarak Anadolu’da bazı şehirlere sevk ettiler. Bizans Ermeniler ve Süryanileri Ortodoksluğu kabule zorluyordu. Sultan Alparslan tahta geçince 1064 yılında Kafkas seferine çıkarak, fetihlerinin arasına Ermenilerin yaşadığı Ani Şehrini katmıştır. Ani, Ermeniler için çok önemli bir dini ve siyasi merkez olup şehrin asla Türkler tarafından alınamayacağına güveniyorlardı. Ani Şehri’nin önemi Anadolu’ya kale kapısı vazifesi görmesi açısından çok önemliydi. Şöyle ki, Bizans İmparatorluğu’nun doğuda kurduğu, Batum’dan Van’a uzanan savunma hattın da bulunan son Ermeni prensliğinin düşmesiyle, Bizans İmparatorluğu’nun savunma hattı parçalanmış ve Malazgirt zaferi ile Anadolu kapıları ardına kadar Türklere açılmıştır. Bizans’ın baskıcı politikalarını Ermeni tarihçi Urfalı Matheos ile Süryani tarihçi Mihael eserlerinde “Türkler, fesat, kötü ve din sapkını Rumlar gibi kimsenin dinine ve inancına karışmıyor; hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı” şeklinde yer vermişlerdir.

Sultan Alparslan’dan sonra, tahtta geçen Sultan Melikşah ile Ermeniler görüşme talep etti. Bizans İmparatorlarının bile sapkın olarak gördüğü Ermenileri, Sultan Melikşah kabul ederek, isteklerini hoşgörüyle karşılayarak dini merkezlerinin mukaddes olduğunu bu hususta gerekli özenin gösterileceğini bildirmiştir. Bu durumu, günümüzde bile bazı Ermeni aydınları “Bugün dünyada bağımsız Ermeni kiliseleri varsa, biz bunu Türklere borçluyuz. Eğer, Bizans hâkimiyeti devam etseydi, bizi zorla İstanbul kilisesine bağlayacaklardı” diyerek dile getirmektedirler. Sultan Melikşah, Ermeni kilise ve manastırlarını vergiden muaf tutmuştur. Ermeniler kendilerine tanınan imtiyazların tesiri ve Türklerin artık Anadolu’da egemen olduklarını anlamalarından dolayı kendi kaynaklarından Türklere bakışın değiştiğini görüyoruz. Ermeni tarihçi Urfalı Mateos, Melikşah’tan bahsederken, “Sultanın yüreği, Hristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. O, geçtiği memleketlerin halkına bir baba gözü ile bakıyordu. Böylelikle hiç muharebe yapmadan birçok eyalet ve şehirlere hâkim oldu” sözlerini kullanmaktadır(1). Ancak, Ermenilerin bu tavrı uzun sürmemiştir. 1096 yılında Haçlı Seferlerinde Çukurova’dan Kudüs’e geçen haçlı ordusunu bağımsız devlet kurmak amacıyla desteklemişler ve daha önce Sultan Melikşah’a yaptıkları övgüleri bu seferde Haçlı komutanlarına yapmaya başlamışlardır. Haçlılar Urfa’yı ele geçirirken, Antakya ise şehrin kapısını bir Ermeni komutanın açmasıyla haçlıların eline geçmiştir. Ermeniler, bizi kâfirlerin elinden kurtaracak Hristiyan ordular geldi diyerek haçlıları sevinçle karşılamışlar, ancak Papanın Ermenilerin sapkın olduğunu ve vaftiz olmaları halinde bağımsızlık taleplerinin kabul edileceğini söylemesi üzerine Ermeniler tekrar taraf değiştirerek, Sultan Mesut’tan yardım istemişlerdir. Bunun üzerine Selçuklular tekrar her iki şehri de tekrar ele geçirmiştir. 12. yüzyıla girdiğimizde Anadolu artık iyice Türkleşmiştir. Bu durumu batılıların da kabul ettiğini, İkinci Haçlı orduları ile 1150 yılında Anadolu’ya gelen Haçlı tarihçinin tuttuğu kayıtlardan anlıyoruz. Haçlı tarihçi kayıtlarında Anadolu’dan, Latince Türklerin ülkesi anlamına gelen “Turkiya” olarak bahsetmektedir. 1197 yılında Anadolu Selçuklu Devletinde ortaya çıkan kardeş kavgaları üzerine Ermeniler bundan yararlanarak bazı beldeleri işgal etmişlerdir. Ermeni Kralı’na karşı Sultan II. Süleyman Şah Çukurova seferi düzenleyerek, Kral Leon’a Türkiye Selçuklu Devleti tabiiyetini kabul ettirmiştir(2). Selçuklu Ordusunun Kösedağ’da, 4 Temmuz 1243’de Baycu Noyan kumandasındaki Ermeni ve Gürcülerin de yer aldığı Moğol ordusu tarafından bozguna uğratılması üzerine Moğollar, bütün Anadolu’ya hâkim olmuşlardır. Halep’e gitmek için yola çıkan sultanın aile mensupları Moğolların teveccühünü kazanmak üzere Ermenilerce Baycu Noyan’a teslim edilmiştir. Çukurova Ermenileri ayrıca güya öç alma amacıyla, Halep’e giden tacirlerin mal ve paralarına el koydukları gibi kadınlarını da peşkeş çekmişlerdir. Kösedağ savaşından önce Sultana gelip “Moğollara karşı bütün Ermenilerin kendisine yardımcı olacakları” hususunda söz veren Ermenilerin savaştan sonraki tam tersi ve insanlık dışı hareketlerini Süryani müellifi Abu’l Farac şiddetle kınayarak kaleme almıştır. 1246 yılında Ermenileri koruyup gözetmelerine rağmen, Batı Moğolları hükümdarı Batu Han’dan izin alıp toparlanan Selçuklu ordusu Çukurova’ya ulaşarak Ermenilere kuşatmıştır. Gıyaseddin Keyhusrev’in ölüm haberinin gelmesi üzerine Ermenilere ağır bir anlaşma imzalatılarak Konya’ya dönülmüş, sonrasında ise Türkiye Selçuklu devletini sarsan iç ve dış olaylar neticesinde Ermeniler anlaşmaya uymamışlardır. Selçuklunun tabiiyetinden çıkarak Moğollar ile Memlüklülere tabi olarak yönetimlerini sürdürmeye çalışmışlardır(3).

