Bizler çocukken “komşuluk” diye bir güzellik tanırdık...

Nereye taşındı, haberi olan var mı?

Her yıl dünyada Kasım ayının üçüncü haftası “Dünya Komşular Günü” olarak kutlanıyormuş, “muş…”diyorum, çünkü ben de görev yaptığım Keçiören Belediyesi’nin etkinliği sayesinde haberdar oldum.

Günümüzde solmaya yüz tutan ve hatta neredeyse kaybolan komşuluk ilişkileri bu garip kutlamayla ne ölçüde canlanır bilemiyorum ama çocukluğumuzda güzelim komşulukların tanığı olduğumuz, o tadına doyum olmaz yılları çok iyi biliyorum…

Sobayı, kömürü, külü bilmeyen; “komşu, komşunun külüne muhtaçtır” atasözünün anlamını nereden bilsin?

Hızlı ve çarpık şehirleşmenin doğurduğu robotlaşmış kalabalıklar; beşeri münasebetlerin alt üst olduğu; ruhsuz insan yığınlarına dönüştü…

Şehirler kalabalıklaşırken, insanlar yalnızlığa mahkûm oldu.

Para hırsıyla önünü göremeyen, çevresinden kopan insanların gözü, komşuyu nereden görecek?

Hani Köroğlu’nun meşhur “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözü varya mecazen “apartman icat oldu, komşuluk bozuldu” dersek pekte yanlış olmaz…

Hâlâ komşularımız var, hem de eskisinden fazla. Fakat komşuluk yok. Bugün apartman tarlasına dönen şehirlerde oturan birçok kişi karşısındaki komşusunu tanımıyor. Çünkü “komşu olmak” başka, “komşuluk etmek” başkadır. Taşındığınız anda komşu olur, tanıştığınız anda ise komşuluk etmeye başlarsınız. Bu tanışıklık dertleri dinlemeyi, sıkıntıları paylaşmayı, sevinçlere ortak olmayı ve hassasiyetlere özen göstermeyi temin ediyorsa, orada iyi komşuluk ilişkileri var demektir.

Şehirleri binalar, yollar, fabrikalar değil; insanlar anlamlı kılar. Temel olan insandır ve insan paylaştıkça insandır. Eskiden birbirini anlayan, seven, yardım eden;  evlerinde huzurlu insanların yaşadığı mahalleler sayesinde mutluydu şehirler.


O yıllarda sokaklarda asfaltımız yoktu ama gönüllere güller seriliydi...Bekçi babanın da aileden biri olduğu; 2 katlı, beyaz badanalı, avlulu, ağaçlı ve çeşmeli Çankırı evlerinin Vita tenekesinde yetiştirilen pencere önündeki çiçekleri bile bir başka güzeldi. Komşu için dalından koparılan bir dal sardunya, çoğaldıkça mahallenin bütün pencerelerini kaplardı…

Karatekin Mahallesinden çocukluk arkadaşımız İsmail’le (Çağlak) oturduk, mahallemizde kimler vardı? Bir kroki çizerek tek tek isimlendirdik… Ben son yıllarda oturduğum binalardan 3 ismi zar zor hatırlıyorum ama 40 yıldan sonra o nasıl bir komşu sevgisidir ki; onlarca ismi tek tek Aile lakaplarıyla yâd ettik. İsmail, annesi Bedriye Teyze’nin şu sözüyle özetledi o güzel komşuluk günlerini:

Alçak sofada, yüksek sefa.



Çay mı bitmiş, şeker mi, yoksa tuz mu? Hiç gam değildi. Kapılar kilitlenmezdi. Gecenin saat kaçı olsa hiç çekinmeden kapısını çalabileceğimiz; hatta aralık duran kapısından içeri gireceğimiz komşularımız vardı…

Eskiden aileler daha kalabalıktı. Maaile dediğimiz; anne, baba, çocuklar, büyükler (dede, nine) ile iç içe, iki göz bir odanın içinde huzurlu ve mutlu yaşanırdı.

