COWARDS DIE A THOUSAND DEATHS

KORKAKLAR BİN KERE ÖLÜR…

 

And I was just trying to help

Ve ben sadece yardım etmeye çalışıyordum

 

Peggy (Gall) Hanson

Turkey I 1962-64, Cankiri, Turkey

 

80 kids per classroom daunted me at 22.  It would daunt me at my current age.  In less than six weeks, I’d lost control of my students, who lost their interest when the newness of having a foreign teacher wore off and they couldn’t understand a word she was saying, having never heard a word of English spoken. So what if we were in Book Six according to the national curriculum requirements!  They wanted rote assignments as they’d always had.  How strange to deal with English as a communication tool…

Her sınıfta 80 çocuk 22 yaşındaki benim gözümü korkuttu. Şimdiki yaşımda bile gözümü korkuturdu. Altı haftadan kısa bir sürede, Ben öğrencilerimin kontrolünü, onlarda tek bir kelimesini dahi anlayamadıkları öğretmenlerine karşı olan ilgilerini kaybetmişlerdi. Müfretada göre 6.kitapta olmamız gerektiği gerçeği dahi bu sonucu değiştirmiyordu. Daha önceden olduğu gibi ezbere dayanan ödevler vermemi istiyorlardı. Bir iletişim aracı olarak İngilizceyi kullanmak o kadar garipti ki…

 

 Within six months my students had taught me far more language skills than I would ever teach them.  Konusmayin! Don’t talk!” I’d shout in my sleep.  Oturun!  Sit down!”

 

When I asked Abdullah Bey, the math teacher, how his classroom always seemed quiet, he swirled his tea in its tulip-shaped glass, smiled gently and said, “They know I will beat them.  You must beat Turkish students.  They expect it.”

 

6 aylık bir sürenin sonunda öğrencilerim benim onlara öğrettiklerimden daha fazlasını bana öğretmişlerdi. “Konuşmayın!”,  Uykumda  bağırdığımı görebiliyordum. “Oturun!”

 

Matematik öğretmeni Abdullah beye, onun sınıfının nasıl böyle her zaman sessiz olduğunu sorduğumda, bardağındaki çayı hafiçe sallayarak ve centilmence gülümseyerek “Onları döveceğimi biliyorlar. Türk öğrencisini dövmek zorundasınız. Bunu beklerler.” dedi.

 

I hated the idea.  Un-American, right?  Yet, I’d been sent out by President Kennedy himself to do something—teach some English—and that wasn’t going well.  Somehow, I had to instill some discipline into my classroom.

 

Bu düşünceden nefret etmiştim. Hiç Amerikanvari değildi. Bizzat Başkan Kennedy tarafından yurtdışına bir parça ingilizce öğretmek için gönderilmiştim. Ve şu anda hiç bir şey iyi gitmiyordu.  Bir şekilde, sınıfımdaki disiplini mutlaka sağlamak zorundaydım.

 

About then we got a new principal at Cankiri Lisesi.  His name was Veli Soysal, nicknamed “Deli Veli, Crazy Veli” because of his ferocious temper and cruelty.  He’d been sent to our little provincial town to bring order—this was his thirtieth or something assignment in a twenty-year career.  He was the last resort of every school, and quickly sent on when parents protested.  I was terrified just to hear him give the weekly speech with students standing outside the school saluting the flag.  I had nightmares featuring his bull-like features.  Deli Veli.  Deli Veli…

Daha sonra Çankırı Lisesine yeni müdürümüz atandı. Adı Veli Soysal’dı. Lakabı “Deli Veli” idi. Nedeni de acımasız öfkesi ve zalimliği.   20 yıllık öğretmenlik hayatında 13. tayinini yaşayan müdür, disiplin açısından kötü durumdaki okulların son çaresi olarak gelmiş ve bugüne kadar da ailelerin şikayetiyle hemen başka bir yere tayin edilmişti. Dışarıda öğrencilere haftalık konuşma yapacağını duyduğumda dehşete kapılmıştım. Öfkeli bakışlarını düşündükçe kabuslar yaşıyordum. Deli Veli. Deli Veli

 

It is always tempting to remove oneself from a threat, and I tried to pretend Veli Bey wasn’t there, that we had a normal person in charge, that nothing would happen to all of us just because Deli Veli was in Cankiri.