1299 Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Türkler kısa sürede İstanbul’u alarak, Arap çöllerinden Tuna Nehrine kadar olan topraklara egemen olmuşlardır. Sahip olduğu coğrafyayı başkent İstanbul’dan yönetmeye başlamışlardır. Ermenilerin İstanbul’daki tarihleri eski olmasına rağmen, Ermeni cemaatine Bizans tarafından bağımsızlık tanınmamıştı. Ermeni Patrikhanesinin kuruluşu II. Mehmet’in İstanbul’u fethiyle gerçekleşmiştir. Osmanlı, halkının çoğu Müslüman olduğu halde devlet Musevi ve Hıristiyan olan milletler olarak tanımlanan azınlıkların dini hürriyetini tamamen garanti altına almıştır. Bunlar çoğunlukla kendi dini liderleri tarafından idare edilmiş, Musevi ve Hıristiyanlar, Müslüman komşuları ile yan yana yaşamışlardır. Ermeniler belirli bir azınlık olarak, Osmanlı kültürüne ve toplumuna çabuk uyum sağlamışlardır. Ermenilerden dışişleri bakanı ve büyükelçi olmuş hatta hazineyi bile yönetmişlerdir. Müslümanlar, Hıristiyan milletler arasında en sadık olarak Ermenileri biliyorlardı. En azından bu durum 19. yüzyıla kadar böyle sürmüştür.

Muhtelif kaynaklara göre 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni Nüfusu.

Avrupa’da meydana gelen ekonomik ve sosyal değişime bağlı siyasi hareketler çok milletli Osmanlı Devletini de etkilemeye başlamıştır. Din, kültür ve gelenekleri korunan Gayr-i Müslim toplumlar; Fransız İhtilali sonrasında gelişen milliyetçilik fikirlerinin büyük devletlerin Osmanlı Devletini parçalama çabalarıyla birleşmesiyle, devlete karşı başlayan isyanlar bir türlü durdurulamamıştır. 1877-1878 Osmanlı- Rus savaşı ve savaşın sonunda imzalanan Berlin antlaşması, devletin dağılma ve parçalanma süreçlerinden en önemlisidir. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında 1876'da çıkan, "93 Harbi" diye bilinen savaşta feci şekilde mağlûp olunmuştur. Rus birlikleri Ayastefanos'a, yani Yeşilköy'e kadar gelmişler bunun üzerine 3 Mart 1878'de anlaşma yapılmıştır. Ayastefanos Anlaşmasının 16. maddesi, Osmanlı Devleti'nin doğu vilâyetlerinde idarî reformlar öngörüyordu. Osmanlı Devleti anlaşmanın oldukça sert olan bazı maddelerini hafifletmek için Berlin'de konferans düzenlenmiştir. Ancak bu girişim sonuç vermemiş, 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Anlaşması'nın 61. maddesinde de reformlar aynen yer almıştır(4). 93 Harbi sonucu Balkan topraklarının önemli bir kısmı kaybedilmiş, bu bölgelerde yaşayan çok sayıda Türk ve Müslüman katliama maruz kalmış veya elde kalan topraklara sürülmüştür. Daha önce toprak kayıpları sonucu Kırım, Kafkasya ve Balkanlarda başlayan göçler 1877-78 Osmanlı- Rus savaşı sırasında ve sonrasında hızlanmıştır. Osmanlı-Rus Savaşı Bulgaristan için de son derece önemli neticeler doğurmuş olup, savaş sonunda İstanbul yakınlarına kadar gelen Rusların desteğinde Bulgarlar tarafından Müslüman-Türk halkı büyük zulüm görmüştür. Öldürme ve yağma dışında başta cami ve mezarlıklar olmak üzere Türklerle ilgili her şey büyük çapta yok edilmişti. Berlin Antlaşması sonrası Tuna ile Balkanlar arasında Sofya, Niğbolu, Ziştovi, Rusçuk, Silistre, Varna, Şumnu, Lofça ve Tırnova gibi şehirleri içine alan muhtar bir Bulgaristan Prensliği kurulmuştur. Bulgaristan’da olanlar Ermeniler için cesaret verici olmuş ve aynı yolu uygulamaya karar vermişlerdir. Bu süreç 20. yüzyılda da devam etmiştir. 1912-13 Balkan Savaşları sonucu Rumeli’nin tamamen kaybedilmesiyle bu katliam ve göçler artarak devam etmiştir.

