Amerika’da Alabama Üniversitesinde tanıştığım Japon asıllı Müslüman bir Dinler Tarihi Hocası ile sohbet ederken: “Müslüman oluşunuzun hikâyesini merak ediyorum, anlatırsanız memnun olurum,” dedim. Anlatmaya başladı: “Hazreti Muhammed’in hayatını araştırırken kendi sözlerinde yani hadislerinde ve imanın şartlarını sıralayan amentüde onun “kul bir peygamber” olduğu dile getiriliyordu. “İman ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve Resulüdür,” deniyordu. Kul ifadesinin önce geçmesi bende şok etkisi yaptı. Çünkü diğer iki büyük dinin peygamberleri olan Musa’nın ve İsa’nın hayat hikâyeleri mucizelerle, destan ve tanrısal ögelerle doluydu. Onlardan insan olarak örnek alacağım ve paylaşacağım ortak yönlerimiz yoktu. Fakat Hazreti Muhammed öyle değildi. Onun hayatını anlatan onlarca kitap vardı. Bunları okuduğumda gördüm ki Hazreti Muhammed, en dürüst ve en güvenilir insan, en iyi arkadaş, en iyi baba, en iyi öğretmen, en iyi komutan, en iyi devlet başkanı. Tamam, dedim, benim rehberim ancak kul bir peygamber olabilir. İmanın şartlarını sıralayan ve içinde kul bir peygamber olduğu dile getirilen amentüyü okuyup Müslüman oldum.”

Japon Öğretim Üyesinin Peygamberimiz hakkında dile getirdiği gerçeği Bediüzzaman Mektubat isimli eserinde şöyle izah ediyor: “Resul-i Ekrem AleyhissalâtüVesselâm'ınçendan (elbette)herhalivehertavrı, sıdkına (dürüstlüğüne) ve nübüvvetine (peygamberliğine) şahid olabilir; fakat herhali, hertavrıhârikulâde (olağanüstü) olmak lâzım değildir. ÇünkiCenab-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahval-i içtimaiyelerinde (sosyal hayatlarında), dünyevî ve uhrevî saadetlerini kazandıracak a'malve harekâtlarında (işlerinde ve davranışlarında) rehber olsun ve imam olsun. Eğer ef'alinde (işlerinde) beşeriyetten (insan olmaktan) çıkıp hârikulâde olsaydı, bizzât imam olamazdı; ef'aliyle, ahvaliyle, etvarıyla (yaşayışıyla, davranışlarıyla, ilişkileriyle) ders veremezdi. Fakat yalnız nübüvvetini (peygamberliğini) muannidlere (inatçı müşriklere) karşı isbat etmek için hârikulâde işlere mazhar olur veindelhace (ihtiyaç anında) arasıramu'cizatı gösterirdi. Fakat sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla (gereğince), elbette bedahet derecesinde (açıkça) ve ister istemez tasdike (kabul etmeye) mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdı. Çünkisırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı (karar verme hakkı) elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî (ret edilemeyecek) bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı (seçme hakkı) kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faydası kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.

Rahmet Zahmette Gizlidir

“The Road LessTravelled “ (Az Gidilen Yol) isimli kitapta, yazarı ScottPeck şöyle diyor: “Allah’ın lütfu herkese açıktır; ancak çok az insan lütfa kavuşur. Çünkü lütfa giden yol zorluklarla, engellerle, acılarla, sıkıntılarla doludur.” Bunu destekleyen bir İngiliz atasözünde: “No pain, nogain” der. Öğrencilerimden bu sözü Türkçeye çevirmelerini istediğimde hemen tamamına yakını bunu “Acı yoksa kazanç da yok” diye çevirmişlerdi. Ben de kelimelere değil, bunun arkasındaki anlama dikkat etmelerini söylemiş, bunun en anlamlı karşılığının “Zahmetsiz rahmet olmaz” ya da “Rahmet zahmette saklıdır” şeklinde olabileceğini anlatmış, şöyle demiştim: Az gidilen yolun yolcuları başta peygamberimiz olmak üzere peygamberler, onların yolundan giden din büyükleri, mezhep imamları, halifeler, âlimler ve devlet başkanlarıdır. Çoğu, kendi dönemlerinde düzeni bozulan zalim yöneticiler tarafından baskı ve işkence görmüş, hayatları pahasına hakkı savunmaktan geri durmamışlardır.

