Sabahın seherinde, çok düzgün olmayan kaldırım taşlarında, esnaf ahalisinin dükkânlarını bir an evvel açma gayretlerinin farkında lığında, Arastaya doğru bir hareketlilik başlardı.

Genç ve orta yaşlı, hali vakti iyi olanlar da, hakiki kösele tabanlı, sivri burun, hakiki deriden, gıcır mı gıcır, hem de yumurta topuklu kunduraların çıkarttığı sesler, Mahzenin nemli-hizbe duvarlarında yankı bulurdu, aheste bir şekilde.

Orta yaş ve üstünde olanlarda ise klasik mes ve lastik ayakkabı hâkimdi. Çoluk çocuklarda ise naylon kilitli veya soğuk kuyu tabir edilen kara lastik ayakkabılar vardı

Mahzen denilen mevkii, Kadirin kahveden başlayan, kapalı havuza kadar devam eden dik bir yokuştur malum. İnişlerde, çıkışlarda oldukça dikkat edilen yamuk döşenmiş kaldırım taşlarının düz olan yerleri, pür dikkat ayaklarla, adeta aranarak itina ile basılırdı.

O yılların Çankırı’sında hatır, gönül işlerine son derece dikkat edilirdi. Kaytan bıyıklı gençler, saçları normal kesilmiş ve hafif nemli taranmış hallerdeydi. Küçükler büyüklerine fırsat vermeden; Selamın Aleyküm. Sabah şerifleriniz hayırlı olsun, Hayırlı ve bereketli işler Hasan abi diyerek tatlı dili ve güler yüzü esirgemezlerdi. Büyüklerde Aleyküm selam ağanin,sanada hayırlı işler olsun diye memnuniyetle karşılık buluverirdi.

Gelde arama o güzelliği ve kaybolan yılları

O vakitler dikkatimi çeken en belirgin olan şeyse; Öğle yemeklerini kendilerinin getiriyor olmalarıydı. Birçok kimsenin ellerinde üçlü sefer tası denen, üst üste konulmuş ve yanda tutamakları olan, saplı, bakır, alüminyum ya da çinko kaplardı. Artık o gün, Allah ne verdiyse dünden kalmalardan, nevalede o vardı. Devir idare devriydi hani.

Birde kimilerinde, kollarına geçirdikleri, bilek ile dirsek arasına takılan, siyah renkli kumaştan, her iki ucu lastikli kılıflar takmış olanlara rastlardım. Yaptığı iş nedeniyle, ceketinin, göyneğinin, kazağının kolları lekelenmesin, hani tez zamanda hic olmasın diye düşünürdüm kendimce.

     Genelde sigara (cigara-cara) içme alışkanlığı her kesimde yaygındı. En kalitesizi Üçüncü ve Köylü cigarası yani İkinci diye bilinendi. Orta halli olanı ise Bafra cigarasıydı. 

En cafcaflısı ise yaslı olan Yenice ve Bahar cigaralarıydı, onların kutuları diğerlerinden farklıydı.  

Saygı gereği bir büyük görüldüğünde ise sigara iki dudak arasından alınır, el hayâsında saklanırdı. Elbette karşıdaki büyüğe saygı ne de olsa mühim olduğundan, edep ve terbiye bunu gerektiriyordu.

Mahzenin orta yerinde, iki katlı bir ahşap bina var ki namı diğer Dondurmacı Göl Mehmet amcanın kendi halinde dünyalığı olan, köşede usluca oturan sofalı, bahçeli bir evdi. Mehmet Amca kimi zaman, bir ayrı özelliği ve damak zevki olan dondurmayı, dışarıda evinin yan tarafındaki meydan da yapardı. Bizde bu durumu görmedik misali, yalanarak seyrederdik işin doğrusu. Rahmetli, büyük bir fıçı içine koyduğu muhtemelen bakır ve kalaylı silindir şeklindeki kazanı, tam orta yerine yerleştirir ve O zamanlar belediye soğuk hava deposunda, yaz günlerinde satıldığı söylenen kalıp buzları özenle yerleştirirdi fıçının etrafına. Elinde ucu kaşıklı uzunca bir demir kepçe ile kan ter içinde karıştırırdı dondurmalık malzemeleri habire. Her seferinde, haşır huşur seslerle,sağa, sola dönen dondurma kabı, Mehmet amcanın iflahını keserdi. Öyle her babayiğidin işi değildi. Hâlbuki yaşı da kemale ermiş di o yıllarda.

