Asgari ücret artışının tartışıldığı bugünlerde Peygamberimizin “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir,” diyen bir sözü ve konuyla ilgili bir Kur’an ayeti aklıma geldi.
Asgari ücret artışının tartışıldığı bugünlerde Peygamberimizin “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir,” diyen bir sözü ve konuyla ilgili bir Kur’an ayeti aklıma geldi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (2. Bakara-195)
Dünyada yaşanan huzursuzluğun, mutsuzluğun, isyanların, devrimlerin, anarşinin ve terörün temelinde haksız paylaşımın yol açtığı açlık ve yoksulluk vardır. İsraf bir insanlık suçudur. Rabbimiz, “Yiyin için ama israf etmeyin. Ben israf edenleri sevmem” (7. Araf-31) buyuruyor. Müslüman bir ülke iddiasında olan ülkemizde, bir yanda akşam yiyecek yemeği ve ekmeği bulunmayan fakir aileler, diğer yandan bayatlamış ekmeği ve yemek artığını çöpe atan aileler var. İstatistikler ve araştırmalar her yıl tonlarca yemek artığı ve ekmek çöpe atılmaktadır BM verilerine göre Türkiye'de yılda kişi başı 93 kilogram, toplam 7 milyon 700 bin ton gıda çöpe gidiyor. Buna göre sadece israf edilen ekmeğin mali değeriyle yılda 500 adet okul yapılabiliyor.
Yardımlaşmanın ve paylaşmanın azaldığı, lüks tüketimin, haksız ve haram kazancınarttığı ülkemizde buna paralel olarak hırsızlıklar, soygunlar, gasplar da artış göstermektedir. Zenginlerin ve ünlülerin oturduğu; kameralarla, alarm sistemleriyle ve özel güvenliklerle korunan zengin sitelerde bile hırsızlıklar ve soygunlar yaşanmaktadır.
Efendimizin bir hadisinde, aç insanların imanlarını koruyamayacağı anlamında “Fakirlik kâfirlikle denktir,” dediği nakledilmektedir. Osmanlı son dönem şeyhülislamlarından Musa Kâzım Efendi’nin de toplumda artan yoksulluklar ve yolsuzluklar sebebiyle, bu hadisi yorumlamış; isyanların kapıda olduğunu söyleyerek eyalet valilerini uyarmıştır.
Haksız kazançlara, mal biriktirmelere, zenginliği ile övünenlere karşı duran, devlet kapısından ve zengin sofrasından daima uzak duran, Peygamber Efendimizin yol arkadaşı Ebu Zer Gıfari,nevi şahsına münhasır bir sahabeydi. Hz. Peygamber, bir hadisinde, onun hakkında, “Gökkubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” demiştir.
Araplar, soylarıyla övünmeyi seven kimselerdi. Öyle ki 10 kuşak geriye soylarını isimleriyle ezbere sayarlardı. Aralarında Hz. Ebubekir’in de bulunduğu bir mecliste herkes soylarını ezbere saymaya başladı. Sıra Ebu Zer’e gelince; “Ben Allah’ın kulu Ebu Zer” dedi. Meclisten bazıları gülmeye başladı.
Bu durum Peygamber Efendimize haber verilince şöyle buyurdu: “Ebu Zer, doğru söylemiş. Hepimiz Âdem’in çocuklarıyız, Âdem de topraktandır. Ne diye övünürsünüz!”
Ebu Zer, Peygamberimiz vefat ettikten sonra, doğru sözlülüğü sebebiyle yöneticilerle pek geçinemedi. Kalabalıklardan uzak tek yaşadı ve tek öldü. Onun fakirleri ihmaleden yönetimlere karşı sert eleştirilerde bulunduğu ve bir sözünde “Gece yatağa aç girip sabah kılıcını kuşanmayan adama şaşarım!”diyerek radikal bir çıkış yaptığı rivayet edilmektedir.