Peygamberimizin zorlu ve zahmetli hayatı daha doğmadan önce babasını kaybederek başladı. O zamanlar, bugünkü gibi, Medine’nin havası Mekke’den daha temiz, toprağı daha bereketli idi. Bu sebeple Mekkeli zengin ailelerin yeni doğan bebekleri sağlıklı ve gürbüz büyümeleri için belli bir yaşa kadar ücret karşılığı Medineli sütannelere emanet edilirdi. Efendimizin doğduğu sene yine gelenek üzere Medineli sütanneler emzirecekleri bebekler bulmak üzere Mekke’ye gelmişlerdi. O sene Mekke’de kıtlık hüküm sürüyordu. Sütannelerin hiç biri “yetimdir, ailesi bize yeterli ücret veremez” endişesi ile Efendimizi kabul etmek istemediler. Halime adında bir sütanne, Mekke’ye diğerlerinden hayli geç geldiği için zengin bir bebek bulamadı, Efendimiz kendisine teklif edilince önce kabul etmek istemedi, ancak onu gördükten sonra kanı ısındı, kutlu bebeği alarak Medine’ye döndü.

Efendimiz, altı yaşına geldiğinde annesini kaybetti, hem yetim, hem öksüz kaldı. Dedesi onu himayesine aldı. Dedesi öldükten sonra gençlik yaşına kadar amcası Ebu Talip’in yanında yetişti. İnsanlar arasında güzel ahlakı, dürüstlüğü ve adaleti ile tanındığı için ona güvenilir anlamına gelen “el-Emin” lakabını verdiler.Yirmi beş yaşında iken zenginliği ve asaleti ile bilinen Hz. Hatice ile evlendi.

Kırk yaşına geldiğinde ara sıra yanına azığını alarak Nur Dağı'ndaki Hira Mağarası'nda inzivaya çekiliyordu. Bir gün inzivada iken vahiy meleği Cebrail geldi ve ona ilk vahiy olan "oku" emrini verdi. Efendimiz şaşırdı: “Ben okuma bilmem,” dedi. Seminerlerimde dinleyicilerime şu şaşırtıcı soruyu soruyorum: “Allah, Peygamberimizin okuma-yazma bilmediğini bilmiyor muydu?” Elbette biliyordu. Sonra ne oldu? Cebrail: “Yaratan Rabbinin adıyla oku,”  dedi ve devam etti: “O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.” Demek Rabbimiz “Oku!” derken Efendimizden yazılı bir metni seslendirmesini istemiyordu. Yarattığı kâinatı ve insanı okumasını istiyordu. Okuyabilene, kâinat ve insan Rabbimizi tanıdan iki büyük kitaptır.

Zorluklarla, engellerle, baskılarla ve zulümle dolu hayatı peygamberlik görevi verildikten sonra başlıyordu. O zamana kadar kavmi tarafından sevilen, takdir edilen ve kendisine “el-Emin” sıfatı verilen Efendimiz, büyük bir dirençle karşılaştı. Mekke’nin ileri gelenleri, zenginleri, hatta kendi akrabaları bile Peygamberimize cephe aldılar. Peygamberliğinin ilk yılında kadınlardan Hz. Hatice, erkeklerden Ebu Bekir, Kölelerden Zeyd b. Harise, çocuklardan Hz. Ali onun peygamberliğini kabul edip Müslüman oldular.

