Bazen kendimizi hayıtın akışına fazla kaptırıyoruz.
Zannediyoruz ki; biz olmaz isek, biz planlanan bir işi yapmaz isek hayat duracak...
Bakın mezarlıklara ne kadar vazgeçilmez olduğunu görürsünüz.
Bu yüzden de kimi zaman özel hayatımızdan bile fedakârlık ediyoruz, yeterince dinlenmiyoruz ve sürekli bir koşturmaca içinde yaşıyoruz.
Kendimize ayırabildiğimiz vakit o kadar az ki…
Cep telefonlarını elimizden düşürmüyoruz, düşüremiyoruz.
Sürekli iletişim halindeyiz.
Ya konuşuyoruz, ya mesajlaşıyoruz, ya da görüntü paylaşıyoruz.
Başlangıçta cazip geliyor.
Sonrasına dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama hem tüketiyoruz hem de tükeniyoruz.
Özel alanlarımız neredeyse yok denecek kadar azaldı.
Bunun kaçınılmaz sonucu olarak özlemin de, sevginin de hasretin de değeri kalmadı.
Bu hayat hep böyle gidecek sanıyoruz ama öyle olmuyor.
Hastalığı, ölümü, kazası, belası var.
Başkalarının başına gelir sandıklarımız, bir gün bizim de başımıza gelebilir.
O yüzden derdi olanın ihtiyacı olanın yanında olmamız gerekiyor.
Biz bugün birilerinin yanında olmazsak, birileri de yarın bizim yanımızda olmayacaklar.
Biraz kendimize, ailemize zaman ayırmak, bir olmak birlikte olmak gerekiyor.
Ama yapamıyoruz.
Küçük birer aile meclisi olan sofrada bile bir araya gelemiyoruz.
Çünkü çok yoğunuz.
Eve yorgun geliyoruz, işe yorgun gidiyoruz.
Bedenimiz de, beynimiz de yorgun.
Ortaya çıkan sonuca bakıyoruz sonuçta geçimimizi sağlıyoruz.
İyi de dünün insanları da geçimlerini sağlıyorlardı ama bu kadar yorulmuyorlardı.
Ya da bedenen yoruluyorlardı ama gece dinlenip gündüz dinç bir şekilde işlerine gidiyorlardı.
Akşam servisteki öğrencilere bakıyorum, konuşacak halleri kalmamış.
Sabah servise bakıyorum yarı uyukluyorlar.
Bu işin sonu nereye varır bilmiyorum ama bitmek bilmeyen yorgunluk ve stres depresyona davetiye çıkarınca o da geldiği yerden bir daha çıkmıyor.
Her şeyi eleştiren, her şeyden şikâyet eden tolerans eşiği düşük tahammülsüz, sabırsız, anlayışsız bir toplum olduk vesselam.
Her şeyi telefonla hallettiğimizden konuşacak bir şeyimiz kalmıyor.
Telefonda gerçek bizi gizlemek imkânı var.
Ama yüz yüze baktığımız zaman siz söylemeden karşınızdaki anlıyor gerçeği.
İlginiz, yakınlığınız sevginiz, saygınız gerçek mi, sahtemi anlaşılıyor hemen.
Sahip olduklarımızın bizi değerli ve özel yaptığını sanıyoruz.
Arabamızınmarkası, telefonun kamerası, bilgisayarın hafızası televizyon ekranının çözünürlüğü bizi değerli yapmaz.
İnsanlığa, iyiliğe, doğruluğa verdiği önemle değerli olur.
Başkalarının hakkına, hukukuna saygıyla değerli olur.
İhtiyacı olanların yanında olmakla değerli olur.
Görüntü ya da mesaj paylaşmakla değil, sıkıntıyı paylaşmakla değerli olur.
Garibin, mazlumun, masumun, dulun, yetimin ve öksüzün yanında yer almakla onlara değer vermekle değerli olur.
Diyeceksiniz ki evet…
Peki, kabul ediyoruz da neden uygulayamıyoruz.
Çünkü insan olmak insana değer vermek emek gerektiriyor, zahmet gerektiriyor.
Telefonların bile sahiplerinden akıllı olduğu toplumlarda ise kimse zahmete katlanmak istemiyor.
Zahmetsiz rahmet olmadığını da herkes biliyor bilmesine de…
Sanal olan nedense “gerçek” ile eşdeğer kabul ediliyor!