Hatırlayabildiğim çocukluk günlerimi seyre dalıp,hayal edince; o yıllardan bu yana ne kadar çok şeyin değiştiğini, o günlerde çok farklı bir dünyada yaşadığımızı daha iyi anladım...Çocukluk günlerimden aklımda kalanları, bende iz bırakan olayları sıraladım… Ve gördüm ki, gerçekten güzel günlermiş… Ne demişler; geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer… Akranlarımız , aşağıda sıralamayı unuttuğum güzellikleri eklesin lütfen.
Evet, biz çocukken;saklambaç, körebe, birdirbir, uzuneşek, istop, sek sek, çelik-çomak, âşık, bilye oynardık. Topaç çevirirdik…
Hepimizin mantar tabancası ve tahta kılıcı vardı…
Servis yoktu, dershane yoktu, özel ders yoktu…
Erkek çocuklar futbolcu resmi çıkan, kız çocuklar da artist resmi çıkan sakızlar alır o resimleri biriktirirdi.
Köy yumurtası, katkısız süt, taze peynir, gerçek çiçek balı, hormonsuz meyve sebze yerdik. Çarşamba pazarında en organiğinden her yiyecek mevcut ve
ucuzdu.
Mahallemizdeki büyüklerimiz, amcamız, teyzemiz, ağabeyimiz, ablamızdı... Anne, babamızdan farksızdılar.
Kıbrıs için “Ya Taksim, Ya Ölüm!”diye yürüyüşler yapılırdı...
Gün gelip de, "Biz çocukken…" diyeceğimiz hiç aklımıza gelmezdi.
Dedelerimiz, ninelerimiz sağdı.
Duvar salıncağı ve tahta beşikvardı. Bebekler için kâğıt bez yoktu. Ya toprakla belenirdi, ya da kumaş beze kundaklanırdı bebekler.Analar, o boklu bezleri yıkardı.
Çıkan gazetelerin çoğu şimdi yok; Tasvir, Son Havadis, Tercüman, Son Saat, Günaydın, Yeni İstanbul.
Türkiye dışındaki Türk Dünyasının tamamı esirdi...
Sofraya hep beraber oturulur, büyükler başlamadan asla yemeğe başlanmazdı.
Hava kararmadan mutlaka evde olurduk...
Ders kitabının arasında çizgi roman (Teksas, Tommiks) okurduk. Büyüklerimiz de “Maşallah ne çalışkan çocuk” derlerdi.
Cep telefonu, bilgisayar, internet vb. olmadığı için radyasyona daha az maruz kaldık...
İnternet, bilgisayar, cd-çalar yoktu fakat radyo, haftada üç gün tek kanaldan yayın yapan televizyon, pikap veya gramofon, kitap ve dergiler vardı…
Sevgi vardı, saygı vardı, paylaşım vardı, edep vardı, erkân vardı, küçük vardı, büyük vardı.
Margarinin adı Vita, deterjanın adı Tursil’di.
Her köşe başında ayakkabı tamircisi vardı. En zenginler bile eskiyen ayakkabılarına pençe yaptırırdı.
Elbiseler terzide diktirilirdi, bayramlarda terziler iş yetiştirmek için sabahlardı.
Sobada kızarmış ekmek dilimine yağ sürüp yemeyi çok severdik.
Çankırı’nın yuvarlak ekmeğini hilal şeklinde koparır, içine toz şeker döküp yerdik…
Kış günleri sobanın üzerinde yapılan kestane kebap ve kuzinenin gözüne atılan patates ne güzel olurdu.
Öğretmenlerimiz sayesinde, daha ortaokuldayken çatır çatır klasikleri okuyorduk.
Kemalettin Tuğcu’nun ağlamadan bitirebildiğimiz tek kitabı bile yoktu.
Büyüklerimiz Münir Nurettin Selçuk'u, Arif Sami Toker'i, Müzeyyen Senar'ı dinlerdi…
Halkacılar çayın kenarında çadır kurar, şehirde uçan salıncakların öldürücü olduğu rivayeti dolanır dururdu...
Kadınlık çok daha zordu. Gaz ocağında yemek, elde çamaşır, kömürlü ütü ile ütü, yakaları kolalama, ottan süpürge ile temizlik…
Her mahallenin bir futbol takımı vardı...
İzcilik , yavrukurtluk çok revaçtaydı.
Gece şehir bekçi babalara emanetti. Bekçi Babanın düdüğü güven ve huzur demekti.
Her mahallede, ağır ağabeyler, aksakallılar "görüşlerine değer verilen danışılan büyükler" vardı
Hızlı okuma yarışması, “Dağ, nehir, şehir”, Adam Asmaca, Nesi var? Gibi kişiyi geliştiren oyunlar da oynardık.