Osmanlı devletinin askeri ve ekonomik yetersizliği ile Türklerin batıdaki topraklarını kaybetmeye başlaması ile 19. yy sonlarına doğru Ermenilerle problemler yaşanmaya başlanmıştır. 1878 Berlin Antlaşmasında ilk defa olarak Ermenilerin varlıklarını belirten ve bağımsızlıklarını sağlamaya yönelik hükümler yer almıştır. Devletin içinde olduğu ve giderek artan siyasi, idari, ekonomik problemlerinin yanı sıra; merkezi otoritenin zayıflaması ile en önemlisi dış kaynaklı faktörler Ermenilerin harekete geçmesinde rol oynamıştır. Ermeniler politik girişimlerine paralel, eğitim konusuna önem vererek ülkenin pek çok yerinde başarıyla yüzlerce misyoner okulu, kolejler aracılığıyla tabana yayılarak, fikri anlamda Ermeni gençleri yetiştirilmiştir. Hınçak ve Daşnak terör örgütlerini kurarak, Ermeni kiliselerini karargâh haline getirmişlerdir. Balkanlarda topraklarımızın benzer metotlarla başarıyla koparıldığını gören Ermeniler, Doğu’da da Bulgaristan benzeri bir devlet kurma çabasına girmişlerdir.

Ermeniler, 27 Ağustos 1896 tarihinde reformların bir an önce yapılması taleplerini batılılara duyurma bahanesi ile İngiliz ve Fransızların sahibi oldukları Osmanlı Bankası'nı işgal etmişlerdir. Ermeni komitacıları farklı şehirlerde 1894-1896 yıllarında ki isyan teşebbüslerinden sonrada Bitlis’te de isyana kalkışmışlardır. Buradaki isyanlar, Muş ve Sasun’un dağlık yapısı sebebiyle devleti uzun süre uğraştırmıştır. 1906-1907’de Erzurum ve Bitlis’te isyanlar baş göstermiştir. İsyanlar emperyalist devletlerin istediği yerlerde çıkarken, Bağdat demiryolunun önemi sebebiyle bu sefer emperyalist emellerin teşviki ile isyanlar 14 Nisan 1909 tarihinde Adana’da da kendini göstermiştir. Büyük güçlerin Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale etmelerini sağlamak amacıyla 1890-1909 tarihleri arasında Ermeniler farklı bölgelerde pek çok olaylar çıkarmışlardır. Olaylarda hem Müslüman kanı, hem de Ermeni kanı dökülmüştür. Ancak olaylar batı kamuoyunda Osmanlı Devleti’nin Hristiyan Ermenileri katlettiği şeklinde yansıtılmıştır. Avrupa’da “Mazlum ve mağdur Hristiyan Ermeni; barbar, vahşet saçan Türkler” imajı oluşturulmaya çalışılmıştır.

Balkan Savaşı sonrası siyasî, askerî, iktisadî ve toplumsal çözülmenin eşiğine sürüklenen Osmanlı Devleti, 1913 yılında Avrupa siyasî çevrelerince yeniden gündeme getirilen Ermeni meselesinden dolayı çok zor bir döneme sürüklenmiştir. Avrupa’da Ermeni toplumuna duyulan “sempati”, kısa sürede Türklere karşı bir kamuoyu oluşturulmasına fırsat yaratmıştır. Osmanlı hükûmeti, Ermeni ıslahatı için bir takım teşebbüslere başlamış, taşra yönetimine azınlık temsilcilerinin de katılımı konusuna olumlu yaklaşılmıştır. Osmanlı Devleti, Ermenilere ıslahat reformunu, başka ülkeler özellikle Rusya olmadan çözmek için yaptığı girişimler bir türlü sonuçlanmamıştır.

Mustafa Abdülhalik Bey'in Bitlis Valisi iken Dahiliye Nezaretine çektiği telgrafı. 

