Me Generation (Ben Nesli), Narcissism:ThePlague of the Century (Asrın Vebası Narsisizm) ve İnternet Generation (İnternet Nesli) kitaplarının yazarı Psikolog Prof. Dr. Jean Marie Twenge, özellikle Amerikan toplumunda yaşanan ve gelişmekte olan ülkelere sinema, sosyal yardım  fonları, vakıflar ve küresel sosyal medya web siteleri üzerinden ihraç edilen değişimleri şöyle sıralıyor: 1970-1980 arası doğanlara “Ben Nesli”, 1980-1990 arası doğanlara Nersisizm Nesil ve1995’ten günümüze kadar doğanlara da “İnternet Nesli” adını veriyor. İşte bu son kuşak, yani 1995’ten sonra doğanlar, daha önceki nesillerde hiç görülmemiş oranlarda bir değişiklik yaşıyor. Davranışları, boş zamanı değerlendirmele­ri, din ve maneviyat yönelimleri, cinsellikleri, sosyal ve politik faaliyetlere katılımları, önceki nesillere göre tamamen faklı.

Daha da vahimi, Twenge’nin tabiri ile bu çocuklar son se­nelerin en kötü psikolojik krizi ile karşı karşıyalar. 2011’den itibaren kaygı, depresyon ve intihar oranları artış göstermiş durum­da. Gelişmekte olan ülkelerin de sırası gelecek, McDonald’s ve Coca Cola örneklerinde olduğu gibi, Amerikan bencilliği, dünya­nın her köşesine yayılıyor. Son moda akımlar gelişen ülkeleri sarmaya devam ederse “Ben Nesli” yansımaları, çok yakında ülkemiz de dâhil bü­tün dünyaya ulaşacak. Dünyadaki birçok ülkede çocuklar, Ame­rikan kültürüne maruz kaldıkları sürece, ailenin her şeyden önce geldiği fikrine itiraz etmeye başlayacaklar.

Matrix Sendromu

Ben Nesli ve bunun devamı olan İnternet Nesli bütün dünyaya yön veren, yani kade­rimizi belirleyen baskın ve maalesef sapkın bir Amerikan kül­türü var. Bu kültürün etkisi, sinema ve televizyonun yaygın izlendiği dönemlerde nispeten kısıtlıyken, bilgisayar, internet ve cep te­lefonlarının yayılması ile kontrol dışı bir hızlanma gösteriyor. Ekran başında geçirilen zaman (screen time) ne kadar uzunsafarkına varmadan sanki o kadar büyük bir istilaya uğruyoruz.

Bize ait olmayan sözde değerler, davranış biçimleri, duy­gular içimize işliyor; şaka gibi gelse de “Matrix” içinde sanal bir hayat sürdürmeye başlıyoruz.

“Matrix” etkisindeki internet ve sosyal medya kullanıcıları,  sanal bir hayatın içinde gittikçe yalnızlaşıyor.  Ekran zamanı günde 5 saat ve üstü olan ergenlerde intihar dü­şünceleri %48 oranlarmdayken günde 1 saat ekran başında ka­lanlarda bu oran %28’e iniyor. Yani bütün cazibesine rağmen “Matrix” hayatı çok sıkıcı, boğucu, hatta ölüme davet edici bir yer.

2012 yılından itibaren 14-16-18 yaş grubundaki İnternet Nesli ergenlerde ani bir acziyet (çaresizlik) ve faydasızlık duygusu beliriyor. Ve aşağıdaki satırlarda göreceğimiz gibi bu öz değersizlik duygu­su depresyon, kronik kaygı gibi daha ağır patolojilerin (hasta­lıklar) sadece giriş kapısı. Günde 2 saat 15 dakika cep telefonu üzerinden yazılı mesajlaşma, 2 saat İnternet, 1 saat 30 dakika elektronik oyunlar ve 30 dakika görüntülü konuşma, yani top­lam 6 saat ekran zamanı (screen time) söz konusu. Özellikle kızlar sosyal medya üzerinden bir fark edilme, beğenilme ça­bası içindeler; erkeklerse daha ziyade oyunlarla vakit geçiri­yorlar. Bu durumda beklenildiği gibi kitap ve dergi okumala­rında belirgin bir düşüş var. Bir gence iki gün sürecek bir seyahate çıktığında cep telefonunu evde unutsan ne hissedersin?” diye sorulduğunda; “Bunu düşünemiyorum, benim için hayat bitmiş demektir,” cevabını verir.

