Tarihin Derinliklerinden Günümüze
Türk Kadını …
Kadir Çimen
“Erkek devlettir; yönetir, korur, sahip çıkar,
kadın millettir; devleti yalnızca o ayakta tutar.”
Kemal Tahir’in ilk romanı Sağırdere, Cumhuriyet’in ilanından sonraki yıllarda, Kurşunlu Nahiyesine bağlı Yamören köyünün adetlerini, yaşama ve kente bakışını ele alır. Roman köyden kente giden ve yaşama tutunmaya çalışan insanların dramatik öykülerini içerir. Kemal Tahir bu eserinde, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Çankırı yöresinde hüküm süren ve Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu düzenini sürdürmek isteyen Eşkıya Eğri Ahmet hakkında bir olaydan bahseder: “Kurşunlu’ya öğretmen olarak atanan kadını, Eşkıya Eğri Ahmet görünce, karıdan öğretmen mi olur? Diyerek hükümetin bu yaptığına kızar. Öğretmeni bir gece yatağından kaldırır ve Yamören’e getirir. Sabaha kadar zorla oynatır. Öğretmen çok korkar, ağlar. Sabah olunca salıverir.” Aslında eşkıya Eğri Ahmet’in öfkesi “düzenini” bozan devletedir. Ama bu öfkesini bir “kadın” üzerinden ifade etmiştir. Türk kadınının içtimai hayata kazandırılması için çaba verildiği bu yıllarda, bir kadın öğretmenin toplumda yadırganmasını fırsat bilen eşkıya zihniyeti bu durumu şahsi çıkarları için kullanarak, karşı cinsini otoriteye karşı başkaldırı aracı olarak kullanmaya kalkışmıştır. Anadolu’nun pek çok yerinde yaşanan benzer durumlar, edebiyatçılarımız tarafından ele alınmıştır. Usta edebiyatçı Kemal Tahir’de Çankırı Cezaevinde iken, mahkûmların anlattığı olayları, Sağırdere’de romanında gelecek nesillere taşımıştır.
Kadim Türk tarihi incelendiğinde, kadını sürekli olarak erkekle beraber toplumsal hayatın merkezinde görüyoruz. Kadın, sosyal hayatın içerinde sürekli olarak bulunmuştur. Peki, “Kız çocuklarınızı öldürmeyin.” ve “Cennet anaların ayağı altındadır.” diye mesaj veren bir dini benimsememize rağmen, toplum yıllar sonra bir eşkıyanın kadın üzerinden mesaj verebileceği bir ortama nasıl dönüşmüştür. Osmanlı Devleti’nin son dönemi, geri kalmışlığın önüne geçebilmek için çareler aramakla geçmiştir. Yöneticiler başta eğitim ve yönetim biçimi olmak pek çok girişimde bulunmuşlardır. Cumhuriyeti kuran kadroda son dönem Osmanlı aydınlarıdır. Yeni devletle birlikte yöneticiler, kadının içtimai hayatın merkezine alınması ile başta eğitim olmak üzere pek çok sosyal problemin çözüleceğine inanarak, bu yolda girişimlerde bulunmuşlardır. Yürürlüğe giren ve kadına öncelik tanıyan yasaların, uygulanması ile kadın çalışma hayatının her noktasında yer almaya başlamıştır. Bu alanda da büyük bir yol kat edilmiştir. Peki, tüm modernleşme çabalarına rağmen, gündemi sıkça meşgul eden kadın cinayetlerinin önüne niçin geçilememektedir?
