Yaşlandıkça bayatlayan, her geçen gün kaybolan güzellikleri aramak varmış kaderde.
Ruhunda kötüye yer veremeyen o beden, biraz yol alınca hayat yolunda, hayatın anlamı daha da başkalaşıyor muş hemen.
Arar olduk o minicik yüreğimizdeki masum düşleri. Arar olduk, bunca geçen o renkli, acı tatlı günleri. Yürüdükçe hayatın tozlu yollarını, gerideki izlere baka kaldı gözlerimizle, anılarımızla ve hiç gelmeyecek olanlarımızla.
Hani var ya; kışın yağan kar yumakları sonrası, biriken katmanlar arasında, baharın gelişiyle birlikte, ben de varım diyerek hayata merhaba diyen kardelenler gibi o çocukluk çağları.
Hani var ya birazcık kendine gelen tabiat ananın kucağında, kenar, kuytularda kar beyazının içinde vücut bulan bir yetim gibi duran öksüz çiğdem misali düşünceler bile masumca ve tertemiz.
Özlenen, bir daha geri gelmeyecek olan bir zaman dilimi sanki. İşte dönüşü olmayan, inişli çıkışlı, düz ya da yokuşlu geçen, uçup giden zaman…
Bütün analar, babalar mürüvvetleri olan çocuklarının kendilerinden farklı bir dünyada, eğitimli, biraz daha düzgün, geniş imkanları, makam ve mevkili alanlarda olmalarını hep arzu ederler.
Daha küçükken başlar ‘’Benim oğlum doktor olacak’’, ya da ‘’Benim kızım avukat olacak’’ talepleri hep olmuştur malum. Aslında ebeveynlerin yapamadıklarını ve iç dünyalarında ki keşkelerini, çocuklarında, torunlarında görme arzuları olsa gerek.
Sarı Baba mezarlık kenarında aynı zamanda sığır yolu da denilen, o yazın tozlu, kışın ise çamurlu yolları arşınla yanlara gözümüz takılı verirdi. Çünkü okullu olduklarını o üstlerindeki kara önlüklerden ve boyunlarındaki beyaz yakalardan anlaşılıyordu.
İçimizde var olan coşku ve hevesle birlikte, çocukluk çağının gelip geçiciliği arasında kaybolan dumanlı olduğu anlar hani. Bazı erkek öğrencilerin başlarında şapka neyim de vardı. Çok da anlam veremezdik ilk zamanlar, ancak sonraları çözdük işin sırrını. Orta mektebe gidenlerde şapka olurmuş meğer.
Okul öğrencilik, yapabilmek, başarabilmek, zor şeylermiş gibi sanki. O koca koca ağabeyler ablalar ellerinde, taze bedenleriyle, şeffaf naylon torbalarda, içleri kitap, defter kalem neyi dolu olduğu da belli oluyordu uzaktan. Bizlerde gelip geçtikçe hallerine anlam vermeye çalışan, salya sümük, gezip tozan mahalle çocuklarıydık sonuç da. İçlerinde biraz ekeleşmiş olanların şaka, matrak öne çıkan halleri belli oluyordu. Oğlan çocukları el kol şakaları bazen birbiri ardına kovalamaca lar arasında gelip
geçiyorlardı. Kız çocukları genelde ikili ya da üçlü hallerde kol kola girmiş ağır başlı dikkat çekecek, halleriyle akıllarda kalmıştı.
Biz çocuklar bazen seyirderek mezarlık boyunca mahalle deki ağabeylerimizi karşılardık ara sıra. Bazen de okulun avlusuna kadar, dalar girerdik hele o sabahları okunan İstiklal Marşımız, sonra andımızı nasıl canhıraş halde söylediklerine özenirdik. Aha bizde okullu olacağız, üzerlerimiz de kara önlük ve de beyaz yaka olacak diyerek dalıp giderdik hayal penceresinden içeri. Seyrederken kenardan; biraz heyecanla gürültü patırtı koptum mu, öğretmenlerin azarıyla kovalanırdık okulun etrafından.
Bugün ki Sarı Baba Zatı’nın meftun olduğu yere yakın olan okul genelde Sarı Baba Okulu diye bilinir ve anılırdı. Esas ismi ise Fatih İlk Okulu’dur. Küçük tek katlı 3-5 derslikten ibaretti eski okul, girişte sol tarafta ise baraka vardı.