"Orhan Boran ve Yuki" favori radyo programımdı.
Zeki Müren Şoförler için radyo programı yapar, “gözünüz yolda, kulağınız ben de olsun” diye de sıkı sıkıya tembihte bulunurdu.
Evlerde fotoğraf makinesi yoktu.Özel günlerde ya fotoğrafçıya gidilir veya fotoğrafçı size gelirdi. Ve fotoğraf çektirmek çok pahalıydı. Vesikalıklar kollu makinasıyla fotoğrafçılık yapan Ahraz Amcaya çektirilirdi.
Müzikseverlerde pikaplar vardı. Taş plaklardan dinlenirdi şarkılar, türküler... Muzaffer Akgün, Müzeyyen Senar, Münir Nurettin…
Uzun kış geceleri evlerde çekme helvası yapılırdı. Ter, tatlı ve sohbet… Ne güzeldi…
Çok güzel çocuk dergileri vardı; Çocuk Haftası, Doğan Kardeş, Zıp-Zıp.
Günlerce hatta haftalarca uğraşır telden arabalar yapardık...
Maç Halit Kıvanç ve Orhan Ayhan’ın anlatımıyla radyodan dinlenir. Spor Toto oynanırdı. Metin Oktay, Can Bartu, Şenol Birol, Birol Pekel, Şeref Has, Turgay Şeren, Necmi Mutlu, Lefter, Suat Mamat top koştururdu...
Yamalı pantolon ve naylon ayakkabılar yadırganmazdı. Hem o zaman NIKE diye bir markayı hiç birimiz bilmezdik.
Donlarımız şeker çuvalından mamüldü.
Okullar arası, sınıflar arası münazaralar yapılırdı. Değişmez konulardan birisi; “Kişinin gelişiminde aile mi önemli, okul mu?” Diğeri de “Kalem mi, kılıç mı daha keskindir? İdi…
Yerine göre acımasızdık da… Öğretmenlerimize lakaplar takardık; Tokmak, Sıfırcı, Geveze, Numru, Heredot, Zalim, Hüthüt…
El işi dersi vardı... Bu derste, ahşap basit eşyalar yapar, cilt ciltlerdik... Kızlar da örgü örer, nakış yaparlardı.
Televizyonlar haftada 3 gün paket yayın yapardı… Jülide Gülizar, Zafer Cilasun gibi mükemmel Türkçe konuşan sunucuları vardı.
Okul önlerinde seyyar satıcılar; keçiboynuzu, elma şekeri, pamuk şeker satardı...
FB, GS, BJK seyircisi yan yana maç izlerdi... Hangi Türk Takımı uluslararası başarı gösterse herkes sevinirdi.
Gece 03'de Muhammed Ali'nin maçını televizyonda seyretmek için uyanılırdı. Mutlaka abdest alınarak, Muhammed Alinin kazanması için dua edilirdi.
Gazetelerin sahipleri iş adamı değil, gazeteciydi.
Kimse Bayrağımızı, Atatürk'ü İstiklal Marşını, "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünü, Andımızı, Gençliğe Hitabeyi tartışmazdı.
Açık hava sinemaları vardı. Gazoz içer, çekirdek çitler, tahta sandalyede film seyrederdik.
Bayram ziyaretini çok severdik. İlk gitmek istediğimiz de, harçlığı en çok veren büyüklerimizdi.
Naylon poşetler yoktu... Alınan erzak ya filede, ya büyük mendillerde, ya da gazete kâğıdından mamul kese kâğıtlarında taşınırdı.
Sınıfımızın en güzel kızına (Ki herkes için farklıydı) platonik bir aşk beslerdik... O bize bakınca yüzümüz kızarırdı.
Tekerlemeler söylerdik; “Bir berber, bir berbere...” Bilmeceler sorardık; “Yedi delikli tokmak, bunu bilmeyen ahmak!”
Pirinç Pazarı, Demirciler Arastası, Bakırcılar Arastası, Manifaturacılar Çarşısı cıvıl cıvıldı…
İmaret hem güzellerin, hem de öğrencilerin yoluydu.
Radyodan çocuk saati, çocuk tiyatrosu dinlerdik... Bilgisayar, internet, cep telefonu, vb. yoktu. Telefon etmek için PTT'ye gidip saatlerce beklemek zorundaydınız... Hele eve telefon bağlatmak hayaldi… Telgraf en etkin haberleşme aracıydı...
Taşıma işini at arabaları yapardı ve çok az motorlu araç vardı. O zamanlar sokaklar, caddeler, kaldırımlar arabaların işgaline uğramamıştı henüz…
Yazacak daha çok şey var ama onu da okuyanlar eklesin…
En önemlisi de arkadaşlıklarımız sanal değil, gerçekti…
Ve bugünkü çocuklardan çok mutluyduk.