Batıda, ‘eşit işe, eşit ücret’ hakkı 1970 yılında İngiltere’de Ford otomobil fabrikasında ki kadın işçilerin mücadelesi üzerine tanınmıştır. Hâl böyle iken, nerelerde hatalar yaptık da, Avrupa Birliğinin ülkemizde yaşanan hususları incelemek için heyetler gönderdiği, önümüze kalın dosyalar koyduğu ve bize ‘ayar’ vermeye kalktığı bir ülke haline geldik? Türk insanına hiç yakışmayan bu durumun arka planına, yabancı elçi ve seyyahların; asırlar önce topraklarımızda gördüklerine şaşırdıkları günlere, kadının Türk toplumundaki tarihine şöyle bir bakalım…
Konar-göçer toplumun içinde yer alan Türk kadınının erkekler kadar iyi ata bindiği, ok ve kılıç kuşandığı ava çıktığı, yabancı seyyahların eserlerinde bahsedilmektedir(1). Türk yazıtlarından, Köl Tigin Yazıtı’nın Kuzey tarafında hem erkek hem kadın için insan anlamına gelen ‘kişi’ kelimesinin kullanılmasından da cinsiyet ayrımının yapılmadığını anlıyoruz. İslam öncesi dönemde Türk kadınlarının ata binme ve ok atmada usta oldukları tarihi bir gerçektir. Türk tarihi boyunca kadın, tabu olmadığı için erkeğin her türlü faaliyetlerine iştirak ederdi. Türk destanlarında, efsanelerinde, hikâyelerinde, avda, savaşta, ziyafetlerde, dini, siyasi, insani, itikadi sahalarda erkeklerle beraber olurdu. Dede Korkut destanlarında; Türk kızlarının kahramanlıkları, erkeklerle birlikte ava çıktıkları, at koşturdukları, güreştikleri ve savaştıkları şeklinde anlatılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Türklerde kadın bazen aile reisi, bazen de evinin direğidir. Toplumun en küçük yapısı ailede, evin direği olarak anlatılan kadın, gün gelmiş devletinin kurulmasında ve korunmasında önemli roller üstlenmiştir. Onun yetiştirdiği erkek evlatlarda tarihimize damga vurmuşlardır.
Anadolu Selçuklularındaki Ahi Teşkilatı’nın kadınlar kolu olarak, Âşıkpaşazâde 13. Yüzyıl Anadolu’sunda, Bâcıyân-ı Rûm olarak anılan kadın teşkilatından bahsetmektedir. Ünlü tarihçi Prof. Dr. Fuad Köprülü Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserinde, Âşıkpaşazâde’nin devleti kuran teşkilatlar olarak bahsettiği Gaziler-Alpler, Ahiler, Abdallarla birlikte kadın teşkilatı Anadolu Bacıları anlatılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, bu teşkilatların yardımı ile gerçekleşmiştir. Anadolu Bacıları yani Bâcıyân-ı Rûm teşkilatı, o günkü toplumda kadınların sosyal, ekonomik, kültürel hatta askerî ve siyasî alanlarda ne kadar etkin rol aldığının en somut göstergesidir. Nasıl ki Ahilikte erkeklere “eline-beline-diline sahip ol” öğüdü verilmişse, Bâcıyân-ı Rûm teşkilâtı içindeki kadınlara da “aşına-eşine-işine sahip ol” öğüdü verilmiştir. Çankırı merkezde ritüellerine uygun olarak yaşatılmaya çalışılan Yâran Meclislerinde bu sözler yaşatılmakta, ninelerimizin ağzından da sıkça duyabilmekteyiz. Bâcıyân-ı Rûm -Anadolu Bacıları- sayesinde, Anadolu coğrafyasında Türk ailesi temel alınarak, sağlam bir cemiyet hayatı oluşturulmuştur.