(Arşiv belgelerine göre tehcire giden yol, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri GM Yayın No: 142) 

Ermeniler ile Osmanlı Devleti arasındaki ayrılık en belirgin halini, 8 Şubat 1914 tarihinde, Avrupalı devletlerin Rusya lehine, baskıları sonucu Osmanlı Devleti’nin onaylamak zorunda kaldığı “Islahat Planı” ile almıştır. Anlaşma, Sadrazam Said Halim Paşa'nın Yeniköy'deki yalısında Paşa ile Rusya'nın İstanbul'daki maslahatgüzarı tarafından imzalanmıştır. “Yeniköy Konferansı” olarak bilinen bu belge ile Ermeniler adeta bağımsızlık kazanmaktadır. Plana göre; Erzurum, Sivas, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır ve Trabzon illerinin yönetimi iki yabancı genel müfettişe bırakılmaktadır. Bu müfettişler, her yönden çok geniş yetkilere sahip olacaktır. Böylelikle Rusya Ermenilerin koruyuculuğunu yeniden üstlenmektedir. Bu süreçten sonra Anadolu’daki Ermeni faaliyetlerinin daha da arttığı görülmektedir. Uzun yıllar her fırsatta isyan edip, bir Ermeni Devleti kurmanın yollarını arayan Ermeniler, Osmanlı’nın savaşa girmesini fırsat bilmişlerdir(5). Devletin bazı topraklarını yabancı memurların idaresine terk etmesi demek olan bu anlaşma, aslında Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk teslimiyet belgelerinden biridir. Yeniköy Mukavelesi’ne uzanan gelişmeler, daha eski senelerde yaşanan yenilgilerin ve felâketlerin neticesiydi. Yeniköy Mukavelesi uyarınca kurulan ve devletin topraklarının bir bölümünde hâkimiyetten vazgeçmesi anlamına gelen genel müfettişlikler, on ay boyunca fiilen bir gelişme gösteremeseler de, resmen var olmuşlardır. Kadrolar, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na girmesinden hemen sonra 31 Aralık 1914'te yayınlanan bir fermanla lâğvedilerek, müfettişler memleketlerine gönderilmiştir(6).

Buraya kadar Cihan Harbi öncesi Ermenilerin, Türklerle ve diğer milletlerle olan ilişkilerine göz attığımız da şunları gördük. Ermeniler Selçuklulardan önce Bizans imparatorluğuna tabi olarak iki büyük aile kolunun yönetiminde krallık adıyla yaşamlarını sürmekteyken, Bizanslılara itaatsizlikleri sebebiyle, Anadolu içlerine sürülmüşlerdi. Böylece tarihte en büyük Ermeni tehciri Bizanslılar tarafından yapılmıştı. Söz konusu tehcir sebebiyle Doğu Anadolu’da artık herhangi bir Ermeni siyasal kuruluşu kalmamış, Bizans’ın baskısından kurtulan Ermeniler, Selçukluları kurtarıcı olarak karşılamışlardı. Selçukluların buhran ve kargaşa içinde bulunduğu durumlarda ise tarihi kin ve düşmanlığı olmasına rağmen Bizanslılarla, Haçlılarla veya Moğollar ile işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdi. Tüm bunlara rağmen siyasal yetenekten yoksun olarak bir türlü devlet kuramamışlardı. Bizans, Selçuklu, Moğol, Memlüklü ve Osmanlı devletlerinin hâkimiyetlerini tanıyarak kimliklerini muhafaza etmişlerdi(7).

Vilâyat-ı Sitte: 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması'na göre Osmanlı Devleti'nin Erzurum, Van, 

Mamüretü'l Aziz, Diyarbekir, Sivas, Bitlis olmak üzere altı vilayetin adı.

Siirt’te mutasarrıf olarak bulunan Mustafa Abdülhalik Bey, 25 Mart 1914 tarihinde Bitlis Valisi Mazhar Bey’in yetersizliği sebebiyle yerine “Erbab-ı Ehliyetten”, acilen atandı. Balkanların nasıl kaybedildiğini iyi bilen devlet kadroları, doğuda meydana gelecek olayları tahmin etmişler ve bu sebeple Bitlis’i, Valiliğine dört yıl olmasına rağmen Abdülhalik Bey’e emanet etmişlerdi. Siirt’te Kürtçülük ayaklanmasını başarıyla bastıran Abdülhalik Bey, Bitlis’in imar işleriyle uğraşırken, Harbiye Nazırı Enver Paşa 2 Ağustos 1914’te genel seferberlik ilan etmiştir. Cihan Harbi 28 Haziran 1914’de başlamıştır. Harbin başlaması ile Mustafa Abdülhalik Bey’in, Bitlis’ten ordunun iaşe ihtiyacının karşılanması için büyük katkıları olmuştur. Gece gündüz yaptığı inceleme ve denetimler ile Bitlis üretimi kavurma ve peksimet asker tarafından çok beğenilir hale getirilmiştir. İaşeler içinde önemli bir yer tutan kavurmanın standart bir hale gelmesi için epey uğraşmış, kavurma tenekelerinin üzerine dolum tarihi ve son paketleyenin ismini yazarak güvenle tüketilebilecek hale getirtmiştir. Mustafa Abdülhalik Bey, Bitlis’te peksimet fırınlarını da bizzat teftiş ederek kaliteli iaşenin cepheye gönderilmesi için gece gündüz uğraşmıştır. İaşe tedariki konusunda yaşanan trajikomik olaylara hatıratında geniş şekilde yer verilmiştir.

