Sözüm ona, lüks denilen bir hayatın gölgesinden gelmiyoruz, o devrin şartlarında. Ve her şeye rağmen, zımba gibi kalkıp zorlu bir günün, hayata tutunabilmenin heyecanını yaşayan, bunca bir yükün varlığını hissediyorduk, çocuk bile olsak omuzlarımızda.
İnceden cızırtılı haliyle, karışık bir halk ezgisi çalardı sabahları. Kulağımız sihirli kutudan gelen güzellikleri her daim arıyordu hemen de. Demek ki, hayatımıza renk katan başlı başına bir güzellikmiş radyo denilen o renkli kutu. Hem de ne güzel nimetmiş,O günlerde sadece müzik olarak algıladığımız, bugünlerde ise kısa ve güdük halinden dolayı ismine Cura denildiğini öğrendiğimiz minnacık sazla ‘’Bizim eller ne güzel eller. Oynasın koç yiğitler’’diye sonraları öğrendiğimiz melodisi hoş nağmeler ne de keyifli gelirmiş kulaklara.
Herkes ne olursa olsun, iyi ya da kötü, kendi toprağını, kendi öz diyarını daha çok övdüğü yıllar. Her; Selamın Aleyküm denildikten sonra, Melmeket niresi diye başlanan zamanlar.
Sonrasında ise,’’Günün aydın, Ocağın şen, Ürünün bereketli olsun’’ diye seslenen kadife bir sesin aşinalığındayız, meğer o milletin efendisi dedikleri, köylümüze daha iyi üretim yapsın diye verilen bir paye imiş. Arada bir, tarım ve ziraatçilik, hayvancılık konularında, uzmanların öğütleriyle bir bakıma çiftçi ya da reçberlerimizin daha kaliteli üretim yapmaları adına, eğitimler verilirdi. Eh kolay da değil hani, sırrını çözemediğimiz bir kutudan, dağıtılan payenin onurunu, gururunu yaşamakda herkese nasip olmaz. Kimi zaman da halk hikayeleri diyerek, arkası yarınlara bırakılan bir çok hüznede ortak edilerek, yaşanmışlıklar, anlatılmaya çalışırdı, devrin yayınlarında.
Büyük bir hışımla boya sandığını kaptık mı, bir anda sokakta bulurduk kendimizi. Kafamız yerde, ezberlemiştik kaldırım taşlarının, desen ve renklerini. Ne de olsa rekabet vardı. Bir an önce gidip parsayı toplamalıydık. Bol müşteri, bol kazançla günü kurtarmalıydık.
Doğrusu anlamazdım, sabahın köründe gayfe denilen yer, çoktan dolmuş bile, ağzına kadar. Hele O kıraathaneler yok mu? Bolca içilen sigaradan ve kötü kokan izmarit artıklarından, neredeyse böğürtü gelirdi minik bağrıma, fosurdatarak içilen, göz gözü görmeyen, kapalı mekânda ne anlarlarsa, şaşırırdım o yaşlarda bile.
Masalar eski ve demir aksamı yeterince yılların yorgunluğundan paslanmış. Sandalyeler ise ahşaptan, her biri kendi havasında gıcırdamaktaydılar. Her masada demir kül tablaları ise, önüne gelenin attığı sigara külleri ve izmaritlerinin bıraktığı pislikten esas renklerini kaybetmişlerdi çoktan. Masa üstlerine arastadan alındığı besbelli, renkli baskılı muşambaların genelinde sigara yanıklarının izleri vardı, çoğunluğunda püskülleşmiş ve yıpranmışlardı. Manzara göze hoş gelmeyecek kadar kötüydü, yerlerde bile, dökülmüş küller ve sigara izmaritleri cirit atıyorlardı.
Bir elinde cigara, diğer elinde ise arastadan alınma, renkli naylon kesme tespihler bazen yavaş, bazen de aheste gidip gelirdi. Laf lafı üstüne koymanın getirdiği keyif ya da asabiyetin heyecanı yansırdı koca parmaklara velhasıl. Arada kaba eller arasına alınan kasketler ve boşda kalan parmaklarla, kaşınan su görmemiş saçlar habire kaşınırdı.
Yaz günlerin de bile, kıştan kalma talaş sobası, ortada anlamsızca duruyordu. Şunun şurasında, kışa ne kaldı ki der gibiydi.
Görülen O ki, kimsenin pek umurunda değildi galiba o hal. Eğri bir halde paslı tellerle eğreti tutturulmuş, yüzeyleri is kaplı, ezik büzük soba boruları ise ayrı bir âlemdi.
Ocakçının ‘’ Çay çek…’’ garsonun, ‘’Çaylar…’’ diye gürlemesi ise sıradan bir şeydi. Her seferinde ise masada çay ilişirdi. Çay demek ise, dönüşü olan bir paraydı.
Çaylar ince belli bardaklarda, beyaz ama kırmızı benekli çay tabaklarında, yanında kırılma kesme şekeri ve çay kaşığı ile ikram edilirdi. Genelde daha önce oturanların üzerine gelen şahısların çay parasını vermeleri hoş değildi. Ancak durumu müsait olmayanlara da fazlaca yüklenilmez, ‘’Aha… Ben de bozuk pare var…’’ bahanesiyle garibanda korunurdu.
Çay ocağının hemen herkesin görebileceği noktasında, duvara asılı, üstü kir ve tozdan görünmeyen bir fotoğraf sanki birilerine bir şeyi izah eder gibiydi. Aynı karede biri oturduğu sandalye üzerinde iki büklüm, bir eli başında mutsuz ve çaresiz halde, kan ter içinde ve altında (Veresiye satan) diye yazardı. Diğeri ise sandalye üzerinde, oldukça keyifli, hem de geriye yaslanmış, suratı güleç ve ayak ayaküstüne atmış haliyle mutluluk gösterisi yapıyor gibi duran hali ve altında (Peşin satan) notu ile tavır ortaya konularak ısrar edilmemesi isteniyordu.
Hatır ve gönül denilen, yaratılanı, yaratanın hatırına, kırmadan, incitmeden, kim bilir ince bir anlatım şekliydi o günlerde.
Tavanları yıllanmış, kirden, beti benzi atmış çoktan, örümcekler ağlarıyla üs kurmuş, halleri ise perişan. Duvarları ise haddinden fazla sararmış beyhude. Eski bir çerçeve içinde, kimi yerleri sararmış, içten kavlamış boz bulanık ve duvarda asılı eğimli bir ayna, kendi benliğini gösterir birden sana.
Ben nerede miyim? Hala nasibini, masa altlarına bakıp, yıllanmış ve boyasızlıktan kurumuş bir ayakkabıya, birde onu giyene bakıp ‘’Boyayalım ağabey…amca, dayı. Bol cilalı… , Badem yağlı…’’ diyerekten siftah etmenin telâşesindeydik. Bir gözüm müşteride, diğeri ise ha şimdi, ha birazdan beni kovalayacak mı diye garsona dalıp gidiyorken.
Küçük ama, mangal bir yürekle, dünya hayatında, muhannete muhtaç olmadan, nasıl yaşanırın, hesabını çoktan yapıyorduk.
Bütün mesele hayatın zorlu yollarını onurla, edeple aşmaktı aslında. Esas olan ise hiç gelmeyecek olan, O güzelim yıllardı.......