Bunu takip eden 3 yıl boyunca Müslüman olanlar imanlarını gizli tuttular. Efendimiz, yakın akrabalarını ve kabilenin ileri gelenlerini İslâm’a açıkça davet etmesi üzerine Mekke’nin ileri gelen müşrikleri zayıf Müslümanlarla alay etmeye ve onları küçümsemeye başladılar. Ne var ki bunu takip eden iki yıl boyunca müşriklerin ciddiye almayıp alay ettikleri Müslümanların sayısı artmış bu da onları kızdırmış, Müslümanlara eziyet ve işkence etmeye başlamışlardı.

Peygamberliğin dokuzuncu yılına doğru Haşimoğulları ve Muttalipoğulları’nın Müslüman olmaları ve Peygamberimize destek olmaları sebebiyle, Müslümanlar tümüyle sosyal ve ekonomik boykota maruz kaldılar. Üç yıl süren bu boykot, inananları dinlerinden vazgeçirmek için akıl almaz yöntemlerin ve işkencelerin uygulandığı bir süreçtir.

Hüzün Yılı: Peş Peşe Gelen Kayıplar

“Hüzün Yılı” adı verilen peygamberliğin onuncu yılında Efendimiz peş peşe gelen yıkımlar yaşadı. Önce dört yaşındaki büyük oğlu Kasım vefat etti. Bu acıya zor katlanan Peygamberimiz, oğlunun cenazesini toprağa verirken karşısında duran Kuaykıan dağına seslenerek: "Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanmaz yıkılırdın," dedi. Daha birincisinin acısını atlatamadan küçük oğlu Abdullah da vefat etti. Gözyaşlarını tutamayan Efendimize Hz. Hatice: “Ya Resulallah, onlar şimdi nerededirler?” diye sordu. Efendimiz: “Cennettedirler,” dedi.

Erkek çocuklarını kaybetmesi müşrikleri sevindirdi. Ebu Cehil ve avenesi: “"Artık, Muhammed ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır. Kendisi de ölünce adı sanı unutulacaktır," dediler. Bunun üzerine onlara cevap niteliğinde Kevser suresi nazil oldu: "Şüphesiz ki Biz sana kevseri (Kuran’ı, bilgiyi, cenneti) verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Asıl nesli kesik olan, sana düşmanlık edenin tâ kendisidir." Peygamberimizin kayıplarla imtihanı devam ediyordu. Erkek çocuklarının vefat etmesinin senesi dolmadan sevgili eşi Hz. Hatice ve ona kol kanat geren amcası Ebu Talip vefat ettiler. Onların kaybı acılarının üzerine yeni acılar ekledi.

Taiflilerin Hakaret ve Şiddet İçeren Davranışları

Hüzün yılının acısı henüz taze iken Efendimiz evlatlığı Zeydile birlikte, gizlice Mekke'den ayrılarak Taif'e vardı. Orada Sakif Kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine dâvet etti. Reislerinden biri: "Allah, peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?" diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip Efendimizi üzdü.  Bir başkası: "Şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem. Onun için seni dinlemeyeceğim,” dedi. 

Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sakîflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu. Yanlarından ayrılacağı sırada onlara, "Bari konuştuklarımız aramızda kalsın! Başka kimse duymasın!"dedi. Ne var ki, mertlikte nasibi olmayan şirk inancının kuvvetle yaşandığı Tâif ileri gelenleri gençlerinin Efendimizi dinlemelerine engel olmak için onu memleketlerinden kovmakla kalmayıp sokak serserilerini ve köleleri kışkırtarak onu ve evlatlığı Zeyd’i taşa tutturdular. Resulullah’ın mübarek ayakları kana bulandı. Öyle ki, isabet eden taşların açtığı yaraların acısıyla ikisi de yürüyemez hale geldiler.  