 

Her zaman kendini bir tehdit unsuru olarak görmek cazip geliyordu ve ben veli bey orada yokmuş gibi davranmaya çalıştım. Sanki normal bir insan görevdeymiş gibi çalıştım. Bu hiç birimize olmaz  gibi

 

One day I had had it with Orta III, the last year of Middle School.  Eighth graders.  Three to a hard wooden desk, those near the windows freezing, those near the pot-bellied coal stove too hot.  Spitballs flew. Chatter, chatter, chatter.  My head ached and I had a sore throat.

 

Bir gün Orta III öğrencileriyleydim, ortaokulun son sınıfı. 8. Sınıf öğrencileri. Ahşap sıralarda 3’er kişi oturuyorlar, pencereye yakın olanlar soğuktan donuyor, göbekli kömür sobasına yakın oturanlar aşırı sıcaktan pişiyorlardı. Kar taneleri uçuşuyordu. Sürekli konuşuyorlardı. Başım ağrımaya başlamıştı ve boğazlarım çok kötü haldeydi.


“The next person who talks out of turn will go to the principal!”  I realized the desperation in my voice wouldn’t convince anyone.  I somehow had to get these kids’ attention. Somebody talked.  It was a boy near the back who I felt had smirked during part of the lesson.  “You!” I shouted.  “To the principal!”

 

The room grew quiet.  The boy got up and left. I taught the rest of the lesson.

Şu andan itibaren konuşan ilk kişi müdüre gideçek ! sesimdeki çaresizliğin hiç kimseyi ikna etmediğini farkettim. Bir şekilde bu çocukların dikkatini çekmek zorundaydım.Birisi konuştu. Ders boyunca sırıttığını hissettiğim çocuktu. “Sen!”diye bağırdım. “Doğru müdüre!”

Sınıf tamamen sessizleşti. Delikanlı kalktı ve sınıfı terketti. Ben dersin kalanına devam ettim.

 

After school I got a message that Veli Bey wanted to see me.  Knees shaking, I went to his office.  There, black and blue and bleeding stood the boy I had sent earlier.  “I want you to see that this delinquent will not bother you again,” said the principal.  He brought his fists out and hit the boy, then kicked him. I wanted to gather the thin frame into my arms to comfort him. Instead, I stood frozen with fear and self-loathing.  I have no memory of getting out of that room. But Veli wasn’t finished.  He came to my classroom and dragged his demoralized victim to the front.  “This dog dared to insult our foreign teacher! (Bam!) This is what happens to anyone who does that. (Kick.) We are Turks.  We do not tolerate this.”

 

Okuldan sonra Veli beyin beni görmek istediğini öğrendim. Dizlerim titreyerek odasına gittim.  Orada sınıftan çıkartmış olduğum çocuk yüzü gözü mosmor ve burnu kanayan bir şekilde bekliyordu . “Bu suçlu çocuk seni bir daha asla rahatsız etmeyecek” dedi müdür bey. Yumruklarıyla o cocuğa vurmuş ve tekmelemişti. O çocuğa sımsıkı sarılmak istedim aslında ama korkudan donmuş bir halde kalakaldım. Odadan kaçıp kurtulmaktan başka birşey düşünmüyordum. Ama Veli bey henüz işini bitirmemişti. Sınıfıma geldi biraz evvel dövdüğü kurbanını sınıfa sürükleyerek; “Bu köpek bizim yabancı öğretmenimize hakaret etti. (bam!) Bunu yapan herkese bundan sonra aynısı olacaktır (tekme!) Bizler Türk’üz. Biz böyle şeyi kaldıramayız.”

 

Word spread like wildfire.  For a few weeks, all my classrooms were quiet.  The boy in the back never got back even a smile, to say nothing of a smirk.  I’m sure I gave him an A on everything.  His face haunted me at night.

 

Kelimeler ağzından adeta ateş gibi fışkırıyordu. Takip eden bir kaç hafta girdiğim sınıflar son derece sessizdi. Arkalarda oturan o çocuk bir daha hiç gülümsemedi. Sırıtmadı bile. Ona tüm derslerden en yüksek notu veriyordum . Yüzü sürekli rüyalarıma giriyordu.

 

Then one day, as I walked the aisles giving dictation, an older student who had failed a number of years made a low-pitched comment as I passed his desk.  My Turkish wasn’t good enough to understand the words, but the meaning was clear.  Without thinking, I turned and slapped his face.  (Abdullah Bey said beat them, right?)

 

Günlerden bir gün sıraların arasıda dersi yazdırırken, pek çok sene sınıfta kalmış, yaşça diğerlerinden büyük bir öğrenci tam sırasının yanından geçerken birşeyler mırıldandı. Türkçem çok iyi değildi ama söylediklerinin anlamı çok netti. Hiç düşünmeden döndüm ve suratının ortasına tokadı patlattım. (Abdullah Bey onları dövmelisiniz demişti dimi?)

