Hemen hepimiz şu veya bu sebeple sevgiden söz ederiz. Eşimizi, çocuğumuzu, annemizi, babamızı, arkadaşımızı, işimizi, arabamızı, evimizi hatta kedimizi veya köpeğimizi çok sevdiğimizi söyleriz. Gerçekte sevgi nedir? İnsanlara, hayvanlara ve eşyaya karşı beslediğimiz bu duygu gerçekte sevgi midir? Siz, mesela, sevgiden ne anlıyorsunuz? Sizden sevginin tarifini yapmanızı istesek ne dersiniz; sevgiyi nasıl anlatırsınız? Lütfen, makalenin devamını okumadan kendi sevgi tarifinizi bir kağıda yazar mısınız?
Dr. M. Scott Peck, “As Seçilen Yol” (The Road Less Traveled) isimli eserinde sevgiyi şöyle tarif ediyor: “İnsanın kendisinin ve bir başkasının ruhsal tekâmülünü (gelişimini) desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzusudur.” Üzerinde biraz düşündüğümüz zaman bu tanımın kâinattaki düzene uygun olduğunu görüyoruz. Bilimsel araştırmalarda elde edilen verilerine göre ilk yaratılıştan günümüze kadar mikro âlemden (atomdan) makro âleme (güneş sistemlerine) kadar kâinat bir ölçü ve düzen içersinde devamlı tekâmül etmektedir.
Tekâmülün durması demek, kâinatın çöküşü yani kıyamet demektir. İnsan Allah’ın en büyük sanatıdır. İnsanı anlamadan kâinattaki düzeni anlamak mümkün değildir. İnsan, kâinatın küçültülmüş bir modeli olup her yönüyle kâinatla alakadardır ve yaratış kanunlarına tabi olarak devamlı tekâmül etmektedir.
Döllenmiş yumurta ana rahmine düştüğü andan itibaren fiziksel gelişimle birlikte ruhsal gelişim de başlamaktadır. Çocuğun ruhsal ve duygusal gelişimini (tekâmülünü) incelediğimizde sevginin ilk sırada yer aldığını; hamilelik dönemini ve doğumu takip eden ilk üç seneyi anne sevgisinden mahrum geçiren çocuklarda güven duygusunun gelişmediğini, bunu takip eden gelişim dönemlerine uyum sağlamakta zorlandığını, bu sebeple şefkat, yardımlaşma, iş birliği, adalet, hoşgörü, kendisiyle ve diğer insanlarla barışık olma, karşılaştığı güçlükleri kendi başına aşabilme vb. ruhsal duyguların ve yeteneklerin de gelişmediğini görüyoruz.
Ruhsal yönden gelişmişliğin en belirgin göstergesi çevreye uyumdur. Çevreye uyumdan kâinattaki yaratılış kanunlarına uygun hareket etmeyi kastediyoruz. Yaratılış kanunlarına uygun hareket etmeyen bir insan ruhsal yönden tekamül edemez. Ruhsal yönden gelişmemiş bir insan kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenemez, içinde yaşadığı aileyle ve toplumla uyum sağlayamaz. Uyumsuzluğun yol açtığı iç çatışmaları yüzünden psikolojik rahatsızlıklara maruz kalır.
Aşırı Koruma Sevgi Değildir
Çoğu anne babalar, özellikle anneler, sevgiyi koruma içgüdüsüyle karıştırmakta, çocuğu aşırı koruma altına alarak ruhsal gelişimini engellemektedir. Kendine güveni olmayan, çekingen, genç bir adam anne sevgisini şöyle anlatmıştı: “Annem beni o kadar çok severdi ki, lise son sınıfa gelinceye kadar tek başıma okul otobüsüne binmeme izin vermedi. O zaman bile okul otobüsüne binmek için yalvarmak zorunda kalmıştım. Sanırım başıma bir kaza gelmesinden korkuyordu. Bunun için de çok zahmetli olmasına rağmen beni okula kendi arabasıyla götürüp getiriyordu. Beni gerçekten çok seviyordu.” Bu hastaya öncelikle annesinin kendisine gösterdiği şeyin sevgi olmadığını anlatmak gerekiyordu.
Sevgi, sadece başkalarını ruhsal yönden geliştirmek için kullandığımız bir duygu değildir. Sevmekle başkalarının gelişimini amaçlamış olmakla birlikte kendi gelişimimizi de desteklemiş oluruz. Ben insanım. Sevdiğim kişi veya kişiler de insan. Öyleyse kendi türümden olan bir insanı severken aynı zamanda kendimi de sevmiş olurum. Eğer kendimizi sevmiyorsak başkalarını da gerçek anlamda sevemeyiz. Saygı için de aynı kural geçerlidir. Eğer kendime saygım yoksa kendimi değersiz ve işe yaramaz hissediyorsam, kendi türümden olan başkalarına da saygı duyamam.