Bu gençler için artık yüz yüze, gönül gönüle gö­rüşmenin geçerli olmadığını gösteriyor, acayip bir “sanal sözde muhabbet” yaşanıyor. Acayip çünkü ekran üzerinden ne kadar çok görüşürlerse o kadar mutsuz oluyorlar ve intihar riski artıyor. Mutluluğun sırrıysa cep telefonunu bırakmak, bilgisayarı kapatmak ve ibadet, spor, sosyal ilişkiler, ev veya bahçe işleriyle meşgul olmak. Ekran zamanı şüphe götürmeyen bir kesinlikle, önceki nesillerle kıyaslanma­yacak şekilde insanları hasta ediyor. 2007 yılından itibaren ken­dini yalnız hissetme oranlarında bir artış başlıyor ve 2011den itibaren istatistikler ani bir yükseliş gösteriyor, sanki insancıklar bir hücreye kapatılmış gibi kendilerini terk edilmiş hissediyor­lar. Sanki hücreden hücreye fısıldaşma (telefon üzerinden) art­tıkça rahatlama yerine tam tersi oluyor ve maalesef bu yalnızlık duygusu birikim yapınca kaygı ve depresyona dönüşüyor.

2012 yılından itibaren bir depresyon patlaması yaşanıyor ve özellikle kızlarda inanılması zor oranlarda bir kötüleşme var. Günde 9 saat uyuması gereken ergenlerin uyku sürelerinin ani bir azalma göstermesi ve 5-6 saate düşmesi uykusuzluk, psikosomatik hastalıklar, depresyon ve in­tihar riskini artıran bir durum. 2000 yılından itibaren Allah inancı da sürekli azalıyor. Ama sadece din değil, akrabalık, komşuluk, yardımlaşma gibi genel manada maneviyat arayışlarında da bir ilgisizlik var.

Bizi en şaşırtan özelliğiyse, 2008 yılına kadar artış gösteren narsisizmin (enaniyet/bencillik/öz severlik) bu tarihten sonra beklenenin aksine düşüşe geçmesi. Bu du­rumda akla şöyle bir soru geliyor, “Bu çocuklar o kadar mı tükendiler de, artık kendilerini sevmeye bile enerjileri yok?” Eğer böyleyse durum daha da vahim demektir çünkü bütün menfi yönlerine rağmen narsisizm giderse onları hayatta tutacak hangi dayanakları var?

Yıllar boyu yapılan propaganda neticesinde ABD’de bu nesil eşcinseller arası evliliği, eşcin­sellerin öğretmenliğini vs. artık büyük oranlarda kabul edi­yor. 1990’larda erkekler arası cinsellik miktarı %4’lerdeyken 2016da %14’ün üstüne çıkmış durumda. Kadınlar arası iliş­ki ise 1990’lara göre 3 misli artmış. Bazıları ise biseksüelliği (hem aynı hem de karşı cins ilişkiyi) tercih ediyor, burada da oranlar %3’ten, %11’e yükselmiş. Daha da şaşırtıcı ve ilginç olanı Hristiyanlığın temsilcisi Papalık bile eşcinseller arası evliliğe onay vermiş durumda.