 

Ali was nearly my age and not about to take public humiliation from anyone, especially a woman, an infidel.  He rose in a fury to deal with me.  The boys in the class jumped to their feet, grabbed Ali, and held him away from me.

Voice shaking, finger pointing, I said into shocked silence, “Get out.  Do not come to my class again. Get out!”

 

Ali neredeyse benim yaşlarımdaydı. Ve başkalarının önünde aşağılanmayı kaldırabilecek durumda değildi özellikle bir kadından. Çok büyük bir öfkeyle üzerime yürüdüğü sırada sınıftaki diğer çocuklar fırlayarak Ali’yi benden uzaklaştırdılar.

Sesim titriyordu, parmağımı uzatarak, “Çık dışarı. Bir daha da benim dersime asla gelme. Defol!” dedim

 

Ali went. Obviously, I would never send anyone else to Deli Veli.  The students had figured this out some time ago.  Somehow, we made it to the bell.

My nightmares grew exponentially worse after the Ali incident.  I was guilty for going against my own culture in hitting Ali.  I was guilty for sending the first student to Deli Veli, in the first place.  I was even guilty for not sending this student to the principal.  I couldn’t do it.  They might kill each other.  It was a grim era of self-doubt.  Was I so pliable that this Anatolian town could take me and mold me, tear me away from what I had thought I knew about principles?

 

Ali gitti. Açıkçası müdür Deli Veli beye başkasını asla gönderemezdim. Öğrencilerim de bunu bir şekilde anlamışlardı. Nihayetinde dersi zil çalana kadar tamamladık.

Ali olayından sonra kabuslarım beklenenden daha kötü bir hale geldi.  Sahip olduğum kültürel özelliklere karşın, Ali’ye vurmakla suçluydum. O sırıtan çocuğu müdür Deli Veli’ye göndermekle de suçluydum ve hatta o çocuğu müdüre gönderdikten sonra Ali’yi müdüre göndermemekle de suçluydum.  Müdürle Ali birbirlerini öldürebilirlerdi. Kendimi suçladığım korkunç bir dönemdi.Bir Anadolu kasabasının beni çizgimden çıkartıp bugüne kadar sahip olduğum tüm değerleri altüst edebilecek şekilde eğip bükmesi mümkün müydü?


And I was frightened to death of Ali. Abdullah Bey told me one day in the teachers’ lounge that he had been permanently expelled by the principal.  Some of the boys from the class had told Veli Bey about the classroom incident.  I shuddered at the thought of the two violent personalities confronting one another.  I remembered the mask of hate and anger on Ali’s face that day in the classroom. Try as I might to forget, I remembered Veli Bey’s beating of the other boy in my presence.  Home!  If I could only go home.  But it would be as a lesser person when I did.  A person who could hit a student.  A person who could cause a student to be hurt by someone who viewed himself as my accomplice.

 

Ali'nin ölmesinden korkmuştum. Metamatik öğretmeni Abdullah bey birgün öğretmenler odasında bana Ali’nin sürekli olarak okuldan atıldığını söyledi. Sınıftan bazı çocuklar Veli beye olayı anlatmışlardı. İki zıt kişiliğin birbirleriyle karşı karşıya gelebilecekleri düşüncesiyle dehşete kapılmıştım. O gün sınıfta Veli beyin suratındaki nefreti Ali’nin suratında ise kızgınlığı görmüştüm. Ne kadar unutmak istesem de Veli beyin diğer çocuğu dövüşü aklımdan çıkmıyordu. Keşke eve gidebilseydim. Ama bunu yapamazdım. Bir öğrenciye vurabilmiştim. Bir öğrencinin benim şikayetim üzerine dayak yemesine sebep olmuştum.

 

A few nights later I attended a teachers’ party.  Deli Veli was there.  My heart jumped into my throat.  Perhaps I would faint when he came near me.  He’s coming.  Oh, no!  My knees hit each other.

Veli Bey’s face was bewildered, almost kind.  Hurt.  He came up to me where no one else could hear and said, “Why didn’t you tell me?”

It’s hard to talk around a heart in one’s throat.  I mumbled something, probably in English, and moved away.

Every day, I expected retribution from Ali.  Fear became my constant companion.  It was not a question of whether, but of where and how he would get me.

 

Bir kaç gece sonra bir öğretmen partisine katılmıştım. Deli Veli oradaydı.