Öğretmenlerden o vakit talebeler çekinirdi, hem de saygılılardı. Öğretmenlerin yan bakmasıyla hizaya geçerlerdi. Öyle saldım çayıra Mevla’m kayıra yoktu anlaşılan Biz çocuklarda itina ile bakıp onlar derse biz ise sokaktaki bağrış çağırışlı kendi halimizdeki oyunlara dönerdik.
Yıllar yılları kovaladı bizimde yaş okul çağına yaklaşınca ateş bacayı sarmaya başladı.
Kenar mahalle diye beğenmediği bize yakın olan okul yerine,Çankırı Atatürk Kurtuluş İlk Okulunu, rahmetli Güzide halam, gide gele araştırmış en güzel okul diye de ben ve oğlunu layık görerek bir yolunu da bulup, o mahalleye yakın olmadığımız halde kayıt ettirmiş.
Gelişen yıllarda neden diye sorduğumuzda rahmetli ‘’Oğlum; sordum, ettim ne kadar büyük mertebeli insan varsa, çocukları da orada. Sizin neyiniz eksik onlardan?’’ diye olayı kısaca özetlemişti bile.
Büyükçe iki katlı bir bina, geniş bir avlusu var. Bizim Sarı Baba’da ki okul nerde burası nerde?
Okulumuzun yanı başında eski yarı ahşap halde görkemli bir yapı vardı. Meğersem burası okulmuş, hem de tarihi Ticaret Lise siymiş. Ne de haşmetli duruyordu ki tez geçmeden bir yangınla orayı da halletmiş vicdansız tarih düşmanları. Bugün adına iş merkezi yazdırmışlar. Beton ve moloz yığınlarıyla kirletmişler etrafı. Hemen yan tarafımızda ise eski tarihi ihtişamıyla duran adına Taş Mektep dedikleri ortaokul vardı. Birde frenk göyneklerine takılı kravatları da hoş duruyordu o okula giden talebelerin üzerinde.
İlk heyecan başka olur ya; giydik o çelimsiz vücuda eğreti duran kara önlüğü, taktık mı üzerine kenarları habire boyunu yara yapan, yarı plastik beyaz yakayı; öh beee… İşte bu!
Sonraki günlerde en çok zorlandığım ise o yakaların düğmesini karşılıklı iliklemedeki hale ne de kızardım içimden. Gelişen zamanla ise bu seferde ilik düğmesi büyür, arada kendiliğinden açılırdı, sorma gitsin. Örtmenden azar işitmekte vardı haniya.
Ama kimse ruhumuzdaki o heyecanı algılamayı düşünmüyor ki zaten.
O ilk sıraya geçirmeler, saf saf kurbanlık koyun gibi duran hallerimiz, bir ürkek tavşandan farksızdı hani. O zamanki hallerde 40-50 kişilik sınıflardı. Öğretmenizim kim ki henüz belli bile değil. Kenar köşede, çok da yüksek olmayan okul avlusu nu oluşturan pir ketle örülmüş alanın dışında meraklı analar, babalar, ablalar, ağabeyler dört gözle bize bakıyorlar.
Bizimkilerden kimseyi göremiyordum ama gelmemişlerdi heralim. Kimileri ağlayan, kimileri zırlayan hallerle gözyaşı salya sümüğe karışmış bir curcuna, sanki panayır alanı vesselam.
Analarının dizinden ayrılmamış olanlar, güya kendilerini sahipsiz bir şekilde atılmış gibi titrek ve heyecanlı hissediyorlar. Hiza, istikamet derken kızlı oğlanlı kümeleşmeler, yan bakmalar, birbirinin ayağına basmalar, birbirine içten kızmalar, bir itiş kakış sonunda kaybolmuş kalabalığın arasında kâh görebildiğimiz, kâh da sadece sesini duyduğumuz bir zatın konuşmaları o cümbür cemaat hanede yerini suskunluğa bırakıyordu.
En çok akılda kalanlar ‘’Çocuklar sessiz olunnnn, sakın hizaları bozmayın, bakın okul müdürümüz konuşuyor, aman dikkatle dinleyin!’’lakırdıları ile açılış faslı başlıyordu.
