Gırıg Nelbebi ve Çorum Leblebicisi

Abone Ol
İçinde yaşadığınız her mevsim, bir an başka bir mevsimi aratır ya. Bazen en yakınındakileri yaşarken gözünüz görmez de, bir an kaybolduklarında, ya da hiç gelmemek üzere, bir daha ayrıldıklarında, o gönül, o gözler, garipsedik senide çok özledim diyerek içten içe hayıflanır, işte bunun adına da hasret koymuşlar. Özlem koymuşlar ya. Ne acı bir duygudur, onu hissedene.

Duygulu insanların özünde, o özlem türlü hallere girerler. Kemirir sinsice, gizlice duygu ağacının her yerini. Bazen hummalı gözler, çocukluktan akılda kalmış olanlar, tek tek hatırlanıp aranır her an ve her yerde. Yad ellerden birinin gönderdiği, küçük bir hediye misali akıllarda saklanır, hem de dip köşelerinde.

Günümüz insanı, gelişen teknolojinin sarmalında kurtulamadığından, mazideki yaşadıklarının bir kısmını hafızalardan silivermiş gibi.

Bir an şöyle çocukluk anılarınızı zorlamaya çalışın. Yaşadığınız değerlere ucundan da olsa ulaşmaya çalışın mesela. Ne zaman bir köy düğünü olsa; O çalan kaval sesinin, zurna sesinin bile duygusuz, davulun tokmağının anlamsızlığını sorguluyor olursunuz birden. Bazen de geçmişi fazlaca düşünemediğiniz den, gönlünüzün fakir olduğunun hemen farkındasınızdır belki de. Aklınıza geldikçe olaylar, O bir başkasını çağrıştırır. Hasan ağanın çektiği halayın bile tadının kalmadığı hissine kapılır gidersiniz aniden. Özünden uzaklaştığında, bir an da maziyi bir vesile ile hatırlayınca, tek tek dökülür o film şeridi gibi halleriyle; tükenmiş ömürde, törpülenmiş zamanın tanecikleri. Yürek yakar, derinlerde iz bırakacak kadar. Hasret kokar, kınalı elleri arar. Kaytan bıyıklara takılır bir nebze gönül. Tek tek sıralanır düşlerimizde hayalle, serap arasında gidip gelen nasırlı elleri arar.

Gidenler hep memnunmuş; dönmediklerinden de belliymiş meğer.

Garip yıllarda, mahalle aralarında merkep-katır sırtlarındaki alacalı örülmüş heybe içlerinde kırık leblebi satarlardı o vakitler. Ve ya terlikle naylonla, bakırla alüminyumla ya da eskiynen değiştirerek belli bir ölçekte değiş – tokuş olurdu. Kasketli, pos bıyıklı hem de yelekli amcalar yaz kış sırtlarında yıllanmış ceketlerle sokak aralarında, dolaşırlardı. Nelbebici bizim ayağımıza gelirdi gelmesine de; para yoksa naylon terlik ya da demir, bakır vs yoksa ne çare.

Melül melül ağzımızı açar bakardık ora cık da. Yinede köylü dayım bağırır, gürler, sesini duyurmaya çalışırdı etrafa. Leblebi bizim öz çerezimiz di, kırık hali ise düşük fiyatla, sokak aralarında baş tacı ediliyordu ve adına ise, Gırık nelbebi diyorduk

Avluda, kıyıda köşede bir eski naylon vs bulduk mu doğru soluğu leblebi yüklü hayvanın yanında alırdık. Uzun kuyruğu ile devamlı at sineklerini kovalayan, arada bir kişneyen, geviş getiren çenesi ve etrafa garip bakışlarıyla, ara sıra huylanıp ayaklarını yere vurmasıyla, nalın kaldırım taşlarındaki ani çıkan sesleriyle irkilirdik. Ama yinede vazgeçmezdik leblebiden ne de leblebiciden. Ayağımıza kadar gelmiş o fırsattan mahrum kalmazdık, ancak gelmediği günlerde de çaresiz değildik.