Dik yokuş kışın sert geçen günlerinde, akşamdan dökülen suların donmasıyla ertesi gün biz çocuklara kayak merkezi olarak hizmet verirdi. Bu işler kolay değildi. Gelip geçen dedelerin, amcaların, ağaların afra tafrasını da hesap etmek gerekiyordu. Sanki kendileri hiç çocuk olmamışlar, o günleri hiiiç yaşamamışlar gibiydiler bazen.

 Rahmetli çocukluk arkadaşımız, Şaban ÇEVİK’TE hemen Göl Mehmet amcanın evlerinin karşısında köşede oturmaktaydılar. Çok ta güzel kızağa biner ve oldukça da bu konuda gözü karaydı. Şaban kardeşimiz 1977–1978 yıllarında, O gün ki olumsuz siyasi havanın etkisiyle,Dedeler Köprüsü denilen mevkii de, kalleşçe bıçaklanarak Hakkın rahmetine kavuşmuştu. 

Verem Savaş Dispanserinde çalışan, babası Kadir amcanın ve de biricik annesinin evine ateş düşmüştü, O çileli yıllarda.O nu da tanıyanlara hatırlatmayı görev addettim. Ruhu şad olsun. 

Şükür ki; Şehrimizde, başka kardeşkanı akmadı.

Güle oynaya okula giden, siyah önlüklü-beyaz yakalı, erkeklerin saçları alabros, kızlarınki ise örgülü hallerde, ellerinde naylon torba içinde kitap-defter kalem-silgi derken bağrış, çağırışlı bir şekilde, gayretle giderlerdi okullarına.

O zamanlarda ilkokullarda süttozuyla hazırlanmış süt-amerikan yağı ve bohça verilirdi, hem de belli saatlerde adına da Beslenme saati denirdi. Bundan dolayı talebeler yanlarında, boyunlarında iple asılı halde bazılarında ise naylon şeffaf torbalarda plastik süt bardaklarını taşırlardı.

Anlaşılan O ki Cumhuriyetin ilanıyla birlikte bir arpa boyu yol gidememişiz. Türk evlatları elaleme muhtaç bir halde yaşamışız bunca yıllarca. Bu durum hep, onur kırıcı olarak sinemde benim şahsen saklıdır.

Mahzeni indikçe sağ yanda, eski taşlardan teşekkül eden bir çeşme karşılardı herkesi, çeşme başında yaşmaklı, analar-bacılar ellerinde su güğümleriyle, bakraçlarıyla doldurmayı bekleşirlerken, sabahın köründe, laklakları da az ya da çok duyulurdu.

Çeşmenin sırtını yasladığı yüksekçe içi avlulu, güzel ve yeşil olan bir ev vardı. O zamanlar lüks giyimli, fiziği düzgün görünümde oldukça beyefendi tavırlı, Muallim İsmail ÖZTAŞ’ın mekânıymış meğer.   Eski tip, çift kapısının tek kanadı açılıp kapanırdı.

Bizimkisi de merak ya;

Hadi gel de bakma bu düzgün tanzim edilmiş bin bir çeşit bahçeyi gönülden sevme. Öyle her hanede çeşmeyi-suyu bulmak zordu.

Az aşağısında ise Merkep-At-Katırlar sıra beklerdi. nallarının çakılması ve tamir edilmesi için.

Nalbur, yaşlı amca;geniş yüzlü, yanağında birkaç beni olan, iri gözlü babacan tavırlı,gayet mülayim biriydi. Başında külahı, sırtında kazağı, boynuna taktığı göğüs bölgesi sert deri kaplı önlüğü ise devamlı takılı dururdu evvelallah. Örsünde, nallarını veya mıhlarını özenle düzeltirdi, Örs ile çekicin buluşmasında bile ahenk vardı. Hoş bir seda gibi kalmış, hala kulaklarımızdatınlamanınnnnnn tınısı, ne hikmetse. Orağın küçüğünü andıran ve adını sonradan öğrendiğimSantıraç denilen, keskin olan özel bıçağıyla hayvanların tırnak altlarını düzeltirdi. O düzgün hale gelen yerlere de nal, itina ile çakılırdı.