Sevgi sabır, emek ve çaba isteyen bir iştir. Birini seviyorsak, onun ruhsal yönden gelişmesine katkıda bulunabilmek için harekete geçmek, emek vermek ve çaba göstermek zorundayız. Bunun için istekli olmamız yetmez. İsteğin eyleme dönüşmesi gerekir; bu da ancak irade ile mümkündür. Sevme isteği sevmek değildir. “Bu akşam annemi ziyaret etmek istiyorum” ifadesi ile “Bu akşam annemi ziyaret edeceğim” ifadesi aynı değildir. Birincisi isteğin, ikincisi iradenin ifadesidir. İrade aynı zamanda bir tercih yaptığımızı gösterir. Sevmek zorunda değiliz. Sevmeyi kendimiz seçeriz.
Bazen sevdiğimiz kişi sevgimize hemen karşılık vermez. Kendisini gerçekten sevdiğimizden emin olmak ister. Gerçek sevgi karşılık beklemez. Eğer gerçekten seviyorsak karşılık beklemeden sevgimizi sürdürürüz. Sabrederiz. Sevdiğimiz kişinin verdiği acılara katlanırız. Gerçek sevginin gücü karşısında hiçbir insan uzun süre direnemez. Mutlaka karşılık verir. Ancak çok az insan bu sabrı gösterebilir.
Romantik Aşk Efsanesi
Aşk, gerçek sevgi olmayıp bir sevgi illüzyonudur. Aşkın tuzağına düşen kişi, sevgi zannettiği bu duygunun sonsuza kadar süreceğine kendisini inandırır. Sonsuza kadar mutluluk içinde süren aşklara ancak ucuz Türk filmlerinde, gençlik romanlarında, peri masallarında ve eski aşk hikâyelerinde rastlanır. Gençlerin romantik aşk efsanesine inanmalarında bu roman kültürünün de etkisi vardır. Erkek, âşık olduğu kızın kendisi için yaratıldığına, ondan başka kimseyi sevemeyeceğine, ancak onunla mutlu olacağına; kız da aşık olduğu erkeğin hayalindeki beyaz atlı prens olduğuna kendilerini inandırırlar.
Gençlerin çoğu sevgiyi doğru tanımlayamadıkları gibi, onu aşk ile de karıştırırlar. Sevdiklerini zannettikleri karşı cinse, “seni çok seviyorum, sana aşığım” derler. Gençlerin aşk olarak tanımladıkları sevgi aslında içinde cinsel duygular barındıran bir tutkunluktur. Bir anne çocuğunu çok sevdiği halde “sana aşığım” demez. Aşk, öyle bir tutkunluk (vecd) halidir ki, aşık olduğumuz kişiyi bize mükemmel (kusursuz) gösterir. Âşık, sevdiğinde gördüğü kusurları bile iyiye yorar, önemsemez, ufak tefek şeyler olarak değerlendirir. “Aşkın gözü kördür” özdeyişi bu gerçeği çok güzel anlatmaktadır.
Her insanın bir dünya görüşü, hayat felsefesi ve tercihleri vardır. Biz buna kişinin “ben alanı” diyoruz. “Ben dağınıklığı sevmem, ben erken yatar erken kalkarım, ben dindar bir insanım, benim için aile düzeni çok önemlidir” derken ben alanımızı ifade etmiş oluruz. Ben alanı bir anlamda kimliğimizi gösterir. Aşık olan kişi, geçici bir süre, benlik sınırını açar ve sevdiği kişinin benlik sınırıyla kaynaşmasına izin verir. Artık ben alanı yoktur, aşık ile sevdiği kişi birdir. Bu aşk ne zamana kadar sürer? Balayı bitene kadar.