Bitlis'te Mart ayına ait Vali Mustafa Abdülhalik Bey'in hazırladığı cetvellerden örnek.

(Gönül Türkan Demir, Mustafa Abdülhalik Renda, 1881-1957, AAM, 2015, s. 158.)

1914 yılı sonuna gelindiğinde bölgede özellikle Ermenilerin sebep olduğu huzursuzluklar iyice artmıştır. Artık ahalinin Ermenilere hiç güveni kalmadığı, 27 Aralık 1914 tarihinde Erzurum, Bitlis ve Van vilayetlerine gönderilen talimatlardan anlaşılmaktadır. Talimat, “Ermeni ahaliye mensup ve memuriyeti dolayısıyla silahlı olan polis komiserlerinin görevlerine son verilmesinin uygun olacağı, diğer polis memurlarının uzak yerlere tayin edilmek suretiyle, istifaya mecbur bırakılmalarının ya da başka vilayetlere tayin edilmelerinin uygun görüldüğü” şeklindedir(8). 28 Haziran 1914’de Cihan Harbi’nin başlaması Ermenileri iyice umutlandırmıştı. Ermeni cemiyetleri derhâl itilaf devletlerinin safına geçerek, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde birlikler kurmaya, Ruslarla beraber Osmanlıya karşı savaşmaya başladılar. Osmanlı Devleti bu isyanları başlangıçta, idari ve askeri tedbirlerle önlemeye çalışmıştır. 18 Eylül 1914 tarihli Bitlis Valisi Mustafa Abdülhalik Bey 3. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği şifreli telgrafta “Seferberlikten sonra bu bölgedeki Ermeniler, komitelerin talimatlarına göre Kafkasya Ermenileriyle birleşerek Rus Ordusunun harekâtını kolaylaştırmaya karar verdiklerini” bildirmiştir. Kasım ayında, Cihan Harbi’ne Türklerde iştirak etmek zorunda kalmış, 27 Şubat 1915’te ordudaki Ermeni askerlerinin silahsızlandırılması kararı alınmıştır. Ermenilerin vatan mücadelesi veren Osmanlı askerlerinin hareketlerini engelledikleri, erzak ve konvoylara müdahale ettikleri, masum halka işkence, tecavüz ettikleri, ev ve barınaklarını yaktıkları, düşman ile işbirliği içinde oldukları gibi sebeplerden dolayı yerlerinin değiştirilmesi uygun görülmüştür.

Rus ordusunun Doğu Anadolu’da ilerlemesi, Çanakkale Savaşları ile İstanbul’un tehlike altına girdiği bir dönemde Zeytun, Bitlis, Siirt, Muş ve Erzurum’un ardından Van isyanı patlak vermiş ve şehir Ermeni öncü kuvvetlerinin desteği ile Ruslar tarafından ele geçirilerek yıkılmış, otuz bin Müslüman öldürülmüştür. Rus birlikleriyle ortak hareket eden Ermeni gönüllü alaylarının öncelikli hedefi, bu bölgeleri ele geçirip Ermenistan olarak düşündükleri vilayetlerden kurtarılmış bölge oluşturmaktır. Kars ve Ardahan’da başlattıkları katliamları Van’da da devam ettiren Ermeni Komitecileri, 1915 yılı ve sonrasında Doğu Anadolu bölgesinde binlerce Müslüman’ı katletmişlerdir.

Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın, Çankırı'ya gözaltına gönderilen bazı Ermenilerin İstanbul'a dönebilmeleri 

için Kastamonu Vilayeti'ne çektiği telgraf. 

(Arşiv belgelerine göre tehcire giden yol, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri GM Yayın No: 142) 

Osmanlı ordusu iki ateş arasında kalmış, topraklarını korumak için gereken tedbirleri almak mecburiyetinde bırakılmıştır. 15 Nisan 1915’te Van’da başlayan Ermeni isyanı üzerine, 24 Nisan 1915 günü Hükûmet Osmanlı Ermeni Komiteleri liderlerini "Düşman orduları lehinde askeri faaliyetlerde bulundukları" gerekçesiyle İstanbul'da tutuklamıştır. 24 Nisan 1915 tarihli bu genelge ile İstanbul’da komite mensubu 235 kişi tutuklanmış, Ermeni komiteleri kapatılmış, çok sayıda silaha el konulmuştur. Dâhiliye Nezareti’nden 25 Nisan 1915 tarihinde çekilen telgrafla yazdığı gibi, Haydarpaşa’dan trenle gönderilen yüz seksen Ermeni’den bir kısmının Ayaş’ta yüz kadarının Çankırı’ya sevk edilmeleri istenilmiştir. Ankara’ya gelen Ermenilerden sanatçı ve yazarlar Çankırı olmak üzere politikacılarda Ayaş’a zorunlu ikametgâha tabi tutulmuşlardır. İstanbul dışında Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde de üç yüz yirmi bir örgüt üyesi tutuklanmıştır. Hükümetin bu kararı Ermenilere ağır darbe vurmuştur. Öyle ki, sonraki yıllarda 24 Nisan gününü, Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti bir tür "Seçilmiş travma" olarak ilan etmişlerdir. Ermenilerin tehcirin yıldönümü olarak 27 Mayıs’ı değil, 24 Nisan'ı seçmelerinin nedeni alınan kararla liderlerinin toplanması ve daha sonraki zorunlu göçe hazırlıksız yakalanmalarıdır.