Gelip geçtikçe bakardık öylesine, çocukluk merakı ya. Şimdilerde düşünüyorum da o rahmetli aslen Nevşehirli olduğunu yaptığım araştırmalarda öğrendiğim Nalbur İsmail Amcanın, tevazu ve olgun hayat tecrübesini ve o yıllardaki tutumunu, inanın kendimde, ne de başkalarında, bugünlerde çokta aramama rağmen maalesef bulamıyorum. İyi ki kovalamamış ve bizde rahatça hafızamıza almışız. Toprağı bol olsun.

Nalburun karşısında, o zamanın iki katlı güzel konaklarından bir tanesi vardı. Çocuk bakışıyla, haşmetli halini henüz unutamadım O evin. Rahmetli annem; bu evin geneli ahşaptan meydana gelen iç dünyasının temizliğine gittiğinde, bende o mekânı yakından görmüş ve hayran kalmıştım. En önemli olanı ise ev sahibinin çok güzel parlayan tüyleriyle oldukça görünümlü bir atı ve süslü püslü eğeri ve koşum malzemeleri de gıcır şekilde, göz kamaştırıyordu. İsmini bile bilmediğim, O yıllarda orta yaşlı bir halde olan, siyah çizmeli, kravöze yakalı takım elbiseli ve yelekli, fötr şapkası ile cin gibi bakan bir amcaydı.Yaman bir şekilde ata binerdi.

Yaptığım detaylı araştırmalarda, O rahmetli amca Postacı’ymış, köylerden o zamanlar at sırtında vergi toplamak asli göreviymiş meğer.

Ne varsa eskilerde var; derken anlatılmak istenen bu duygumu ki acaba 

Mahzenin iniş istikametinde,  sol tarafında ise küçük kulübe ebatlarında Tenekeci-Lehimci diye bilinen küçük esnaflardan teşekküldü. Ağzında carası hiç eksilmeyen tombik haliyle rahmetli Tenekeci Osman, Kasketsiz hiç göremediğim Macir Mustafa, Kalın camlı gözlükleriyle hafızalarda İzmirli oğlu Ahmet diye anılan esnaflar vardı. Devamlı elleriyle, tenekeci makası-tahta çekici-pürmüzü-nışadırı-lehimi ile yoğrulup dururlardı. O kararmış elleriyle hayat denen yolun bereket taşlarını oyuyorlardı sanki.

Demirci arastasının körük ocakları çoktan yakmışlardı bile. Hafif esen rüzgârın ayazında, isli ve ağır kokulu, boz bulanık dumanları dolaşıyordu hem de delice havada. 

Kadirin kahvedeki müdavimler çoktan yerlerini almışlardı. Sabahın zifirinde, ağızlarından düşmeyen caralarını büyük bir keyifle içerlerken, pek de mutlu gibi gözükmüyorlardı harbiden. Saç ve sakallarına sinmiş cigara dumanından, ak düşmüş kıllarının renkleri bile değişmişler çoktan.     

Tahta masalarda ve sandalyelerde kimileri elleri şakaklarında, kimilerinin elinde ise iri taneli kehribar tespihler, kâh ileriye kâh da geriye doğru gidip gelirlerdi vesselam.

Kışın sert ayazında, iri kıyım talaş sobaları ağır ağır yanardı. Bu sobaların özelliği; ortasına konulan bir boru ve etrafına yerleştirilip sıkıştırılan, irili-ufaklı talaşların, ortadaki borunun çıkarılmasıyla, üstten tutuşturulup ağır bir şekilde yanarak, mekânı ısıtması sağlanırdı. Soğuk girmesin diye kapılara gerilen, her açılış ve kapanışında titreyerek gıcırdayan yaylar vardı kapılarında. Dış kapılar, habire açılıp-kapanırken, hemen kapansın ve soğuk girmesin diye. 

Arada bir çubuklara takılmış kazan simitlerisusamlı simitleri ve iyi kızartılmış halkalar endam ederdi. Toy delikanlılar simideeeeeeeee diye bağıra çağıra satarlarken, ocakçının sert bakışlarıyla, bir an sükût ederek, masaları
 sessizce, dolaşmaya çabalardı garibim.

 

  Geçiyor ömrümün; O asude yılları