Aynı çatı altında yaşamaya başladıktan sonra âşık olduğu kişinin aslında mükemmel olmadığını, onun da yanlışıyla doğrusuyla, günahıyla sevabıyla sıradan bir insan olduğunu görmeye başlar. Günlük hayatın problemleri karşısında kişisel istek ve tercihler açığa çıkar. Erkek, kadının eski arkadaşlarıyla görüşmesinden hoşlanmaz, kadın erkeğin anne ve babasına düşkünlüğünden rahatsız olur. Erkek çocuk ister, kadın buna hazır olmadığını söyler. Erkek araba almak için para biriktirir; kadın bulaşık makinesi ister. Böylece her ikisi varlıklarının derinliklerinde şu acı gerçeği idrak ederler: Aslında âşık oldukları kişiyle bir değillerdir. Sevdiği kişinin kendisine ait görüşleri, ön yargıları, tercihleri, zevkleri vardır ve olmaya da devam edecektir. Yavaş yavaş ikisi de kendi benlik sınırlarına çekilmeye başlar. Romantizm çiçeği solar, aşk biter. Artık yeniden iki ayrı kimlik, iki ayrı kişi olmuşlardır. İşte bu noktada ya birbirinin ruhsal gelişimine katkıda bulunacak şekilde gerçek sevgi başlar ya da anlaşamadıkları gerekçesiyle beraberlikleri sona erer.
Aşkın bittiği yerde gerçek sevgi nasıl kurulacaktır? Okuyucu bunun bir çelişki, bir paradoks olduğunu düşünebilir. Eğer birbirine âşık olan çiftler sonunda bunun sevgi olmadığını, sevginin bilinçli bir tercih olduğunu, iradeli bir çaba ve emek gerektirdiğini idrak ederlerse gerçek sevgiyi bulabilirler. O zaman birbirinin benlik alanına girmeden, birbirinin ruhsal yönden gelişmelerine katkıda bulunacaklar ve böylece gerçek sevginin tadına varacaklardır.
Araştırmalar, evlilikle biten aşk hikâyelerinin devam etmediğini, bir-iki sene içinde psikosomatik rahatsızlıklar şeklinde patlak verdiğini gösteriyor. Bir hasta akşamları şiddetli baş ağrılarından çok rahatsız olduğunu söylüyor, psikologdan yardım istiyordu. Psikolog hastayı dinlediğinde iyi bir işi ve mutlu bir evliliği olduğunu, karısına âşık olduğunu, onu ilk günkü gibi çok sevdiğini söylüyordu. Ancak altı ay süren terapilerden sonra aşkının bittiğini şu sözlerle itiraf edebilmişti: “Karımı bir türlü memnun edemiyorum. Akşam eve geldiğimde mutlaka pahalı ve markalı bir şey istiyor. Maaşımın buna yetip yetmediğini düşünmüyor.” Hasta, bu itiraftan sonra baş ağrılarından kurtulmuş, eşini de psikologa getirerek ondan alışveriş takıntısının sebeplerini bulmasını ve tedavi etmesini istemişti. Bu güzel bir gelişmeydi. Eşinin alışveriş takıntısından kurtulmasını istediğine göre onu hala seviyordu.
Bağımlılık Sevgi Değildir
Eşlerin sevgi hakkında ikinci yanılgıları onu bağımlılıkla karıştırmalarıdır. Bağımlılığı sevgi zanneden eşler bunun bedelini bazen çok acı bir şekilde ödemektedir. Sevgilisi veya eşi tarafından terk edilen bağımlı insan için hayatın bir anlamı kalmaz. Bu insanı dinlediğimizde şöyle der: “Yaşamak istemiyorum. Ben eşim (ya da nişanlım, sevgilim) olmadan yaşayamam. Onu öyle çok seviyorum ki, onsuz yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim.” Biz de: “Yanılıyorsun, sen eşini (ya da nişanlını) sevmiyorsun” deriz. Muhatabımız çok şaşırır: “Ne demek istiyorsunuz? Daha demin onsuz yaşayamam dedim ya. Bu sevgi değil de nedir?” Açıklamak zorunda kalırız: “Sizin tanımladığınız şey sevgi değil bağımlılıktır. Yaşamak için başka bir kişiye ihtiyaç duyuyorsanız, siz bu kişiye yapışmış bir bağımlısınız. Böyle bir ilişkide seçim ve özgürlük yoktur. Sevgi, özgür irade ile yapılmış bir tercihtir. İki insan birbirini ancak her biri kendi başına yaşayacak güçte olup birlikte yaşamayı seçtikleri zaman sevebilirler.”
Bağımlı kişiler, genellikle çocukluk yıllarını sevgisiz bir ortamda geçiren “sevgiye aç” insanlardır. Anne ve babalarından bulamadıkları sevgiyi kendisine yakınlık gösteren kişiden (kız arkadaşından, erkek arkadaşından, nişanlısından veya eşinden) beklerler. Yakınlık bulduğu zaman bunun aradığı sevgi olduğunu zannedip o kişiye asalak gibi yapışırlar. Psikolojide bu insanlara “pasif bağımlı kişiler” diyoruz. Bu kişiler sevilmeyi o kadar arzu eder ve isterler ki, başkasını sevecek enerjileri kalmaz. Bunları açlıktan gözü dönmüş, her yerde yiyecek arayan insanlara benzetebiliriz. Onların kimseye verecek yiyecekleri yoktur. İçlerinde sanki bir türlü dolmayan dipsiz bir kuyu vardır. Asla tam olarak doyuma ulaşmaz, kendilerini bir bütün olarak algılamaz, yalnızlığa katlanamazlar.
