Ne Ayı Ne de Domuz...

Abone Ol
 Almanya Mülheim şehrinin Karlsruhe müzesinde Osmanlı Yeniçeri kıyafetleri ve Osmanlıya ait bazı eşyalar sergilenmektedir. Bunun sebebi ise bizlere gurur vermenin yanında biraz da geldiğimiz noktayı düşünmemize sebep olmaktadır.

 

Olay 19. yüzyılda gerçekleşiyor. Ren nehrinin bir yakasında Almanlar diğer yakasında Fransızlar var. Fransızlar ara ara karşı tarafa geçip güçsüz olan Almnaların mallarını gasp edip yağma ediyorlar. Bunun üzerine Almanlar, Osmanlı Sultanına mektup yazıp durumu anlatarak yardım istiyorlar. Devletin birçok işi var fakat yardım istendi mi bir şey yapmamak da bize yakışmaz diyerek buluyorlar çaresini. Almanlara çuvallarla yeniçeri kıyafeti, Osmanlı sancak ve bayrakları gönderiyorlar.

 

Almanlar elbiseleri giyip bayrağı açınca; Fransızlar, Türkler yardıma gelmiş diye korkularından bir daha yaklaşamadıkları gibi uzaklaşmak zorunda hissediyorlar kendilerini. O günleri unutmayarak bir vefa örneği olarak kıyafetleri müzede sergileyip aralıklarla yaptıkları festivalle anıyorlar.

 

Tarih yapraklarını biraz araladığımızda bunun gibi sayfalarca örnekle karşılaşırız. Savaşlardan önce ricacı olarak Sultana annesini gönderenler, serpuş görmektense sarığı tercih edenler,adalet için kendi din adamlarını değil; kadıları seçmek isteyenler vs. say say bitmez.

 

Müslüman herhangi bir halka zulüm yapmak isteyenin, Osmanlıyı karşısına alması gerektiğini bilmesi yanında, Müslüman olmayan devletlerin bile olaylarını çözmüş bir süper gücün torunları olarak dünyaya, ya Amerikan domuzunun ya da Rus ayısının penceresinden bakmayı nasıl da kolay kabul etmişiz? Nasıl bu karaktere bürünebilmişiz, insanın aklı almıyor. Bu olayın olduğu tarihten sadece iki yüzyıl sonra bu kadar aşağılık kompleksinde olmamız canımızı sıkmıyor mu?

 

 Stratejiler kurmak, farklı farklı yorumlar yapmak haddim değil ve bunu yapan yüzlerce uzman(!) var zaten. Benim anlatmaya çalıştığım esaret yüzü görmemiş, Allah’tan başkasından korkmayan bir neslin illa birinin izni veya altında olmayı kabullenişi. Halk bazında düşüncelerin sıkıntılı olması. Özellikle 15 temmuzdan sonra; Rus hayranlığı, onlarla beraber olmamıza sevinmeler, bizleri onların kurtardığını  düşünmeler vs... Devletlerin elbette müttefiki olur. Anlaşmalar yapar, yakınlaşılır uzaklaşılır vs.

 

Bu konularda düşünürken Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca’nın hatıratındaki bir nokta ilgimi çekti.50’li yıllarda dini eğitimini almak için Mısır’a giden Muhtar Hocabaşından geçen bir olayı şöyle anlatıyor:“…Rus taraftarları, Amerika’nın yanında olan Türk sefaretini ve Türkiye konsolosluğunu yakacaklarmış. Bu haber üzerine arkadaşlardan bir grup sefarete, bir grup da konsolosluğa giderek ‘Sizi korumak için Ezher’deokuyan bütün talebeler emrinizde. Bir işaretle yanınızdayız.’ dediler”

 

Mısır halkı, zamanında halifelerinin torunlarına ait konsolosluğu yakacaklarmış. Sebep ise onların Rusçu,Türk’lerin ise Amerikancı olmaları imiş… Şu utanca, şu saçmalığa bakar mısınız? Hep eziklik, başkalarının ideolojileri için dünya ve ahireti satma. Karşılığında ise ucuz bir köle olma madalyası…

 

Cemil Meriç’in de belirttiği gibi, ‘hafızasız nesiller amalgamı halinde olan bir toplumdan’ beklenen tavırlar içindeyiz. Sormamız gereken binlerce soruya mı yana yakıla cevap aramalıyız Yoksa bunca sorunun ne ara bu kadar biriktiğine ve içinde bulunduğumuz hengameye mi? Ne ayı ne de domuz diye sayıklayanların sesini de duyamıyoruz bile bu hengamede…

 

Esaret kalpte ve beyinde bitmeden yaşamda bitmez. Sadece kalplerimizi düzeltsek “Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir”(Bakara; 249) ayet-i kerimesinin sırrına ereceğiz biiznillah. Bizler Allah-u Zülcelal’in halife olarak gönderdiği, dünyaya ilahi bir nizam ve hoş bir seda bırakmak üzere ağır yükü yüklenmiş ve bunun en son ferdi olmayı bile dünya saltanatından üstün bilen insanlarız. Ne Amerikası, ne Rusyası ne batısı ne şu su ne busu. Biz müslümanız ve Allah’tan başka güç ve kudreti olanı hiçbir kişi devlet tanımıyoruz vesselam…