Babamın anlattığına göre rahmetli büyük babaannem her sabah kahvaltısında bir yumurta ve bir soğanla birlikte mevsiminde bir de domatesi cebinde taşıdığı minik çakısıyla ince ince doğrayarak üzerine tuz ve baharat ekleyerek karıştırdıktan sonra yermiş.


(94 yaşında) ölmeden birkaç ay öncesine kadar ki zamana kadar da bu uygulamasını tavizsiz sürdürmüş.


Yine babamın anlattığına göre; büyük babaannem bu karışıma “benim doktorum” dermiş ve onlara da tavsiye edermiş.


Şimdi kahvaltıyı ancak Cumartesi, Pazar günleri yapabilen bizim neslin besin değeri olmayan simit ve poğaçasının yanında babaannemin menüsünün ağırlığını/yararını tartışmak gereksiz elbette.


Babaannem kışın sabahları çoğunlukla tarhana, yazın ise sütlü ya da yoğurtlu çorbalar yaparmış.


Haftada bir iki gün de tava aşı dedikleri bulgur pilavı...


Neredeyse her öğün kendi yaptığı bir parmak kaymağı bulunan yoğurt sofradaymış...


Her sabah çorba…


Ne kadar sağlıklı.


Bir de o sütlerin ve yoğurtların katkısız doğal ürünler olduğu, o tarhananın kendi el ürünü olduğunu hesaba katarsanız ne kadar yararlı besinler olduğunu anlamakta zorlanmazsınız.


Yağ, tuz, şeker gibi dışarıdan alınanlar dışındaki her şey kendi ürettikleri olduğundan tükettikleri gıdaların doğallığına kuşku yok.


Esmer undan da ekmek yaparlarmış.


Tohumlarını kendileri yetiştirdikleri gibi, suni gübre ve ilaç da kullanmadıklarından şimdilerde halk pazarlarında organik diye satılan ürünlerden kat be kat doğal ve organik ürünlerle beslenmişler.


Kazançları ile idare etmişler.


Borçlanıp eşya almamışlar.


Beklenen ürünü alamama ya da sel ya da yangın gibi afetler dışında kafalarını takacak bir şey olmadığından psikolojileri de bozulmamış.


Belki psikoloji denilen şeyi fark etmemişler bile. 


Bu nedenle de bizin nesil gibi ikide bir zırp pırt depresyona girmemişler.


Bizim nesil battı çıktı gibi birinden çıkıyor birine giriyor depresyonun.


Eskilerin ifadesi ile her şey var huzur yok.



Ya da rahat batıyor.


Toprakla iç içe kucak kucağa yaşamış eskiler.


Onlar toprağın değerini bilmiş, toprak da onların…


Toprağın verdiğine de, vermediğini de eyvallah demişler.


İkisi de birbirine ihanet etmemiş.


Topraktan gelip, toprakla yaşayıp yine toprak olmuşlar.


Âşık Veysel’in deyişiyle “sadık yârleri” toprak olmuş.


Oysa biz?


Topraktan kopuk yaşıyoruz.


Her yer beton, taş ya da asfalt.


Her yer ev, her yer inşaat.


Kırmızı görünce gözü dönen boğa gibi, toprak görünce gözü dönen inşaatçılar var.


Şöyle ilaç için basmak isteseniz toprak bulmanız için epey bir gezinmeniz lazım.


Toprak bize yabancı değil ama biz yabancıyız toprağa.


Hadi açık konuşalım; toprak bize düşman değil ama biz düşmanız toprağa.


Belki beş on sene sonra çocuklarımıza toprağı kavanozlara koyarak gösterebileceğiz.


Bu kadar vefasızlıktan sonra yediklerimizin lezzetlerinin olmamasından şikâyet ediyoruz.


Ürünler alımlı mı alımlı, düzgün mü düzgün ama lezzet sıfır.


Ne domates domatese benziyor, ne salatalık salatalığa…


Babaannemin yazları Korgun’daki küçücük bahçesinde yetiştirdiği biberin, domatesin ve salatalığın lezzeti; marketlerin bol ışıklı tezgâhlarını süsleyen
gösterişli ürünlerin hiç birisinde yok.


Babaannemin yaptığı mantının lezzetinde bir mantı yemedim.


Organik diye satın aldığım ürünlerin hiç biri Sefure Ablanın Korgun’daki bahçesinde yetiştirdiği ürünlerin doğallığında olmadı.


Korgun’da babaannemin yaptığı yoğurt en hakki organiklerden bile çok daha lezzetli.


Sebzesinde sebze, meyvesinde meyve tadı var memleketimin.


Dün büyük babaannem, bugün babaannem ve Sefure ablalar, Hüseyin dedeler toprakla olan bağlarını koparmamışlar ve elde ettiklerini bizlerle paylaşmışlar.


Ya yarın?


Toprak sevdalıları bir bir toprak olduktan sonra biz hangi yüzle bakacağız toprağa?


Ona ne verdik ki, ne isteyeceğiz?


Köy biberi, köy yumurtası, köy ekmeği diyerek ne kadar daha kandıracağız birbirimizi?