Haber: Milyar dolarların babası dünya çapında sosyal yardım vakıflarının sahibi Siyonist George Soros’un desteklediği ”Aileyi ifsat etme ve insanlığı yeniden yapılandırma küresel projesi” karşısında Hristiyan Dünyanın temsilcisi Papalık da yenik düştü. Katolik Kilisesi'nden tarihi onay: Eşcinsel çiftler kutsanabilir.

(.)

Bilim insanlarımız ve yazarlarımız ülkemizde ailede ve eğitim kurumlarında baş gösteren bozulmada genellikle internetin ve sosyal medya ağlarının yanlış kullanılmasını sebep göstermekte; bunların arkasındaki Küresel Güç Odaklarını gözardı etmektedirler.

Ne aklımız, ne hayat tecrübelerimiz ne de imanımız bu gidişatı göremiyor ve dur diyemiyor, Fareli Köyün Kavalcısı ma­salında olduğu gibi, hepimiz çalgıcının peşinden koşan ço­cuklar gibi boğulacağımız dereye doğru gidiyoruz. Neden kavalın sihirli sesine kapıldığımızı anlamamız için beynimizin “haz alma” merkezinin işleyişini bilmemiz gerekiyor. Hoşumuza giden kavalın sesini duyduğumuzda beynimiz mutluluk hormonları olan endorfin ve dopamin salgılar ve onun büyüsüne kapılır gideriz. İnternet üzerinden bize ulaşan verilerin bu kadar çekiciliği varsa, beynimiz daha fazla “mutluluk hormonları” salgılıyor manasına gelir. Fakat insan yapısı gereği, sadece faydalı alışkanlıklar değil, sigara, esrar, alkol gibi zararlı olanlar da aklı ve mantığı yenerek haz ve keyif ve­rirler. İnternet üzerinden ardı ardına gelen veri ve enformas­yon akışı da merakımız tatmin olduğu için bizlere “dopamin duşu” yaşatır, bu sebeple bağımlı oluruz.

Size belki ilk defa duyacağınız bir gerçekten bahsedeceğiz. Beyindeki “haz alma” merkezinin işleyişini bilen  Anderson Cooper ve Ramsay Brown adlı nörobilimciler “DopamineFabs” adlı bir şirket kurup dopamin salgılanmasını azami seviyeye çıkarta­cak bilgisayar programları yazıp Facebook ve benzeri sosyal medya ağlarına pazarlamaktadırlar. Bakın şimdi Fareli Köyün Kavalcısının niye peşine takıl­dığımızı anlamaya başlıyoruz. 

Aileyi Bozma ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Adımları

Psikiyatr Dr. Mustafa Merter, kaleme aldığı Hekaton’la Son Tango ve DokuzYüz Katlı İnsan kitaplarında üstün bir gayretle, bilimsel veriler ışığında Aileyi İfsad Etme/Bozma Alanında Küresel Projeleri deşifre etmektedir.

  1. Geleneksel Ahlaki ve Dini Terbiye Sisteminin Çökertilmesi

196o’larda ABD’de baş­layan ValuesClarification (Değerleri Yeniden Belirleme) karakter eğitimi projesi eğitim adı altında örtülü olarak geleneksel ahlaki değerleri tersyüz etme hareketidir. Üçü de Siyonist kökenli olan Louis E. Raths, Merrill Harmin ve Sidney B. Simon tarafından yazılan “Öğretmenler ve Öğrenciler İçin Pratik Stratejiler” kitabı kısa süre içinde 500.000 nüsha üzerinden yayımlanıp ardından ayrıca on iki benzer kitap da piyasaya sürülmüştü.

Bu kitapta öncelikle “mutlak değerlerin olmadığı” fikri üzerin­de durulur. “Hiçbirimiz önceden belirlen­miş değerlere sahip değiliz” ve “Değerlerimizi kendi aklımızla ve özgür irademizle seçeriz” tezleri ileri sürülür. Öğretmenler, kendileri için hazırlanmış el kitapları üzerinden öğrencilerine değerlerin seçiminde yedi nokta üzerinde durmaları telkin edilir.