Peki, Osmanlı Devletini 24 Nisan 1915 gününe mecbur kılan gelişmeler, İstanbul'daki ve Anadolu'daki manzara neydi? İstanbul'da Fransız Elçiliği tarafından hazırlanan 25 Nisan-1 Mayıs 1915 arasındaki istihbarat notlarına göre vaziyet şöyledir: Rus donanması İstanbul Boğazı'nın Karadeniz girişindedir ve İngiliz ile Fransız donanması Çanakkale Boğazı girişine saldırmaktadır. Kafkasya Cephesinde Ermeniler, Rus ordusuyla birlikte Türklere karşı savaşmaktadır. Bunların yanı sıra Osmanlı içeriden de hançerlenmekte, Erzurum ve özellikle Van'da Ermeni çeteleri, Türklere karşı savaşmaktadır. Kısacası devlet savaşarak varoluş mücadelesi verirken, en büyük darbeyi içeriden Ermenilerden yiyordu. Ermeni Komiteleri ve gönüllü birlikleri sadece Rusya değil, İngiltere ve Fransa ile de işbirliği yapıyorlardı. Adana Dörtyol’da İskenderun civarında düşman donanmaları tarafından casusluk etmek üzere gönderilen Ermeni komitacıları yakalanmıştır. Çünkü bu sırada İngiltere ve Fransa’da Ermeni gönüllü birlikleri oluşturmuş, bu birliklerin yardımıyla İskenderun’a çıkarma planı yapmışlardır. Cemal Paşa, bu teşebbüsün bölgeyi Osmanlı yönetiminden koparacak ciddi bir olay olduğunu kaydetmekte, Zeytun ve Urfa isyanlarını bu plan ile ilişkilendirmektedir. Ermeniler, 5 Mayıs 1915’te Van’a girerek. Bitlis ve Muş’a yönelmişlerdir. 7 Mayıs 1915’te Van Ermeni İdaresi kurulmuştur. Bu olaylar esnasında binlerce Müslüman katledilmiştir. Van katliamından sonra benzer olaylar Muş, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Adana, Urfa, Trabzon, Maraş gibi yerlerde de tekrarlanmıştır. Görüldüğü gibi Ermeni isyanları Rus ve İngiliz savaş stratejileriyle uygun düşmektedir.

1 Haziran 1915 tarihinde yürürlüğe giren Tehcir Kanunu gereği uygulanan zorunlu göçten bir görüntü.

Bu şartlar altında 27 Mayıs 1915’te Sevk ve İskân Kanunu çıkarılmış, 30 Mayıs’ta da Meclis-i Vükela kararı ile tehcirin nasıl yapılacağına dair esaslar belirlenmiştir. Talat Paşa’yı 27 Mayıs 1915’de “Sevk ve İskan Kararı”nı çıkarmaya şartlar zorunlu kılmıştır. Tehcir kanununa göre, Erzurum, Van, Bitlis vilayetlerindeki Ermeniler, Musul, Zor, Urfa bölgesine; Adana-Maraş Ermenileri ise Suriye’ye gönderilmişlerdir. Bu kanunla Ermeniler, savaş bölgesinin dışında ülkenin daha güvenli olan güney bölgelerine sevk edilmişlerdir. Sevk ve iskân kararı başlangıçta cephelerin güvenliğini tehlikeye düşürecek bölgelerde uygulanmıştır. Günümüzde yaşananlarla önemi çok daha iyi anlaşılan zorunlu göç uygulaması, Talat Paşa tarafından hazırlanan ve 1 Haziran 1915 tarihinde yürürlüğe giren Tehcir Kanunu’dur. Kanun gereği isyana karışanlar, savaş bölgesi dışına sevk edilmiştir. Göç edecek olan tüm ahalinin haklarının korunması, can ve mal güvenliklerinin sağlanması, düşünülerek kanun da bu hususlarda belirtilmiştir. Tehcir elbette tüm Ermenileri kapsamamıştır. Osmanlı Dâhiliye Nazırı olarak Talat Paşa, 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeni tabasının İmparatorluğun güney bölgelerine sevk ve iskân edilmesi kanununun çıkarılmasında ve uygulanmasında sorumluluk üstlenmiştir. Bu karar askeri bir tedbir olarak alınmış, Ermeni eşkıyaların ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşan Ermeni gönüllü birliklerinin Ermeni halktan aldığı desteğin ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Osmanlı hükümeti, I. Dünya Savaşı’nın olumsuz şartları içinde tehciri uygularken, Ermenilerin can ve mal güvenliklerinin sağlanması konusunda gerekli tedbirleri almıştır. Ancak alınan tedbirlere rağmen, bazı bölgelerde olumsuzluklar yaşanmış, Ermeni kafilelerine saldırılar olmuştur. Bu sebeple Osmanlı hükümeti, taşrada kafilelere saldıran, mallarını gasp eden, kanun dışı davrananlar ile yetkilerini kötüye kullanan devlet görevlileri ve çetecilik yapanlar 1915-1916 yıllarında Divan-ı Harplerde yargılanarak, idam dâhil çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Tehcir, Ermeni örgütlerinin çıkardıkları isyanların ve yaptıkları katliamların I. Dünya Savaşı içinde artması ve düşman ordularıyla yaptıkları işbirliğine karşı geçici bir tedbir olarak alınmıştır.