Kur’an’ın paylaşma ve yardımlaşma / infak anlayışı konusunda iki büyük İslam bilgesi Yunus Emre ve Mevlana Celalettin, Ebu Zer ile aynı çizgiyi izlemişlerdir. Yunus Emre’nin ünlü dörtlüğünü bilmeyenimiz yoktur:
“Mal sahibi, mülk sahibi
Nerde bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan; Var biraz da sen oyalan!”
Mevlana Rumî, asırlar önce bu gerçeğe işaret ederken Konyalı servet babalarına, Moğol istilasını ima ederek, şöyle sesleniyordu: “Kendi rızasıyla kuddûsîlere (yoksullara) vermeyenlerden, debbûsîler (eli topuzlular) gelip zorla alır.” Sözü kaydeden Eflâkî şunu ekliyor: “Aynen buyurduğu gibi oldu.” Moğollar gelip, tepelerine vura vura, ırzlarına geçe geçe ellerinde ne varsa alıp götürdü.
Yardımlaşmanın savsaklanması, insanı tehdit ve tehlikelerle yüz yüze getirir. Kur’an, azapla sadece ahiretteki cezaları değil; dünyadaki ceza, bela ve tehditleri de kasteder. Dünyada sefalet, hastalık, kavga, terör, cinayet, ihtilal olarak başlar, ahirette oranın şartlarına özgü azaplarla devam eder. Kur’an’da şöyle deniyor: “Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azap muştula! Gün olur, cehennem ateşinde onların üzerine lav dökülür de bununla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanır: ‘İşte egolarınız için yığdıklarınız. Hadi, tadın biriktirmiş olduklarınızı!” (9. Tevbe 34-35)
4 Ağustos 2005 günü, gazetelerin sayfaları, İslam dünyasının zenginlik açısından şampiyon ülkelerinden birincisi sayılan ve Şeraitle yani İslâm Hukukuyla yönetildiği iddia edilen Suudi Arabistan’ın kralı Fahd’ın83 yaşında ölümü üzerine bıraktığı serveti saymakla bitiremiyordu:
Riyad ve Cidde’de 5 milyar dolar değerinde iki saray, 32 milyar dolar nakit para, Fransız Rivierası’nda bir şato, Boeing 747 tipi bir uçak, Cadillac marka onlarca araba, İspanya’nın Marbella kasabasında 250 dönüm alanda yaptırdığı bir saray. Bu sarayda 800 kişilik bir hizmet ekibi çalışmakta, şoförlere 5 bin, diğer hizmetçilere 3 bin dolar aylık verilmektedir. Sarayın hizmeti için 4 uçak, 600 Mercedes otomobil, 50 limuzin, seçkin otellerde 300 oda ve ayrıca aylığı 180 bin Avroluk villalar kiralanmış. Kral, her yıl, 100 milyon dolar değerindeki el-Diriyah yatıyla Fransız kıyılarını dolaşırdı. 1987’de Monaco kumarhanelerinde 6 milyon dolar kaybederek medyanın gündemine oturmuştu. 3 karısı ve 8 oğlu var. Kızlarının sayısı her ne hikmetse verilmiyor.
Dünya nimetlerinin böylesine gasp edilmesi durumundaaç insanlarda kin ve hırsı tahrik eden çekim odakları oluşturur. Nietzsche bu gerçeğe işaret ederken şöyle demiştir: “Nerede bir vaha varsa orada bir put vardır.” (Zerdüşt, 120) Vahadaki nimet, put veya putlar tarafından tekele alınıp aç mideler nefretle kaynadığında vahanın altı üstüne gelir. Tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde terör ve dehşetin altında bu nefret vardır.Terör; mahrum bırakılmış, sözü dinlenmeyen, aç bırakılan benliklerin dilidir. Yıkıcı ve kutsal tanımayan bir dildir ama nihayet ibret alınacak bir dildir.