  1. Seçim özgün olmalı,
  2. Seçim farklı alternatifler üzerinden gitmeli,
  3. Her alternatifin getirilerinin ne olacağı üzerinde derin bir şekilde düşünülmeli,
  4. Seçim, sevgiyle korunmalı; onunla mutluluk yaşanmalı,
  5. Seçim, utanmadan herkese açıklanabilmeli,
  6. Bu seçimle bir şeyler yapılmalı, aksiyona geçilmeli,
  7. Seçim, hayatın farklı durumlarında tekrarlanmalı.

Bu yedi seçimin özeti şudur: Başkasına zarar vermediğin müddetçe ne yaparsan yap; eğer bu senin özgür seçimin ise, seve seve yapıyorsan, canının çektiği gibi, doya doya, tadını çıkara çıkara yap.” Din, maneviyat, gelenek, görenek, nesiller boyu aktarılan bilge hayat tecrübeleri ve insanlığın bütün kadim değerleri bir çırpıda silinir, gençler âdeta Alzheimer hastalığına yakalanır. Böyle bir hayat felsefesi benimsendiğinde, öğretmen ne işe yarayacak? Öğretmen el kitaplarında bunun da cevabı vardır:  Herhangi bir konuda bir öğrenci öğretmenine müracaat ediyor ve “Şöyle mi yoksa böyle mi yapayım?” diye bir soru soruyor. Öğretmen de yukarıdaki yedi sıralamaya göre öğrenci ile sorulu-cevaplı bir diyaloğa giriyor: “Bu seçim seni mutlu ediyor mu, diğer ihtimalleri da düşündün mü, bu senin özgür seçimin mi yoksa biri seni zorladı mı?” Güya kendilerine göre amaç doğruyu öğrencinin kendi kendisine buldurmak.

Ahlaki, dini ve geleneksel değerleri bozmaya yönelik sistemi benimseyen hümanist psikologlar da kendisine müracaat eden hastalara psikoterapi seanslarında “sorununu fark etme ve kendini gerçekleştirme” (realizethe problem and self actualization) adı altında esas otoritenin dışarıda değil kendi içinde olduğu, bütün bedensel ve duygusal hazların sınır tanımadan yaşanması gerektiği telkin edilir.

  1. Kadın Hakları Adına Kadının Erkekleştirilmesi

İngiltere’de Feminizm adıyla kadın hakları konusunda başlatılan hareket 1960larda özellikle ABD’de politik bir harekete dönüşür. 1990’lardan itibaren bir “erkek kadın” yaratma projesine haline gelir. Siyonist sermaye gruplarının sahip olduğu Hollywood Sinema Sektörü bu küresel projenin önemli bir ayağını oluşturur.

2003 yapımı “Mona Lisa Smile” (Mona Lisa Gülüşü) filminde Julia Roberts bu filmde Wellesley Koleji’nde çalışan bir bayan profesörü canlandırmaktadır. Göreve başlamasının hemen ardından kariyer yapmak isteyen öğrencilerini erken yaşta evliliğe, çocuk yapmaya ve annelik eğitimine karşı çıkmaları için cesaretlendirir. Bir başka örnek “MillionDollarBaby” (Milyonluk Bebek)tir.  Be filmde boks hocası ClintEastwood, öğrencisi Bayan HilarySwank’i marifetmiş gibi, yüzünü gözünü patlatarak boks şampiyonu yapıyor. Verilmek istenen mesaj “Bir kadın da fıtrata aykırı olarak erkek sporu olan boksta rakiplerini yererek şampiyon olabilir.” Yine Hollywood yapımı savaş filmlerinde çoğu zaman elinde makineli tüfek, başında miğfer düşman askerlerini yenen, bölüğünü kurtaran kahraman kadın askerler vardır.