Pasif bağımlı kişilerin bir özelliği de bağımlı oldukları kişinin yerine koyacak birini buldukları an eskisini hemen unutuvermeleridir. Nişanlısı tarafından terk edilen ve intihar girişiminde bulunan bir hastamız vardı. Niçin intihar etmek istediğini sorduğumuzda, nişanlısını kastederek, “ben onsuz artık bir hiçim, onsuz yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim” diyor, ilk fırsatta yine intihar edeceğini söylüyordu. Bu hastamıza tarif ettiği duygunun sevgi olmadığını bir türlü öğretemedik. Üçüncü seansa geldiğinde çok neşeli görünüyordu. “Her şey yoluna girdi, artık terapiye gelmeme gerek kalmadı,” dedi. Böyle ani bir düzelme beklemediğimiz için, eski nişanlısıyla barıştığını zannettik. Bunu kendisine söylediğimiz zaman, gülerek: “O defteri kapattım, dedi. Dün akşam bir kızla tanıştım, beni çok beğendiğini söyledi. Bu akşam yine buluşacağız. Kendimi yeniden insan gibi hissetmeye başladım.”
Pasif bağımlı kişiler öz disiplinden ve sorumluluk duygusundan yoksundurlar. Bağımlı oldukları kişiden kendilerini sevmelerini, doyuma ulaştırmalarını bekler bunun için kendileri bir gayret göstermezler. Bu insanlar “müptela karakteri” taşırlar. Bağlandıkları kişiye müptela olur, onu sömürür, yer bitirirler. Böyle birini bulamadıkları zaman içki şişesine, uyuşturucuya ya da ilaca sarılır, bir anlamda bunları bulamadıkları insanın yerine koyarlar.
İnsanı Sevmekten Korkanlar
Özellikle eğlence sektöründe çalışan, gecesi gündüzü belli olmayan, başından birkaç başarısız evlilik geçmiş olan, bu yüzden yalnız yaşamak zorunda kalan insanlar vardır. Bu insanlar, yaşadıkları travmalar yüzünden, başka bir insanı sevmekten ve ona bağlanmaktan korkarlar. Evinde hizmetçileri vardır. Çok sevdikleri bir köpeği veya kedisi (bazen köpekleri ve kedileri) vardır. Köpeği hastalandığında işini gücünü bırakır, onu veterinere götürürler. Evden kaçtığında veya öldüğünde çok üzülür, arkasından gözyaşı dökerler.
Avrupa ülkelerinde, sosyal statüsü yüksek, evli kadınlar içinde bu tip insanlar çoktur. Almanya’da konferansıma gelen, üniversitede psikoloji kürsüsünde öğretim üyesi olduğunu söyleyen, İngilizce bilen, kırk yaşlarında bir bayanla konferanstan sonra sohbet etme fırsatı bulduk. Bir ara sevgi üzerine konuşurken gururla köpeğini çok sevdiğini, ona “yavrum” dediğini söyledi. Evli olup olmadığını sordum. Evliymiş. “Size özel bir soru sorabilir miyim? İsterseniz cevap vermeyebilirsiniz...” dedim. İzin verdikten sonra, neden çocuk yapmadığını, tıbbi bir engeli olup olmadığını sordum. Gülerek: “Tıbbi bir engelimiz yok, dedi. Ben ve eşim gayet sağlıklı insanlarız. Çocuk doğurmak, bakmak, beslemek ve eğitmek kolay değil. Köpeğimize hizmetçimiz bakıyor. Bize de sevmek ve onunla oynamak kalıyor.”
Bu bayana ev hayvanlarına gösterdiğimiz sevgiyle çocuğa ve insana gösterdiğimiz sevginin aynı şey olmadığını anlatmam çok zor oldu. Kendisi de bir psikolog olduğu halde, içinde yaşadığı toplumun ön yargıları, dünyaya ve hayata bakış açıları bizden çok farklıydı. Çocuk yapmaktan ve onu sevmekten korkuyordu. Çocuk yetiştirmek sevgi, emek ve sabır isteyen bir işti. Çocuk kurallara uymadığında, nankörlük yaptığında onu kapı dışarı edemezdi. Çocukla köpek aynı şey değildi. Köpek hırçınlık yaptığında, saldırdığında, etrafı kirlettiğinde ve sahibinin emirlerine uymadığında onu kapı dışarı etmek ve yerine daha sevimli, uysal ve eğitimli bir köpek almak kolaydı.