Ata topraklarından, Osmanlı Sarayına kadar gelen tarihsel süreçte hükümdar eşinin unvanı Hatun’dur ve protokolde ikinci sıradadır. Bu durum da yabancı seyyahların gözünden kaçmamıştır. Toplumlar için hiçte uzun olmayan beş asır önce; 16. Yüzyılda Türkiye’den geçen bir Alman seyyahın, “Türkler ülkelere, karıları da onlara hükmeder.” tespiti, tarihsel bir gerçeği ifade etmektedir. Ünlü yazar Amin Maalouf’un tarihi romanı Semerkant’ta geçen ve Melikşah’ın eşi Terken Hatun’a mal ettiği “Bizde savaşan erkeklerdir; ama kime karşı savaşacaklarını kadınlar söyler.” ifadesi de, eserde tesadüfen yer almamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi kökeni Altay Dağları eteklerine Türkistan coğrafyasına dayanır. Asırlarca farklı isimlerde anılan pek çok devlet kurmamıza rağmen, bunlar tarihte Türk devleti olarak yerini almıştır. Son devletimizin bulunduğu Anadolu coğrafyasına yürürken üzerinde iz bıraktığımız topraklarda yer alan kavimlerdeki kadının yerine baktığımızda, Türk toplumu ile asla bağdaşmayan gelenek ve göreneklerle karşılaştığımızı görüyoruz. Türkler rastladıkları medeniyet ve toplumları etkileyebildikleri gibi, yerleşik ve köklü kültürlerin de olumsuz veya olumlu etkisine maruz kalmışlardır. Bu etkilerden biride şüphesiz ki kadının toplumdaki yeri konusu olmuştur. Maveraünnehir üzerinden Anadolu coğrafyasına uzanan koridorda, kadim bir geçmişe sahip olan ve etkileşim içinde bulunduğumuz İran toplumunda, kadın evine mahkûm ve devlet yönetiminde yer almamaktadır. Bizans toplumunda ise kadın, Pers toplumunda olduğu gibi ev içinde veya haremde bulunmaktaydı. Antik Yunan temelli olan bu anlayışta ise, kadın zaten insan olarak değerlendirilmemekte olup, alınıp satılan bir eşya konumunda bulunmaktadır. Yani bu işin “dost” sohbetlerinde anlatıldığı üzere sadece teolojiden kaynaklanması diye bir husus söz konusu değildir. Kız çocukları diri diri gömülürken, kadının ayaklarına cenneti seren bir dine yanlış uygulamaların neticesini yüklemeye kalkmak ne derece doğrudur? Mesele din olsaydı, Müslüman Anadolu Bacılarını yani Bâcıyân-ı Rûm teşkilatını ve benzer pek çok konuyu nasıl izah edecektik. Uzun yıllar iletişim kurduğumuz medeniyetlerden kalan olumsuz etkilerin yanında, maalesef dinimizin yanlış yorumlarının etkisi de olmuştur. Selçuklular’ın 10. yüzyılda Anadolu’ya gelişlerine kadar, İslâmiyet’in yanlış yorumlanan tesirlerine rağmen, Türk kadını hep aktif olmuştur. Bu dönemden itibaren kadının sosyal durumu, bahsedilen sebeplerin de etkisiyle menfi olarak değişmeye başlamıştır. Bu olumsuz süreç, geniş bir coğrafyaya yayılan Türklerin bulundukları bölgelerin demografik yapısına göre değişiklikler göstermiştir.