Erkekleşen kadınların yüzlerinde kadınlığa has güzellik, zarafet ve çekicilik de kaybolmaktadır. Kadını erkekleştirme adımının bir yansıması da Amerika başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde kadınlarda çocuk yapmada isteksizlik, boşanmalar sonucu tek ebeveynli çocuk sayısında artış, genç nüfusun giderek azalması ve yaşlı nüfusun artması şeklinde görülmektedir. Önlem almak için çocuk parasının artırılması da işe yaramamakta; bundan dışarıdan gelen ve vatandaşlık statüsü kazarmış olan çoğu Müslüman azınlıklar faydalanmaktadır. Eşimle bir seminer için gittiğimiz Hollanda’da yerli halk köpek ve kedi gibi evcil hayvan gezdirirken, Müslüman aileler üçer beşer çocuk gezdiriyorlardı.Amerika ve Avrupa ülkeleri kadın fıtratını bozmanın bedelini ödemektedir.

İnancımıza göre Allah’ın bütün isim ve sıfatları kâinatta canlı ve cansız âlemler üzerinde tecelli etmektedir. Ancak İnsanlar içinde işbölümü ve görevleri gereği bazı insanlarda bazı isimler daha baskındır. Bu itibarla genç kızlarda, bayanlarda ve annelerde Rahim, Rahman, Rauf, Cemal isimleri daha baskındır. Genç kızların güzelliği, zarafeti, inceliği genç erkeklerin ilgisini çeker, onları kendilerine âşık eder. Leyla ile Mecnun, Şirin ile Ferhat, Zühre ile Tahir gibi kadim hikâyeler bu sevginin birer sembolüdür.

Annenlere gelince Allah’ın üzerlerindeki tecillileri gereği hamile kaldıkları zaman beyinleri sevgi, şefkat ve mutluluk hormonları olan oksitosin. seratonin ve endorfin hormonları salgılar. Bebeği için sağlığına ve beslenmesine daha dikkat eder. Bebeğini kucağına aldığı zaman yaşadığı mutluluk doğum sırasında yaşadığı fiziksel acı ve ağrıları unutturuverir. Yavrusunun üzerine titrer, uykularını feda eder, yemez yedirir, giymez giydirir. Onun içindir ki atalarımız, “Anne hakkı ödenmez,” demişler.  Peygamberimizin “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadisi büyük bir müjdedir.

  1. Baba Otoritesini Zayıflatma

Yukarıda erkek ve kadın yaratılışında cinsiyetlerine uygun fiziksel ve ruhsal farklılıklar olduğunu söylemiş; annelerde Rahim ve Cemal isimlerinin daha baskın olduğunu ifade etmiştik. Bu itibarla babalarda ailedeki rolü gereği Rab ve Celal isimleri daha baskındır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, nasıl koyduğu yaratılış kanunları ile gezegenleri, uyduları ve onlarca canlılar âlemini emrine itaat ettiriyor; böylece mükemmel bir düzen devam etmektedir. Annelerde Rahim isminin yansıması olarak çocuklarının her isteğini yerine getirme, davranışlarına sınır koymama ve şımartma eğilimi vardır. Babalarda Rab ve Celal isimlerinin yansıması olarak çocukların ihtiyaç dışındaki isteklerine hayır diyerek, olumsuz davranışlarına sınır koyarak annenin eksik bıraktığı otoriteyi sağlar.

Bilindiği gibi Freudyen psikanalizde Oedipus Kompleksi teorisi vardır. Erkek çocuk annenin sevgisi için baba ile rekabet halindedir ve baba da onu bilinçdışında hadım etmekle tehdit eder. Çocuk, babaya karşı gelemediği için içinde bir öfke biriki­mi yaşar ve bu öfke psikolojik bir savunma mekanizması olarak yer değiştirdiğinde çevreye ve tabii ki kendi mantıklarına göre de Yahudilere yansıtılır. Bu durumda babaya karşı olan nefret dindirilmiş, ama Yahudiler kurban hâline gelmiş olur.

