Sıkıntılar içindeyim. Kaldığım pansiyonda en sevdiğim manzaraya bakarken bile huzursuzum. Ağaçların süslediği kıyıdan sahile, oradan küçük dalgalara doğru kuş kanatlarında süzülen bakışlarım ne huzur veriyor, ne de geçen yıl gelişimdeki gibi hayallere dalmamı sağlıyor.

 

Bu günlüğe başlayışımda “Bir gün bunları okuyanlar olur” diye, daha özenli yazmaya çalışıyordum. Oysa şimdi, “Değerli iki satır bile yazamıyorum. Ya bunları umut bağladığım bir yayıncı da okursa” diye endişeleniyorum.

 

Çok okunan bir yazar olma yoluna çıkmak üzereyken, bir türlü yazamama dönemecine nasıl mı geldim? Pekâlâ, günlük, sayfa sayfa görüyorum, ‘benden bir şey gizleme’ diyen bakışlarını. Pekâlâ, pekâlâ… Anlatacağım. Bu sıkıntıyı içime hapsetmek bile öldürüyor beni.

 

“Ey beni korkutan günlük!” şaşırdın mı, ben de. Önceki sayfaları karıştırıyorum da, ne güzel sözler söylemişim sana “Sevgili günlük” diye başlayıp derdimi paylaşmışım. Oysa günlük tutmaya, sıkıntılarımı paylaşmak için başlamamıştım ki. Asıl sebep, uzun süredir öykü yazamamamdı.

 

İlham perim, hayal dünyamdan bir savaşçıyla kaçmıştı sanki. Yapayalnız kalmıştım. İnsanları hüzünlendiren, ağlatan, korkutan, birkaç tane polisiye, birkaç tane gerilim hikâyesi,  hatta birkaç tane de güldüren hikâye meğerse benim değilmiş. Bunu ilham perim kaçtığında anladım. Bir akşam, cebimde param kalmayıp da, akşam yemeği bile yiyemeyince, ilham perim karanlık bir gecede, Kaf dağından gelen, kara maskeli, kara savaşçının kara atının terkisine atlayıp bir veda bile etmeden uzaklaştığında anladım. Tamam, tamam, kısaca ‘Aç yazar, yazamaz’ da diyebilirdim ama neyse.

 

Velhasıl, iki valizim odamda orta yerde. Pansiyoncu benden ümidi kesmiş. “Bari siz çıkın da paralı birine vereyim odayı” diyor. Sanıyor musunuz ki, borcumun üstüne yatacağım. Hayır, ödemediğim 3 günlük borcumun üzerine yatamayacağım. Çünkü pansiyoncu benden de uyanık, …senet imzalattı. Pansiyoncunun da, eşinin de ne kadar iri yarı olduğunu görseniz, zorla imzalattığını söylememe gerek kalmazdı. Oysa 2 hafta önce geldiğimde öyle güler yüzlüydüler ki, irilikleri hiç dikkatimi bile çekmemişti.

 

Laf aramızda, senetle kurtardığıma seviniyorum. Yazı malzemelerime, okuduğum ve okuyacağım kitaplarıma dokunmadılar. “Bunlar benim ilham kaynaklarım ve yazma malzemelerim. Bunları alırsanız, üzerinde düşündüğüm hikâyeleri yazamam, borcumu da ödeyemem” dedim, -nasıl olduysa- ikna oldular.

Bir haftadır borcumu ödeyeceğimi söylememe rağmen, az bir kısmını anca ödeyebilmemden öyle kuşkuya düşmüşler ki, telefon edip bana iş teklif eden yayıncıya bile inanmadılar. Hemen cebimdeki paralara ve para edecek her şeyime el koydular. Yine de 3 günlük borcum kaldı.

 

Yayıncı dedim de, doğru ya onu anlatacaktım. İşte kötü yazarlık sarmış her tarafımı, bir konuyu anlatmayı bitirmeden, onu unutup diğerine geçiyorum. Fakat okuyucu unutur mu –sevgili günlük— ha, unutur mu?

 

Sahilde, bir geminin yanaşmasını ve ilham perimin dönmesini boşu boşuna bekleyip, sonunda pansiyona dönmüştüm dün akşam. İçeri girdiğimde pansiyoncu borcunu almak ve beni hemen pansiyondan atmak için hazırlık yapmıştı. Kendisinin ve eşinin öfkeli bakışlarından anlamıştım bunu.