Medine’nin Efendimize Sahip Çıkmasının İlk Adımı: Akabe Biatı

Üs üste gelen kayıplar ve Müslümanların gördüğü baskı ve zulümler Efendimizi oldukça üzmüş, kederlendirmişti. Ancak, o asla yılgınlığa düşmüyor, her fırsatta tebliğ görevini yerine getirmekten geri durmuyordu. Efendimiz, Taif dönüşünün ertesi yılı, İslam’ı tebliğ edecek birilerini bulma ümidiyle Mekke’ye 3 km. uzaklıkta Ukkaz panayırının kurulduğu Akabe mevkiine gitti.  Gündüz tebliğ ettiği kimselerden bir netice alamadı. Geceleyin gençlerden oluşan 6 kişilik bir grubun yanına geldi. “Siz kimlerdensiniz?” diye sordu.  Grubun başkanı olan Es’ad bin Zürâre, “Bizler Yesrib’in Hazrec kabilesindeniz,” dedi ve arkadaşlarını tanıttı.

Efendimiz: “Size bir teklifte bulunsam, kabul etseniz de etmeseniz de aramızda kalsa, olur mu?” dedi. Es’ad bin Zürâre, “Teklif edeceğin şey nedir?” diye soruya soruyla karşılık verdi.  Peygamberimiz, “Ben Kureyşli Ebul Kasım Muhammed’im. Sizleri Allah’ın dinine, Allah’a ibadete, Allah’ın gönderdiği bütün hak peygamberlerin getirdiklerine inanmanızı ve bana yardımcı olmanızı teklif ediyorum,” dedi. İbrahim suresinin 35.nci ayetinden başlayarak surenin sonuna kadar okudu.Es’ad bin Zürâre ve arkadaşları çok duygulandılar ve başlarını eğip sureyi sonun kadar dinlediler. Es’ad:“Bu din bizden ne istiyor?” diye sordu. Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmemek, yalan yere hiç kimseye iftirada bulunmamak, hiçbir hayırlı işte bana muhalefet etmemek üzere bana biat ediniz.” 

Es’ad b. Zürâre biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Bu teklif ettiklerin kavmimizin insanları tarafından hoş görülecek şeyler değildir. Biz yine de bunların hepsini hem dilimizle, hem kalbimizle, hem elimizle kabul ettik. Çünkü senin getirdiğin dine ve sözlerine inandık. Kalbimizde yer eden bir bilgi ile seni doğruluyoruz. Bunun üzerinde sana biat ediyoruz.”

Efendimiz, bu yiğit gencin arkadaşları adına biat etmesi üzerine çok sevindi. Bütün sıkıntılarını unuttu. İleride Medine olarak anılacak Yesrib’in Hazrec kabilesinden 6 yiğit genç adam, İslâm’la nurlanan kalpleriyle, Allah’ın dinini tebliğ etmek, Peygamberine omuz vermek ve bir sene sonra kendilerine katılacak yeni gençlerle birlikte yine Akabe’de buluşmak üzere yurtlarına döndüler.

Nasipsizler Efendimizin Üzerine Deve Dışkısı ve İşkembesi Attılar 

Mekke’nin ileri gelen nasipsiz müşrikleri kendi içlerinden çıkan Peygamberin kıymetini bilemediler. On yıl boyunca ona ve Müslümanlara etmedikleri hakaret,  işkence ve boykot bırakmadılar. Peygamberlik gelmeden önce “el-Emin” sıfatını layık gördükleri Muhammed’i bu kez haşa “Aşağılık, Bayağı, Küstah” anlamına gelen “Müzemmem” lakabıyla anmaya başladılar. Efendimiz bunu üzerine arkadaşlarına şöyle dedi: Bana yakıştırdıkları bu lakaba hayret etmiyor musunuz?  Allah, böylece benden Kureyş’in eziyetini nasıl kaldırıyor. Onlar Müzemmem’e sövüp, onunla alay ediyorlar. Oysaki ben Muhammed’im!”

Ebu Cehil ve yardakçıları bununla da kalmayıp Efendimiz Safa tepesinin arkasında yalnız olarak namaz kılarken ayaklarını tekmelediler, başını toprak, üzerine deve dışkısı atılır. O, selam verip “Ey Kureyşliler, bana vuruyor ve hakaret ediyorsunuz;  ama bilin ki ben sizin peygamberinizim!” dedi. Mekke ileri gelenleri Kâbe’nin yanında Hicr denilen yerde oturmuş, Peygamberimizi çekiştirmektedir. O’na hak ettiği cezayı veremedikleri için de birbirlerini kınamaktadır. Tam bu sırada Hz. Muhammed çıkagelir.