Yahudi düşmanlığını önlemenin yolu ataerkil aile modelini temsil eden baba otoritesini zayıflatıp silik bir baba tipi yaratmaktır. Böylece erkekleştirilen baskın anne karşısında silik bir baba vardır ve çocuklar anne otoritesini kabullenir. Yani ataerkil sistem, baba otoritesi, aile bağları, nesilden nesile aktarılan doğrular, görgü, gelenek, ahlak kuralları gibi hususlar sorgulanmalı ve yeniden yapılandırılmalıdır. Böylece “Aileyi Bozmanın” bir sonraki hedef olan “Eşcinsel Hayat Tarzının, Her Türlü Cinsel Sapkınlığın Ve Sübyancılığın Küresel Çapta Yaygınlaştırılması” yolu açılmış olacaktır. Nitekim eşcinsel gençler üzerinde yapılan araştırmalarda yüzde yetmiş üzerinde silik bir baba ve baskın bir anne modeli olduğu görülmektedir.

Psikanaliz, terapi odasında ve yayımlanan yüz binlerce kitap üzerinden ataerkil aile modeli sorgulanır hale gelir. İşte bu atmosferde Amerikan Yahudi Komitesi’nin bilimsel araştırmalar bölümü, “Önyargı Üzerine Çalışmalar” adı altında aileyi ayakta tutan tüm değerleri sorgulayan bir dizi makale ve kitap yayınlatır.

Baba otoritesinin yıkılması sonucu boşanmalar ve gayri meşru çocuk oranlarında yükseliş, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, şiddet olaylarına karışma gibi olumsuz yansımaları görülmektedir.

  1. “Eşcinsel Hayat Tarzının ve Her Türlü Cinsel Sapkınlığın Yaygınlaştırılması

2021 yılında Dünya Çocuk ve Aile Koruma Platformu’nun konuşmacı olarak davetlisi olan Pskiyatr Dr. Mustafa Merter konuyla ilgili bir sunum yapan İrlandalıya şu soruyu sorar: “Siz İrlandalılar bildiğim kadarıyla dindar Katolik Hristiyanlarsınız; nasıl oldu da eşcinsel evliliğine izin verdiniz?” Muhatabı biraz düşündükten sonra şu cevabı verir: “Küresel yazılı ve görsel basını elinde tutan Macar Yahudisi Amerikalı milyarder George Sorosuluslararası sosyal yardım dernekleri üzerinden gelip bu iş için bir buçuk milyar dolar yatırırsa olur...”

Somatik hastalıkların yanı sıra eşcinsel/gey varoluş tarzı, in­san psikolojisini de olumsuz etkiler. Son araştırmalara göre depresyon, kaygı, sadizm, mazoşizm, intihar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı eşcinsellerde %340 oranında belirgin bir artış gösterir.Gey hayat tarzı savunucuları, genelde psikolojik sorunların, çevre/mahalle baskısı yüzünden çıktığını savunup “Ötekileştirilme, aşağılanma, insan yerine koyulmama bizi hasta ediyor.” derler. Fakat gey hayat tarzına neredeyse hiç itirazı olmayan, eşcinsellerin hoşgörü ile karşılandığı Hollan­da ve Yeni Zelanda’da yapılan çalışmalar bağımlılık ve intiharların yüksek olduğunu; bu durumun toplum baskısı ve ötekileştirme (homofobi) ile ilgili olmadığını göstermiştir.Bu bilimsel araştırmaların üzerini örtmek için Freudyen psikanalistler, medyada ve terapilerde bilimsellik adı altında bir dizi zırva gevelerler.