Yüreğim ağzıma gelmişti. Ve yanıma yaklaştığında nefesimin kesildiğini hissettim. Geliyordu. Dizlerimin titrediğini hissediyordum.

Veli beyin suratı biraz şaşkın gibiydi. Çok nazik ve sanki incinmişcesine kimsenin duyamayacağı bir ses tonuyla bana “Niçin bana söylemedin” dedi.

Yüreğiniz ağzınızdayken konuşmak gerçekten çok zor. Bir şeyler mırıldandım ve muhtemelen İngilizce ve oradan uzaklaştım.

Her gün, Ali’den bir misilleme beklemeye başlamıştım. Korku bana sürekli eşlik eden bir arkadaş gibiydi. Olup olmayacağı değil, nerede ve nasıl olacağını düşünüyordum.


It was neering sunset streets to where the bridge lay over the river.  I had bought tomatoes and lamb chops for dinner, which I carried in a typical string bag.

O gün eve yürürken güneş batmak üzereydi. Çayın üzerindeki arnavut kaldırımı taşlarıyla döşenmiş köprüden geçiyordum.  Akşam yemeği için aldığım domates ve kuzu pirzola bir filenin içindeydi.

 

As I started across the bridge, I realized that Ali was coming toward me.  No one else around.  Just Ali.  How perfect for him.  I wanted to collapse.  You don’t collapse when you want to.

 

Tam köprüyü geçmeye başladığımda Ali’nin karşıdan geldiğini gördüm. Etrafta kimse yoktu. Sadece Ali. Onun için ne kadar mükemmeldi. Oracıkta yığılıp kalmak istedim.  Ama her istediğinizde yığılamıyorsunuz.

Undoubtedly, I was in my last moments.  This was it.  Somehow, I got up the courage to look directly at Ali, as though I were not afraid. At least I would see what came at me.

Şüphesiz, son anlarımı yaşıyordum. O an bu andı.  Her nasılsa, direkt Ali’nin gözlerine bakmaya başladım. Korkmuyordum. En azından bana gelmekte olanı görmeliydim.

What came at me was a large grin and a salute from Ali. Relief flowed from head to foot, like a cooling waterfall.  I managed a small smile.  Bracing my shoulders, I went on across the bridge, determined that having been given another chance at life, I shouldn’t waste it.

Oysa gelen yüzünde büyük bir sırıtışla Ali’nin selamıydı. Ayaklarımın ucuna kadar rahatlamıştım. Serinleten bir şelale gibi. Küçük bir gülümseme vardı suratımda. Omuzlarımı kaldırarak, köprüyü geçmiştim. Bana sanki bu hayatta yeniden bir şans tanınmıştı. Onu heba edemezdim.

That night, I decided being a Peace Corps volunteer wasn’t so bad, after all.  Not that I’d considered leaving—this was the sixties, after all, and President Kennedy had sent me.  Everyone was counting on me.  Quitting was not an option.

 

O gece, gönüllü Barış Güçlerinden birisi olmanın hiç de fena olmadığını anladım. Artık ayrılmayı düşünmüyordum. 1960 lar daydık ve Başkan Kennedy beni buraya bir görevle göndermişti. Herkesin gözü benim üzerimdeydi. Bırakıp gitmek bir seçenek olamazdı.


Like the others in my group, I was on an idealistic mission here in Turkey.  At least, that’s what people in America thought.  Was I a fraud?  This didn’t feel idealistic.  As time progressed, the mission’s boundaries had become less clear than they were back in Washington.  Was I learning nothing?  What was the point? 

 

Grubumdaki diğer herkes gibi benimde idealist bir  misyonum vardı. En azından Amerika’daki insanlar böyle düşünüyorlardı. Kendimi mi kandırıyordum. Aslında hiç idealist hissetmiyordum kendimi. Zaman ilerledikçe bu misyonun sınırları Washington’dakinden daha belirsiz hale geliyordu. Hiç mi bir şey öğrenmiyordum? Kaçırdığım nokta burada mıydı?

 

In the end, I decided I would stay in Cankiri, put one foot ahead of the other and try to teach a little English.  That had been the assignment.

I had learned something about my own boundaries, at least.

 Amerikan Barış Gönüllüleri Logosu

Sonunda, Çankırı’da kalmaya karar verdim. Ayak ayak üstüne attım ve bir parça olsun ingilizce öğretmeye çalıştım. Benim görevim de bu olmuştu. En azından kendi sınırlarım hakkında bir şeyler öğrenmekteydim.

 

 

THE END

Orijinaliyle birlikte (İngilizce), Türkçeye çevrilerek yayınlanmıştır.