Eskiden komşuluk kıymetliydi, komşular önemsenirdi, evde yoksak “komşudadır” denirdi. Komşuda pişen, komşuya da düşer; evlerden evlere dumanı üzerinde tutan yemekler güler yüzle ikram edilir, gönüllerin zenginliği damaklara tat olurdu. Bizi komşumuzdan sorarlardı, işin ucunda konu komşuya rezil olmak vardı, hâdiseleri komşudan duyar; biz de komşulara haber verirdik. Bir hacetimiz varsa komşudan isterdik, ev almaz komşu alırdık, komşusu açken tok yatmak olmazdı. Gülme komşuna gelir başınaydı, kötüsü bile insanı mal sahibi yapardı...

Eskiden komşu demek, aileden biri demekti. Herkes birbirinin derdini bilir, çare olabilmek için kendine dert edinirdi. Komşuluk bir arada yaşama biçimi olmaktan öte, insanların kendilerini güvende hissettiği, huzur bulduğu bir inanç sarmalıydı.

Mahalledeki hastaya herkes koşar, mahallenin yaşlılarının işini görmek için yarış edilirdi. Mahalleye yeni taşınan el birliğiyle yerleştirilir, mahalleden göçen yine el birliğiyle ama bu defa göz yaşlarıyla uğurlanırdı. Lafın kısası: Tasada,dertte,sevinçte birdi insanlar. Saygı ve sevgide kusur etmezlerdi.

Eskiden komşu şimdiki gibi yandaki dairede oturan herhangi biri değil; aileden biriydi.

Eskinin güveni, huzuru, dayanışma ruhunun yerinde şimdilerde yeller esiyor…

Artık evde biten çayın, şekerin, tuzun komşudan istenmesi neredeyse bir utanç halini aldı. Komşuluk çay gibi, tuz gibi bitti; şeker gibi eriyip gitti…

Hepimiz şikâyetçiyiz bugün ve hep eskileri özlüyoruz…

Neden bu hale geldik, neden bitti komşuluk?

Komşuluk eskiden bir ortak paylaşım ve hayat kültürü ve inancı idi…

Günümüzde bu inanç, bu kültür maalesef yaşamıyor artık. Kendi kültürümüze sırt çevirip, sünger çekince yoz hayat biçimine teslim olduk.


Osmanlı'dan bir "komşu" kıssası:

Osmanlı İmparatorluğu vezir-i âzâmlarından Hekimoğlu Ali Paşa, çok cömert ve hâl ehli bir zât idi. Onun komşularından biri, paraya ihtiyacı olduğundan, kendi evini satılığa çıkardı.

Talipliler “evi kaç paraya satıyorsun?” dediler.

Evini satmak isteyen adam “yüz bin akçeye” dedi.

Hayrete düşen talipliler “senin bu küçük evin o kadar eder mi?” dediklerinde, “siz, Hekimoğlu Ali Paşa’nın komşuluğunu kaça almak istiyorsunuz?” diye cevap verdi.

“Komşu satın alınır mı?” dediklerinde, adam “ev, komşu için alınır. İyi bir komşu, bir şey istenildiğinde memnuniyetle hemen verir. İstenilmezse bir şey lazım mı, diye sorar. Kendisine kötülük edene iyilik eder. İşte Hekimoğlu Ali Paşa da bunlardan biridir. Böyle bir komşuya sahip olmak için evime yüz bin akçe çok mudur?” dedi.

Komşusunun bu hikmetli sözü, Hekimoğlu Ali Paşa’nın kulağına gidince, adama bir hayli para verdi ve “bununla ihtiyacını gider, evini de satma. Senin gibi kadirşinâs komşudan ayrılmak istemiyorum” dedi.

©YAYIN HAKKI SAKLIDIR
Çankırı Bülteni isimli Dergide "Çankırı'nın Sinemalı Yılları"yazımın isimsiz ve izinsiz yayınlanması üzerine, bu uyarı bundan böyle tüm yazılarımın sonunda yer alacaktır. Emeğimi çalan, yasal bedelini  de ödeyecektir!