  1. “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” İdeolojisiyle Kadın-Erkek Farkının Ortadan Kaldırılması

Yukarıdaki dört aşama; çocuk, kadın, eş­cinsel hakları adı altında, hep bir hak koruma, haksızlığa karşı çıkma kamuflajıyla sunulurken burada artık oyun meydana çıkıyor. Büyük ihtimalle kazandıkları başarı sebebiyle temkini artık elden bırakmışlar, kendilerini ifşa ediyorlar. Projenin tanımına göre “Doğuştan gelen bir cinsiyet yoktur, cinsi­yet sosyal bir kurgudur, bir cinsten diğerine akıcı bir geçir­genlik vardır, neyi seçersen o olursun. Kadın ve erkeklerin eşit hak, imkân ve olanaklara sahip olmaları durumunda cinsiyete dayalı herhangi bir ayrımcılık ve haksızlık olmayacaktır." Yine her zamanki gibi bu projenin ön hazırlıklarını radikal feministler yapıyorlar.

Proje, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” adıyla 7 Nisan 2011'de Strazburg'da Avrupa Konseyi Bakan Yardımcıları toplantısında maddeler halinde kabul edilip imzalandı. Sözleşmeİstanbul'da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin 11 Mayıs 2011 tarihindeki 121. toplantısında sözleşmeyi kabul eden ve toplantıya katılan Türkiye dâhil ülke temsilcileri tarafından imzalandı. Ülkemizde sağduyu sahibi aydınların ve STK’ların büyük tepki göstermesi üzerine Milli Eğitim üçüncü kademe okullarında ders olarak konmasına karar bile veriliş olan ve “İstanbul Sözleşmesi” adıyla geçen bu melanet belgeden 20 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile Sözleşme'nin Türkiye tarafından bozulmasına karar verildi.

Bu ideolojide sistematik propaganda sonu­cunda, ev hanımı ve/veya anne olmak âdeta ikinci sınıf insanlıkmış gibi kabul ettirilmiş. Mesela ünlü feminist BettyFriedan (1921-2006), üst üste onlarca baskısı yapılan Beyond Gender (“Cinsiyet Ötesi”) kitabında şöy­le yazıyor: “Bence bu kitabı okuyan kadınlar farklı tepki verecek; bazıları o gün yemek pişirmeyecek, bazıları kocalarıyla diyaloga girecek, bazıları ise tüm ülkede düzenlenecek mitinglere ve gösterilere katı­lacak. Diğerleri de hayatlarını hangi yöne doğru geliştirmek istediklerini tanımlayacak şeyler yazacaklar. Bazıları Sena­törlerine ve Kongre Üyelerine kadınları etkileyen yasalar geçirmeleri için baskı yapacaklar, tek bir noktada kalabile­ceğimizi sanmıyorum, kadınlar her konuda kendi geleceklerine karar verecekler.”

Psikanalistlerin Freudyen Zırvaları

Birinci Zırva:“Bir genç mevcut cinsiyetinden razı değilse ve cinsiyet değiştirmek istiyorsa baskı yapılmamalı. Vücut onunsa karar da onun olmalıdır.”Yani 12-14 yaşlarında genç bir genç ben erkektim ama artık dişi olduğumu hissediyorum,” dediğinde anne baba da “Sen bilirsin, seçim senin nasıl karar verirsen bizim için sorun yok,” diyecek. Bir örnek verelim. Kızımız Ayşe cinsiyetinden razı değil. İşe adını değiştirmekle başladı Orhan oldu. Orhan oldu, O güzel saçlarını kestir­di, erkek gibi giyinmeye başladı, erkeklerle aynı tuvalete girdi. Dişiliğini durduracak ilaçlar ve sonra da erkeklik hormonları (testosteron) aldı. Kılları çıktı, yüzü, kolları, vücudu kıllandı. Üç yıl sonra stresse girdi pişman oldu, intiharın eşiğine geldi. Cinsiyet değiştirmesini destekleyen psikanaliste gitti. “Ben bu kimlikle mutlu değilim, eski kimliğime dönmek istiyorum,” dediğinde psikiyatr ne yapacaktır acaba? Çok merak ediyorsanız söyleyelim. “Panik yok, şu anda depresyona girmiş durumdasın; sana yazacağım ilacı (antidepresan) aldığında her şey yoluna girecektir.”