Mustafa Abdülhalik Bey'in Bitlis Valisi iken Dahiliye Nezaretine çektiği telgrafı. 

(Arşiv belgelerine göre tehcire giden yol, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri GM Yayın No: 142) 

Nitekim 25 Kasım 1915’ten itibaren vilayetlere gönderilen emirlerle, kış mevsimi dolayısıyla sevkiyatın geçici olarak durdurulduğu bildirilmiştir. 21 Şubat 1916’da bu emir, Ermeni sevkiyatına son verilmesi şeklinde bütün vilayetlere tebliğ edilmiştir. Osmanlı Hükümeti, ilk emirden yirmi gün sonra, yani 15 Mart 1916 tarihinde vilayetlere ve sancaklara gönderdiği ikinci bir genel emirle, Ermeni sevkiyatının durdurulduğunu ve bundan böyle hiçbir sebep ve vesileyle sevkiyat yapılmamasını bildirmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Osmanlı Hükümeti 4 Ocak 1919 tarihinde göçe tabi tutulan Ermenilerden isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmelerine imkân veren bir kararname çıkarmıştır. Geri dönüş kararnamesi ile Anadolu topraklarına dönen Ermeniler, Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde bağımsız bir Ermenistan kurma hayali ile bu defa da Milli Mücadele’ye karşı Fransız işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmışlardır. Esasen tarihin hangi döneminde Türklere karşı yapılmış bir savaş varsa, Ermeniler düşman devletin saflarında yer alarak Türklere karşı savaşmış ve sivil Türkleri de katletmiştir. Ermenilerin, tehcir edilmesinde dönemin büyük devletlerinin politikalarının önemli rol oynadığını vurgulamak gerekir. Tehcirin önemli sebeplerinden birinin Anadolu’nun parçalanmasının önüne geçmek olduğu açıktır. Osmanlı hükümeti; Balkanları kaybetmeyi bir ölçüde kabul etmek zorunda kalmış, ama devletin ana gövdesi olan Anadolu’nun da yarısına yakınının elden çıkmasına göz yummamıştır.

Dahiliye Nezaretinin, Bitlis Valisi Mustafa Abdülhalik Bey'e çektiği telgrafı. 

(Arşiv belgelerine göre tehcire giden yol, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri GM Yayın No: 142) 

 Tehcir Kanunu gereği isyana karışanlar, savaş bölgesi dışına sevk edilmiştir. Göç edecek olan tüm ahalinin haklarının korunması, can ve mal güvenliklerinin sağlanması, düşünülerek kanun da bu hususlarda belirtilmiştir. Mustafa Abdülhalik Bey, Bitlis Valisi olarak kanunda belirtilen hususları azami şekilde yerine getirdiğini ve o günlere ait olayları hatıratında yer vermiş, yaşadıklarını anlatmıştır. Hatıratında o döneme ait bazı olayları şu şekilde aktarmıştır.

Van işgal edilmiş, Bitlis’inde vaziyeti kritikti. Van’da Türklere yapılan işkenceler etrafa yayılıyordu. Hâl bu vaziyette iken bir gün başlarında Ermeni marhasası olduğu halde Bitlis’in ileri gelen Ermenilerinden beş kişi makamıma geldiler. Bitlis’te eskiden beri iyi geçindiklerini, Bitlislilerin telaşına mahal olmadığını kendilerinin teskin edilmesini istediler. Cevaben “Bu müracaatınızdan şunu anlıyorum. Bitlis yakında Van gibi işgal edilecek, biz buradayız, Türkleri himaye edeceğiz, Van’dakiler gibi yapmayacağız. Müracaatınızın gayesi bu ise size söylüyorum ki Bitlis tamamen harap olmadıkça bu vaziyet burada hâsıl olmayacaktır. Türklerde bir telaş yoktur. Herkes vatani vazifesini görmektedir, müsterih olunuz.” dedim(9).