En belalılarından biri, Ebu Muayt oğlu Ukbe, kavgayı başlatabilmek için sırıtarak sorar: “Söyle bakalım, sen bizim tanrılarımızı inkâr ediyor musun?” O’nun cevabı tek kelimedir: “Evet!” Bu tek kelime sanki bir hücum emri olur. Hep birden üzerine çullanırlar. Olayı başlatan Ukbe, en hırlılarıdır. Hz. Muhammed’in kendi elbisesini boynuna dolamış onunla boğmaya çalışır. Hz. Muhammed’in soluğu kesilir, dizleri üzerine düşer ve kendisini son anda kurtaran Hz. Ebu Bekir olur: “Rabbim Allah’tır dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” der ve Kureyşli saldırganları dağıtır

Bir başka gün Hz. Muhammed’i kurtaran on bir yaşındaki kızı Fatıma olur. Olay yine Kâbe’de meydana gelir. Hz. Muhammed yine tek başınadır ve namaz kılmaktadır. Saldırganlar ise bu konuda daima başı çeken yedi kişilik şerli bir gruptur. Gitgide daha çok hırslanarak ve söylenip birbirlerini tahrik ederek önce bir süre Hz. Muhammed’i seyrederler. Sonra Ebu Cehil ‘in gözüne bir gün önce putlara kurban edilerek orada kesilmiş bir devenin bağırsakları takılır. Aklına da çok parlak bir fikir! Gözleri ışıldayarak kafadarlarına döner: “Şu bağırsakları” der, “kim yere kapandığı zaman Muhammed’in boynuna geçirir!”

Bu işlerin adamı yine canı çıkasıca Ukbe’dir. Hiç düşünmeden kalkar yerinden ve dudaklarında şeytanca bir sırıtmayla yerden kokuşmuş olan bağırsakları alır ve olup bitenden habersiz Efendimizin sırtına bırakır. Peygamberimiz, deve işkembesi ve dışkısı altında havasız kalır. Boğulmak üzere iken kızı Fatıma yetişir, ağlayarak babasının sırtından işkembeyi ve artıklarını indirir. Efendimiz, alaylı sözleri ve kahkahaları hala kesilmemiş olan zalim müşriklerin karşısına dikilir ve ellerini açar: “Allah’ım, bu Kureyşli zalimleri sana havale ediyorum!” der. Hepsi donup kalırlar. Peygamberimiz devam eder: “Allah’ım Ukbe’yi, Ümeayye’yi, Utbe’yi, Şeybe’yiVelid’i ve Umare’yi sana havale ediyorum.

Adını saydığı Ebu Cehil’in bu yedi yardakçısı ne diyeceklerini ve ne yapacaklarını kestiremediler. Zira biliyorlardı ki Peygamberin duası mutlaka kabul edilecektir.  Nitekim öyle de olacak, hepsi Bedir gazasında Müslüman kılıçları altında parçalanacak, cehennemi boylayacaklardır. 

Müşrikler Hz. Aişe Anamıza İftira Ettiler

Hz. Aişe, Beni Mustalik gazasına Resulullah'la beraber katıldı. Savaş dönüşü tuvalet ihtiyacı için geride kalması yüzünden savaşa ganimet için katılan münafıklar tarafından iftiraya uğradı. Yolda bazı Müslümanlar da dedikoduya katılınca Hz. Aişe çok üzüldü, eve gelince hastalandı. Efendimizin danıştığı kadın ve erkek sahabelerin hepsi, Aişe’ye asla böyle bir şeyi yakıştıramayız, dediler. Bir erkek ve koca olarak Resulullah’ın kalbi tatmin olmadı. Hz. Aişe’ye: Eğer böyle bir şey yapmışsan tövbe et. Allah'u Teâlâ, günahına tövbe edenlerin tövbesini kabul eder. Yok değilse Allah bir şekilde seni temize çıkaracaktır," dedi. Hz. Aişe ağlayarak: “Allah da biliyor ki bu bir iftiradır; bana da sabretmek düşer,” dedi.