Türk kadınının toplumsal hayattan artık iyice çekildiği yıllarda, muhteşem bir şekilde tarih sahnesine çıkışını 100. Yılını idrak ettiğimiz milli mücadele yıllarında görüyoruz. Bu yerlerden biride ‘İstiklal Yolu’ olarak anılan, İnebolu-Kalecik hattıdır. 1920 yılından TBMM’nin kurulmasına kadar, Anadolu’ya değişik yollardan cephane girişi sağlanıyordu. Meclis’in kurulmasıyla birlikte İngilizler yolları kapatmış ve sadece Karadeniz limanı İnebolu kalmıştı. İşgale uğramayan tek stratejik güzergâh İnebolu, Kastamonu, Çankırı ve Ankara hattıydı. Anadolu’nun tek çıkışı İnebolu limanıydı. Türk milletinin kaderi bugünkü adıyla ‘İstiklal Yolu’ olarak anılan hattan gelecek askeri mühimmata bağlıydı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ''Gözüm Sakarya'da, Dumlupınar'da kulağım İnebolu'da'' sözünü savaşın en kritik günlerinde boşuna söylememiştir. İşte bu hat üzerinde Türk kadını destan yazmıştır. Zorluklarla İnebolu limanına çıkartılan mühimmat, kahraman Türk kadınlarının asli unsur olduğu, yaşlılar ve çocuklar aracılığıyla Kalecik’e kadar ulaştırılıyordu. Buradan demiryolu aracılığıyla batı cephesine yetiştiriliyordu. İstiklal Yolu güzergâhı, Milli Mücadele’nin lojistik desteğinin en önemli konumu hâline gelmiştir. Bu sebeple itilaf devletleri, Anadolu’ya mühimmat girişini engellemek için Karadeniz’de denetimi sıklaştırmışlar ve 1921 yılında da pek çok kez İnebolu limanını bombalamışlardır. İşte çok önemli bu güzergâh; Türk kadını sayesinde karda, yağmurda, dondurucu tipide Küre, Ilgaz ve İn Dağları aşılarak üç yıl boyunca işler hâlde tutulmuştur. Onlarca isimsiz Türk kadını, bu yolda donarak şehit olmuştur. Günümüzde Şerife Bacı şahsında tüm şehit kadınlarımız, her yıl düzenlenen törenlerde anılmaktadır. Halime Çavuş ise gazilik mertebesi ile şereflendirilirken tüm kadınlarımız bu kutlu mücadelede onurlandırılmıştır. Sadece İstiklal Yolu güzergâhında Çankırı topraklarında, Kastamonu İstiklal Mahkemesi Reisi Mustafa Necati’nin bizzat şahit olduğu bu hadise bile, Türk kadınının ne kadar cefakâr olduğunu gözler önüne sermektedir. Mustafa Necati’den “Bir gün evvel yağan karların doldurduğu uzun yollardan geçerek Mahkeme’miz müfrezesiyle, Çerkeş önlerinde kağnılarla cephane taşıyan bir kadın kafilesine rast gelmiştik. Kafileye rast yaklaştıkça bazen bu uzun sükutu yırtan bir çocuk feryadı yükseliyordu. Kafileye yaklaştık ve selamlaştık. Biz soğuktan yamçılar altında bile titrerken, tek yorganını da arabaya örten bir ninenin çıplak ayaklarla karları çiğnediğini görünce, içimde takdirle karışık bir merhamet sızladı. Arkasına sardığı peştamalı içinde ara sıra hıçkıran bir çocuğun üzerine bile örtmeden yorganını niye arabaya serdiğini sormak fikrini duydum: ‘Üşümez misin sen nine?.. Bak çocuk donacak, yorganı örtsene!’ diye arabanın üstünü işaret ettim. Bu sözü garip bir tarzda karşıladı; sormağa değer bir şey addetmiyordu galiba!.. Benim cevap beklediğimi anlayınca, mukaddes bir şeye teveccüh eder gibi kağnıya doğru koştu: ‘Kar serpiyor, millet malıdır, nem kapmasın evladımı’ dedi ve yorganın uçlarını iyice serdi. Kar sepelemeğe başlamıştı; o zaman anladım ki cephaneleri ıslatmamak için bu fedakarlığı yapıyor. O vakit, deminki merhametimden utandım bile!..”