İkinci Zırva: “Eğer çocuğunuzun bu değişimine tepki gösterir, karşı çı­karsanız çocuk intihar edebilir.”2014 yılında Williams Enstitüsü tarafın­dan cinsiyet değiştiren eşcinsellerde intihar oranının normallere göre %41 daha yüksek olduğu görülmüştür. Başka bir çalışmada ahlaki değerleri önemseyen gelenekçi psikiyatralar tarafından cinsiyet değiştirmek isteyen ergenlerle yapılan görüşmelerde danışanların 570’i bundan vaz geçmişlerdir.

Üçüncü Zırva: ”Her genç hür iradesiyle nasıl yaşayacağına kendisi karar verebilir. Vücut onun, seçim onun, anne baba ve toplum ona baskı yapamaz.” İslam inancına göre varlık âlemi Allah’ın Halik” isminin tecellisiyle hayat sahnesine çıkmış mahlûklardır. Bu vücut bize Allah’ın emaneti olup onu her türlü tehlikelerden ve zararlı alışkanlıklardan korumakla mükellefiz.Hak vaki olduğunda emaneti sahibine teslim edecek, ahirette O’nun emriyle yeniden dirileceğiz.Onun içindir kiAileyi İfsat Etmek isteyen bütün sapkın inançlar Müslüman toplumlar içinde yeterince etkili olamamaktadır.

Aileyi Bozma ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Projelere Karşı Alınacak Önlemler

Başta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olmak üzere sırasıyla Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Sağlık Bakanlığı, Üniversiteler, Belediyeler ve Sivil Toplum Kuruluşları Aileyi Bozma Projeleri konusunda konunun uzmanları ile işbirliği yaparak anne babaları, gençleri ve çocukları bilgilendirici seminerler düzenlemelidir. Bu seminerler kaydedilerek videoları görsel medya platformlarında yayımlanmalıdır. İleri aşamada bu konuda broşürler ve kitaplar hazırlanmalı, ailelerin bunlara ücretsiz olarak kolay ulaşması sağlanmalıdır.

Özellikle Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bütün il müdürlükleri kanalıyla aile eğitimine öncelik vermeli sosyal yardımlarla yetinmemelidir. Zira sevgi, saygı, merhamet, dürüstlük, çalışkanlık, sorumluluk, vefakârlık, yardımlaşma, cömertlik, temizlik, tutumluluk gibi temel değerler okul öncesinde ailede yaşanarak kazanılır ve çocuğun kişiliğini oluşturur. Şu veya bu sebeple ailenin veremediği bu değerler okul tarafından verilemez. Okul öğrencilerine okuma-yazma öğretir, ileride bir meslek edinecek ve sınavları kazanacak bilgiler verir; yeni bir kişilik kazandıramaz. Bu sebepledir ki okulda verilen değerler eğitimi dersleri suyu tersine akıtmaya benzer, öğretmenlerin çabası boşa gider.

……………………………………………………………………..

  1. Matrix, Hollywood yapımı 2000 li yıllarda gösterime giren üç bölümlük bir filmin konusu, insan ruh ve bedeninin birbirlerinden ayrılıp beden bir makinada canlı tutulurken ruhun bir bilgisayar programına yüklenmesidir. Filmin kahramanı Neo, Morfeus adlı bir bilgenin yardımıyla, tutsak insanları kurtarmaya, gerçekle buluşturmaya çalışır.
  2. J. C. Gonsiorek, “Results of PsychologicalTesting on HomosexualPopula- tions”, Homosexuality, 1991.
  3. D. M. Fergusson, L. J. Horwood, A. L. Beautrais, “Is SexualOrientationRelatedtoMentalHealthProblemsandSuicidality in Young People?”, Archives of General Psychiatry, 1999, 56: 876-880.