Bir başka deyişle Gırık Nelbebi bizim o zamanın devrinde milli yiyecek gibiydi. Ne de olsa gariban işi. Diyelim ki bizim ellere uğramadı nelbebici amca, anamızdan, babamızdan da on, on beş kuruşu bulduk mu ver elini doğru Çankırı’nın ilk ve tek kuru yemiş satan hanesi olan Çorum Leblebicisin de soluğu alırdık. O kuruşları, elimizde aman düşmesin diye sımsıkı nasıl da tutardık,  minik avuçlarımızda para terlemiş, sanki sıktıkça suyu çıkmış sanırdık.

Mahzenden aşağı nasılda koşardık, kaptırıp kendimizi, ağzımızı bir araç motoru gibi sesler çıkartarak, arada zikzaklar yaparak, elimizdeki parayı düşürmeden direksiyon simidi oluverirdi hayalide olsa, ara gazı vererek, vites değiştirerek korna çalarak Büyük camiyi bulu verirdik tez elden. Hemen oracıktan baş aşağıya inerek sol yanda yıllanmış Çorum Leblebici si ne dalardık. O, çocukluk heyecanıyla, terlemiş körpe bedenimizin, çarpan masum yüreğimizin çırpınışlarını bile hissetmezdik, o koşturmaca heyecanı arasında. Vitrininde değişik çerezlerin saklandığı o bölümdekilere bazen ağzımız sulanarak bakardık, hani ne yalan olmasın. Sonra ürkek, masum ve çocukça adımlarla yan-aşırdık tezgaha. Küçük boyumuzla zor zahmet kuruşlu paraları koca leblebici amcaya uzatırdık. Hemen tezgâhın yanında kocaman duran geniş bir tava misali, yuvarlak bir kap ta leblebiler döner dururdu hışırtılı seslerin arasında onlar kavrulurken meydanı kavrulmuş leblebilerin o hoş kokusu sarardı. Arada bir diğer amca, elinde tahta ile daldırır leğenin içine, haşır  huşur ani ve çevik hareketlerle O leblebilerin iyice kavrulmasını sağlarmış meğer

Tezgahın üstünde ayaklı ve kefeli terazi durur, arada bir ayar kaçınca tak tuk sesleri arasında gramlar, kilolar iner, eski gazetelerden yapılmış kesekâğıdı denilen kapların içindeki o yemişlere eksikse kâh eklenir, fazlaysa küçük metal kürekçikle alınır, fasıla terazinin, uç işaretleri eşitleninceye kadar devam eder giderdi. Esas ustalıkta, küreği şöyle bir daldırdın mı kaç gram ise, hesabını iyi tutturmuş san, bir çırpıda tartılıp verildiği de oluyordu.

Eller arasında hınca hınç sıkılarak ezilmiş kağıt paralar verilir, hemen tezgahın altında sürgülü ve gözleri farklı paralar için bölünmüş kasaya yoğunlukta rast gele atılır, o arada para üstü de tela şeyle verilir bir sonraki müşterinin arzusu yerine getirilirdi. Her seferinde para kasası gıcırdayarak gelir ve giderdi. Ta ki sakinleşince, avaralıktan akıllara gelir ve değerine göre dizilirdi. Sırada beklerken kimilerince bizim ufak tefek varlığımız fark edilmez, sıramızı da alırdı bazı büyükler. O aralar ses çıkartmak ne haddimize, hem edep den, hem de korkudan mı bilemezdik, üzerinde de durmazdık ki. 

Bazen de yumuşak bir elin avucu, oterlemiş alabros başımızda şefkatle dokunur ve amcası ‘’bu delikanlıyı fazla bekletme’’ diyerek, oradaki çaresizliğimize bazen yardımcı olurlardı. O zaman var ya şefkat ve merhametin ne kadar mühim bir konu olduğunu idrak ederdim kendimce. Küçükleri sevmenin, büyükleri saymanın, toplumun temel taşlarının en önemlisi olduğuna o günlerden beri, inanmış olmam yer etmiş kalbimizde.