Tarihimiz Tomris Hatun, Raziye Begüm Sultan, Süyün Bike Han, Dilşad Hatun, Fatma Bacı, Hatun (Kadıncık) Ana, Nene Hatun, Kara Fatma, Halide Edip ve Sabiha Gökçen’e kadar pek çok Türk kadınının destansı başarıları ile doludur. Acısı daha yüreğimizin bir yerinde tüm sıcaklığıyla duran, Aybike öğretmen olmak üzere, tüm şehit-gazi kadınlarımızın vatan ve millet aşkını dile getirmeye kelimelerimiz kifayetsiz kalmaktadır…
Tarihin derinliklerinde, Türklerin geçirdiği evreler bize net olarak gösteriyor ki; kadını sosyal hayattan uzak tutmaya başladığımız günlerden bu yana, toplum olarak her yönden diğer milletlerin, gerisinde kalmışızdır. Erkeği ve kadını doğuran bir kadın, yetiştiren annedir. Kısaca, toplumu olumlu veya olumsuz olmak üzere şekillendiren en önemli faktör kadındır. Öyleyse kadının toplumsal hayatta rol alması, ‘sosyal’ bir varlık olması çok önemlidir. Baba ve anneyi ‘iyi insan’ olarak yetiştirecek ilk kişi kadındır. Devletin, gelecek nesilleri iyi yetiştirecek donanımlı bir kadın modelinin ortaya çıkması için, sosyal politikalar üretmesi şarttır. Bu politikaların ise, ceza hukuku tarafından desteklenmesi elzemdir. Bugün Türk kadını siyasallaşmanın etkisi ile geleneksel inançlara veya modernizme kurban edilmektedir. Unutmayalım ki, erkeği doğuran bir kadındır. Kadının sosyal bir varlık olması, erkeğin de vasıflarını artıracaktır. İlk rol modeli olan annesinden iyi eğitim alamayan bir erkek, şiddetini ilk gücü yettiğine, yani kadına veya çocuğa gösterecektir ki, günümüzde de yaşanan budur.
Siyasi irade istediğinde, ülkemizde üstesinden gelinmeyecek hiçbir problem bulunmamaktadır. Toplumsal tedbirleri alırken, kadına aciz varlık olarak bakmayalım. Kadına pozitif ayrımcılık sloganı ile yola çıkmadan, kadın-erkek eşitliğini denk tutularak hukuki düzenlemeler yapılmalıdır. Yasalar tavizsiz uygulanmalıdır. Batı toplumu daha yarım asır önce vergi, yolsuzluk, kadın hakları gibi pek çok hususu tavizsiz hukuki düzenlemeler sayesinde çözebilmiştir. Ülkemizde de yasal tedbirlerin, sosyal ve ekonomik programlarla desteklenerek yürürlüğe girmesinin ardından, toplum rahata erecektir. Yeter ki, çıkarılan yasalarımıza sahip çıkarak, insana karşı işlenen suçlar için asla af çıkartmayalım. Devlet kendine karşı işlenen bazı suçlara gün gelir af çıkarabilir. Ancak bireye karşı işlenen suçlarda devlet kesinlikle ‘affedici’ olmamalıdır. Yoksa ölenin ardından ‘ah’ ‘vah’ edip, yetkili ağızlardan sürekli ‘suçlu en ağır şekilde cezalandırılacaktır’ sözlerinin verilerek, reaksiyoner tedbirlere başvurmanın ülkemize hiçbir faydası bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, sosyal meseleleri popülist davranarak geçici tedbirlerle uzağa ötelemek; aynı problemlerin ‘bumerang’ etkisiyle şiddetli bir şekilde dönerek, toplumda onarılamaz yaralar açmasının önüne geçemeyecektir. Türk milleti bugün yaşadığı toplumsal problemleri, yaslandığı tarihin bilincine vardığı gün rahatlıkla aşacaktır. Bakın Şair (3) ne güzel söylemiş:
“Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır.”
Kaynakça:
- F.G. Diplano Carpini, The Story of Mongols Whom We Call The Tatars, Çev. Erik Hildinger, Branden Publishing, Boston 1996, p.54
- Nureddin Peker, 1918-1923 İstiklal Savaşı’nın İnebolu ve Kastamonu Havalisi, 155, Gün Basımevi, s.204,364
- Namık Kemal (1840-1888), Vatan Şarkısı.