Konuşulan konular çok da hafızada kalan şeyler değildi. Çünkü söylenenler toyluğun heyecanı arasında kaybolup gidiyordu. Tek tekerleme; Sevgili öğrencilerimiz okulumuza Hoş Geldinizzzz… Sizlerde gelecek de, bu yurdun ilim, irfan almış aydın zatları olacaksınız. Kimileriniz büyük büyük adamlar olacaksınız. Temiz olun, edebli ve adaplı olunuz, Öğretmenlerinizin sözünü iyi dinleyiniz. Birbirinizi sayınız, seviniz ve iyi geçininiz.’’Diye atılan nutukları sonraki günlerde de çoook duyduk lakin.Görülen o ki halada duyacağız gibi.
Uzun süren bu ilk gün heyecanı ve açılış konuşmaları ile üfleyerek bıkkın ve de çaresizliği bir arada görmek mümkündü. Elbette okulun bir düzeni, kuralı vardı ancak yeni başlamış nazik bedenlerin bunları düşünecek halleri de pek yok gibiydi. Kimileri esneyerek, kimileri başlarını kaşıyarak,
kimileri gerinerek, o renkli ahenge alışmaya çalışıyorlardı. Kimileri ‘’Çişim geldi örtmenim’’ diyenlerde yok değildi. Kimilerinin o sıkıcı halleri suratlarında, sanki buruşuk armut gibi besbelliydi.
Kimileri ise ayılma bayılma nöbetleri geçiriyordu vesselam.
Açılış, toplu halde söylenen İstiklal Marşımız ve andımızı,minnacık yüreklerimizle nasıl da, heyecanla söyledik asla unutamam.
Bizim mayamız, mukaddesatımız ta ezelden başlar. Yürekten ve de riyasız, katıksız. Bu vatan sevilecekse gönülden sevilmeli. Hem de bütün ülke insanlarınca hem de ödünsüz, karşılıksız.
Kalın çerçeveli gözlüklü güzel giyimli bir elinde çantası olan teyze meğer bizim örtmenimiz olacakmış. Bu arada teyze, abla, hala diyenlerde yok değildi.
Sırayla sınıflara aldılar, dizdiler, boy ölçüsüne göre, herkes görsün o kara tahtayı diye.
Duvarda asılı koca bir tahta ve artık kalmış o tebeşir dediklerinin ince tozları sarmış her yanı.
Masalar ikişer kişilik, içeri girdimi güzel bir koku sarmış herazeyi, adına da vernik diyorlarmış, meğer o kokarmış güzel güzel.
Evet, sevgili çocuklar Okulumuza hoş geldiniz…
Yine kimileri sessiz, kimileri sağ ol diye ürkek mırıldanmalarla, kimileri ise sükût eder haldeler.
-Öğretmeniniz; ben Emine Yazıhan.
Her yanı sessizlik kaplar merakla beklenir acep bundan sonrasında ne diyecek diye.
Beş yıl boyunca ömrümüz yettiği ölçüde sizleri ben okutacağım. O bildik kurallar, öğütler sorma gitsin sıralanır birbiri ardına. Şimdi de sırayla sizleri tanıyalım sonucunda, en ön sağ masadan başlayan tanıtım ,arada teklemeler, kekemelikler, unutkanlıklar, şiveler ya da düzgün bastırılamayan harflerle ortaya çıkan ilginçlikler, gülüşmeler arasında tanışıklık faslı devam eder.
Kimileri ayağa kalktığında, heyecandan bir sağa bir sola giden küçük omuzları, kaş, göz ve suratlarının şekli şemalleri, kimilerinin medeni cesaretlerin azlığından kaynaklanan tikleri, kimilerinin yutulan harflerle kendilerini yeterince tanıtamaması ve arada çıkan cevval tiplerin gür sesli haykırışları, kimin başarılı olacağını, haber veriyor gibiydi.
Sanki bir rüya gibi, yuvarlanarak bunca günlere. Sormayın gitsin; koca koca adamlar aha da geliverdik ömrümüzün son demlerine. Sadece bir şarkı kalmış kulaklarımızda;
Daha dün annemizin kollarında yaşarken
Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken
Şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk
Sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz
Okul bizim yuvamız, tertemiz tutmalıyız
Öğretmenler annemiz,onları çok severiz