Kendini Feda Etmek Sevgi Değildir
Bazı insanlar kendilerini ailelerine feda edercesine çok çalışmakta, onların ihtiyacını karşılamak için gecesini gündüzüne katmaktadır. Ancak, gelin görün ki, kendisini feda eden bu insanların çok azı yaptıklarının karşılığını alabilir. Annelerde kendini feda etme duygusu daha baskındır. Bu fedakârlığın karşılığını göremedikleri zaman şöyle yakınırlar: “Saçımı süpürge ettim, yine de yaranamadım.”
Kendisini ailesine feda eden insanları incelediğimizde adalet ve disiplin duygusundan yoksun olduklarını görüyoruz. Tek sahip oldukları şey, aşırı sorumluluk duygusudur. Niçin böyle davrandıklarını, neden kendilerine de zaman ayırmadıklarını sorduğunuzda ailelerini çok sevdiklerini, onların mutlu olmalarını istediklerini söyleyeceklerdir. Bu insanlara kendilerini feda etmenin sevgi olmadığını anlatmak oldukça zordur.
Üç çocuğunu da özel okullarda okutan, market sahibi bir baba bize müracaat ederek psikolojik yardım istemişti. Adamcağız ağır bir depresyon geçiriyordu. Eşini ve çocuklarını çok sevdiğini, onlar için hiçbir fedakârlıktan kaçmadığını, hiçbir şeylerini eksik etmediğini, büyük çocuğa araba bile aldığını, bugüne kadar çocuklarına bir tokat dahi vurmadığını söylüyor ve şöyle yakınıyordu: “Çocuklarımdan istediğim tek şey başarılı birer öğrenci olmaları. Bunun için özel okullara verdim. Küçüğün ve ortancanın durumu fena değil, ama çok iyi de sayılmazlar. Büyüğün durumu hiç iyi değil. Arabaya binip gezmekten, top peşinde koşturmaktan eve girdiği yok. Bir gün olsun oturup ders çalıştığını görmedim. Neden böyle yapıyor anlamıyorum. Çok sevdiğim için üzerine de gitmek istemiyorum. Kendisiyle görüşüp, ders çalışması için telkinde bulunur musunuz?”
Problem çocuklarda değil babadaydı. Böyle durumlarda genellikle hastadan bize kendi babasını anlatmasını isteriz. Adam, bu isteğimizi duyunca önce çok şaşırdı. “Bir işe yarar mı bilmiyorum, ama anlatayım” dedi. Yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu imiş. Babası araba tamircisiymiş. Ava ve içkiye düşkün biriymiş. Akşamları çoğu zaman eve içkili gelirmiş. Hafta sonlarında içki arkadaşlarıyla ava gider, eşini ve çocuklarını ihmal edermiş. Eşi ve çocukları bir şey istediği zaman kavga çıkarır, dayak tehdidiyle onları sindirirmiş.
Yardımcı sorularla hastamızı yönlendirerek şu gerçeği itiraf etmesini sağladık: “Çocukken, büyüdüğüm zaman babam gibi kalpsiz olmamaya yemin ettim. Eşime ve çocuklarıma iyi davranacağıma, onları seveceğime, hiçbir şeylerini eksik etmeyeceğime söz verdim.” Babaya, eşine ve çocuklarına gösterdiği tutumun sevgi olmadığını, kendini feda etmek olduğunu, bu tutumunun adalete ve disipline uymadığı için de bir işe yaramadığını, öncelikle tutumunu değiştirmesi gerektiğini anlattık.
Babanın baştan beri gösterdiği tutum sevgi olmamakla birlikte sevme kapasitesine sahip, iyi niyetli bir insandı. Kendisine nasıl bir tutum izlemesi gerektiğini anlattık. İlk zamanlar eşi ve çocukları yeni tutuma direnç göstermişlerse de, adamın kararlı ve iradeli davrandığını gördükçe onlar da değişmeye ve ruhsal yönden gelişmeye başlamışlardı.
Gerçek sevgi, duygusal olmaktan çok iradidir. Sevgi disiplin, emek ve çaba ister. Kendimizi disipline sokamazsak, çocuklarımızı da disipline edemeyiz. Kendimize adil olamazsak eşimize ve çocuklarımıza karşı da adil olamayız.