Muş mutasarrıfı merhum Servet Bey, Bitlis isyanından dolayı Kürtlerin bana düşman olduğunu kanaatinde bulunduğunu, güvenlik için çocukları Muş’a göndermemi istedi. Ailem ve çocuklarımı Bitlis’ten çıkarmayacağımı, söyledim. Israr edince, “Tarih bir Alemdar vak’ası daha görmüş olur” dedim. Kararım şu idi. Bitlis’i son ana kadar müdafaa etmek, en son dakika da ise oturduğum evi, ailem içinde olduğu halde ateşe vermek ve Ermenilerin eline ne kendimi, ne de ailemiz efradından hiçbirini diri olarak ele geçirtmemek(10).

Mustafa Abdülhalik Bey, Bitlis Valisi iken "Birinci Dereceden Mecidi Nişanı" ile Ödüllendirilmesi.

Mustafa Abdülhalik Bey Van’ın Ermenilerin eline geçmesi ve yapılan görüşmeler üzerine Bitlis halkının tahliyesini sağladı. Hükümetin önemli belgelerini ve hükümet merkezini Garzan’a, aileleri de Silvan’a gönderdi. Bir gecede yapılan tahliye esnasında sıkı önlemler sayesinde bir olay yaşanmamıştı. Renda o günleri şöyle anlatmıştır. Yirmi beş bin kişilik şehrin boşalması, çok az kişinin kalması gayrimüslim halkta bir takım hisler uyarmıştı. Maksat kasabayı Rus ve Ermeni askerlerinin işgaline maruz bırakmamak idi. Elimizde ki pek az kuvvetle boğazda döğüşe, döğüşe Diyarbakır’dan veya cenuptan yardım gelene kadar tutunacaktık. Ordu komutanı kendi yetkisini bana vermişti. Sert tedbirlerle kasabayı muhafaza ediyorduk. Böyle vakit geçerken ateşim artı. Paratifo olmuşum. Yataktan pek kalkamıyor, hafif yiyor aynı zamanda da işlerle uğraşıyordum. Ruslar durmuş, Ermeniler Van gölünün güneyine çekilmişlerdi. Civar köylere giden halktan şehre dönenler oldu. Rahatsızlığımı duyan İstanbul, Kastamonu vilayetine atanmamı teklif edince kabul ettim. Nakil emrim geldi. Kastamonu’ya yola çıktım. Rahatsızlığım sebebiyle at sırtında üç günde Muş’a varabildik. Buradan Erzurum, Erzincan ve Sivas’a vardım. Sonra Kastamonu’ya yola çıkacakken, gelen bir haber üzerine Halep Vilayetine tayin edildiğimi öğrendim.

Hükümet Mustafa Abdülhalik Bey’i İstanbul’a çağırıyordu…

Bitlis'te gerçekleşen Ermeni olayları nedeniyle Mustafa Abdülhalik Bey'e "Altın Liyakat Madalyası" verilmesi.

(Gönül Türkan Demir, Mustafa Abdülhalik Renda, 1881-1957, AAM, 2015, s. 159.)

(*) http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10957/soykirimin-valisi-cumhuriyetin-bakani-abdulhalik-renda (İlgili siteye 10.04.2021 tarih saat: 17.42 ulaşımıdır.)

Kaynakça

  1. Urfalı Mateos, “Vekayiname (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1131-1162)”, Çeviren: Hrant D. Andreasyan, Ankara, 1987, s.171). Halil İnalcık, Osmanlı Devletinde Kültür ve Teşkilat, Türk Dünyası El Kitabı 1. Cilt, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, S.614-615-616-617-618
  2. Horasan’dan Anadolu’ya Türkiye Tarihi, Oğuz Ünal, Ötüken Yayınevi, 3. Baskı, s. 524
  3. Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, Prof. Dr. Ali Sevim, TTK Yayınları, XX.Dizi, Sayı 71, 2. Baskı 2002, s. 30,31,32
  4. Yeniköy'de imzalanan uğursuz bir anlaşmanın unutulan yıldönümü, Murat Bardakçı, Habertürk Gazetesi, 02.02.2014

 5. Gönül Türkan Demir, Mustafa Abdülhalik Renda (1881-1957), AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, 2015, s.25-26

 6. Yeniköy'de imzalanan uğursuz bir anlaşmanın unutulan yıldönümü, Murat Bardakçı, Habertürk Gazetesi, 02.02.2014

 7. Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, Prof. Dr. Ali Sevim, TTK Yayınları, XX.Dizi, Sayı 71, 2. Baskı 2002, s. 33,34

 8. Gönül Türkan Demir, Mustafa Abdülhalik Renda, (1881-1957), AAM, 2015, s. 15

 9. Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Hatırat, YKY 2. Baskı Mart 2019, s. 159

10. Aytaç Demirci-Sabri Sayarı, Mustafa Abdülhalik Renda Hatırat, YKY 2. Baskı Mart 2019, s. 160