 

Pansiyona girdim ve onların bütün çabasına karşı, “Gece nerde kalırım. Ayrıca pansiyonun adı çıkar, gece müşteri atıyorlar” diyerek ve de tüm maddiyatımı kaptırarak bir gece daha kalmayı başarmıştım. O esnada telefon çaldı. Telefon sayesinde beni unuturlar diye düşünürken, telefonun bana olduğunu söylediler ve o umut dolu konuşma gerçekleşti. Yani, bu kadar karamsar tablo içinde onu da yazmasam olmaz.

 

İstanbul’dan bir yayınevi temsilcisi arıyordu, benim öykülerimi çok beğendiklerini ve önümüzdeki yayın dönemi için bir kitap anlaşması yapmak istediklerini söylediler. Açıkçası hava atmak, ağırdan almak o an mümkün değildi. Hemen memnuniyetimi ve hikâyelerimin şu anda yayın hakkının boşta olduğunu söyledim, ama sonraki cümle moralimi bozdu, ‘Yayın hakkı serbest de olsa, önceden dergilerde yayınlanmış hikâyelerimi değil yenilerini , üstelik gerilim hikayeleri istediklerini’ söylediler.

 

Başımdan aşağı kaynar su döküldüğünü hissettim ama ne kadar baksam da bunu kimin yaptığını göremedim. Son cümle de beynimin duvarlarında pinpon topu gibi dolaşıp durdu, algılama merkezine geldiğinde ben henüz kendime gelememiştim. O son cümlede,  “…önceden dergilerde yayınlanmış hikâyelerinizi değil yenilerini…” demişlerdi. Bu sözleri duyunca gerçekten çok gerildim. Fakat bunu yazsam gerilim hikâyesi olarak değer vermeyeceklerini de biliyorum.

 

İki ay süre vermişlerdi, “Merak etmeyin zamanında göndereceğim” diye bir söz çıktı ağzımdan. Bir ayna olsa kesin kendimle kavga ederdim, “Kaç zamandır bir hikâye bile yazamadın, nerde halledeceksin, kimi kandırıyorsun” diye ağzımı burnumu dağıtırdım herhalde.

 

Bu karamsarlığımı gizlemeye çalıştım, son ümitle pansiyoncuya döndüm.

—Hikâyelerimle ilgili bir yayın anlaşması yaptım. Eh artık borcunuzu da öderim.

—Anlaşmamı! Ne zaman para alacaksınız?

—İki aya kadar hikâyelerimi göndereceğim, beğenirlerse paramı hemen gönderirler.

— İki ay mı? Çok güzel… Çok güzel... Siz söz verdiğiniz gibi, yarın öğleye kadar odayı boşaltın.

—Ama anlaşma yaptım işte.

—Yazacaksınız da, göndereceksiniz de İki ay… Üstelik bir arkadaşınıza aratmadığınızı ne bilelim?

—Olur mu ya! Bakın meşhur yayıncı. Gerilim romanları ve hikâyeleri yayınlıyorlar.

—Daha fazla gerilmeyelim Ünal Bey.

 

Pansiyoncunun bile benden kolay edebiyat parçalamasının moralsizliğiyle odama çıkmıştım. İşte, şimdiden valizlerimi toplamıştım. İlham perisinin dönmesi için son ümitle çıktığım balkon sefası fazla sürmedi, kapım çalındı;

—Ünal Bey, telefonunuz var.

 

Bu ucuz pansiyonda, odalara telefon almayışlarına kızsam da, …söyleyemedim. Pansiyoncu, karanlık koridorda, koca ağzıyla gülerek “Yayıncınız arıyor galiba” derken, içim konuşmama engel olacak kadar ürpermiştim. Pansiyoncunun dev gövdesiyle —tasarruf için pek aydınlatılmayan— merdivenden aşağı inişinde,  bir yaratığın, yakalamak üzere olduğu avın peşine süzülmesini görür gibi oldum.

Telefonu elime aldığımda, yayıncıdan güzel birkaç cümle duyacağımı umuyordum;

—Alo…