Sıranın bize gelmiş olmasıyla heyecan biraz daha basarken uzatılan on beş kuruşun, ardından gırık leblebi deyi verirdik ki, yanlış çerez vermesin diye. Bizimkisi de, eğer dibinde kalmışlardan verdiyse, tozu-tolanı ne varsa konardı, gazeteden bozma külaha. Kimi zamanda giydiğimiz esvapların cebi alacak kadarsa, külahtan cebimize alaşağı ediverdik o canım kırık leblebileri. Daha Çorum Leblebicisinden alır almaz koştura koştura, arada görmedik gibi hapazlayıp ağzımıza atarak, o narin dişlerimiz arasında şapırdatarak, hem de yiyerek keyif alırdık Görmedik olunca da ağzımızın şapırtısı, duyulur mu, duyulmaz mı pek de düşünecek halde değildik doğrusu Yine bakına bakına mahzenin yokuşuna sarardık vesselam.

Biz mazideki anıları aktarırken. meğer o değerlerde su gibi akıp gittiğine şahit oluverdik birden. Geçenlerde bir etkinlik öncesi Ankara’daki ilimiz gençlerinden oluşan ve Gençlik derneğinin ikbal vadeden gençleriyle birlikte, Çankırı’mızı ziyaret ettik. Birde ne görelim o anılarda aklımızda kalan yarım asırdan beri hizmet eden, o özlemli dükkânın kapanmış hali yüreğimi aniden yaraladı. Ahşap camekanlarının silik türkuaz karışımı yağlı boya kalıntıları ile hayata, direnmeye çalışan bir umut arayan, bir gariban misali duruyordu. Sanki, yıllara meydan okuyup, direnip, yenik düşmüş hali ile her tarafında tozlar birikmiş silik görünümü, ömrünün nihayete ereceğini, sanki ispat eder gibi. Önündeki ağaç bile masunlaşmış, sanki baharın gelmesine rağmen, dallarında hayat belirtisi yok gibi duruyordu.

Boşaltılmış mekânın içinde saçı başı birbirine karışmış, elinde boya fırçası ile muhtelif yerleri boyayan, orta yaşlı bir adamcağızı görünce gayri ihtiyari bir şekilde,’’ Ne oldu dayı bu dükkâna’’ dediğimizde ise acı haberi almış olduk. Sorma dayının onlar ‘’Gapatıb Çoruma gettiler’’ deyiverdi. O anda onun için oranın belki de hiçbir anlamı yoktu. Sıradan bir dükkân ve yaptığı da gündelik sıradan bir iş di. Çünkü O işini yapıyor ve yeni müşterisine bir anlamda hazırlıyordu. Nereden bilsin ki çocukluğumuzun vazgeçilmezi, sadece tek çerezcisi olduğunu o hanenin.

Yaşanılan anılarımızın kahramanları arasında sayılan ve neredeyse asırlık bir mekân daha kaybolup gitmişti hem de sessizce. Bir de kimseye haber vermeden.

Onlar vaktin beherinde, yani 1965’li yıllarda iki kardeş olarak gelmişler. Büyükleri olan Cemal ARINCI ile Hüseyin ARINCI O mekanda ömürlerini geçirip, rızklarını temin etmişlerdi. Yıllar önce ağabey Cemal Efendi hakkın rahmetine kavuşup, ebedi aleme çoktan yerleşmişti. Diğeri ise ardında kim bilir hangi acı-tatlı hatıralarla birlikte, yıllarca alın teri dökmüş, emekleriyle yoğrulmuş o haneyi, dirseklerini çürüttüğü ekmek teknesini kapatıp, elemlerine sarılıp, kederli yüzlerle vedalaşıp gittiler.