Nihayet Aişe’yi temize çıkaran, ayet nazil oldu. Resulullah, Nur Suresinden, o an nazil olunan 10 ayetini okudu. Hz. Ebu Bekir hemen kalkıp kızı Aişe'yi başından öptü, "Kalk, Resulullah'a teşekkür et." dedi. Hz. Aişe: "Hayır kalkmam baba, vallahi kalkmam. Allah'u Teâlâ'dan başkasına teşekkür etmem. Çünkü Rabbim beni Ayet-i Kerîme ile temize çıkardı," dedi. Bu sözlerde açıkça Resulullah’a sitem vardı.

Hz. Aişe’nin Hz. Hatice’yi Kıskanması    

Günün birinde Hz. Hatice'nin kız kardeşi Hâle, Efendimizin saadet hanesine girmek için izin istedi.   Peygamberimiz Hâle’nin sesini duyunca duygulandı, gözleri yaşardı. Bu sırada yanında bulunan Hz. Aişe, “Neden duygulandınız ey Allah’ın Resulü?” dedi.  Efendimiz, “Hâle’nin sesi Hatice’nin sesine çok benziyor,” dedi.

Bunun üzerine Aişe validemizin kıskançlık damarı kabardı: "Sanki dünyada Hatice'den başka kadın yok... Allah sana ondan daha güzelini ve daha hayırlısını verdi. İhtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş ve bir zamanlar ölüp gitmiş Kureyşli bir yaşlı kadının nesini anıp duruyorsun?” dedi. Allah Resulü bunun üzerine: "Hayır, Allah Teâlâ bana ondan daha hayırlısını vermedi. Halk bana inanmazken o inandı. Herkes bana yalancı derken o doğru söylediğimi kabul etti. Kimse bana bir şey vermezken o beni malıyla destekledi ve Cenâb-ı Hak bana ondan çocuklar ihsan etti,” dedi.

Bir başka seferinde Hz. Aişe, “Ben Hatice’yi kıskandığım kadar hiçbir kadını kıskanmadım,” diyecektir. Resulullah geceleyin dışarı çıkacak olsa, Hz. Aişe nereye gittiğini merak eder, gizlice onu takip ederdi. Bir keresinde uykudan uyanıp Efendimizi yanında bulamayınca zevcelerinden birinin yanına gitmiş olabilir diye telaşla aradığı esnada, secde hâlinde bulmuş: "Annem babam sana feda olsun, senin derdin ne benimki ne!" demişti.

Eşleri Peygamberimizin Arkasından Oyun Çevirdiler

O bir kul peygamberdi. Her erkek gibi o da eşleriyle sorunlar yaşadı. Hicret’in 9. senesinde, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti. Efendimiz, beytülmal/hazine her türlü maddi imkâna kavuşmuş olmasına rağmen,  iktisatlı ve sade yaşamaktan ayrılmıyor, mütevazı yaşayışına devam ediyordu. Ancak eşleri, kadınlık fıtratı üzere, refah ve bolluktan nasip almak için giyim-kuşam ve ziynet eşyası istiyorlardı. Bu yetmiyormuş gibi, birbirlerini kıskanıyor; gruplara ayrılıyor, birbirlerinin ve peygamberin arkasından oyun çeviriyorlardı.

Günün birinde Zeynep validemize akrabaları tarafından bir tulum bal hediye getirilmişti. Zeynep de her gelişinde Efendimize çok sevdiği bu baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeynep’in in yanında her zamankinden fazla kalırdı. Bu durum Hz. Aişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara hizmetçisi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.

Zeynep, Efendimizin halasının kızıydı.  Gelenekleri yıkmak için onun bir azatlı köle olan evlatlığı Zeyd ile evlenmesini sağlamıştı. Ancak aralarında denklik olmadığı için bu evlilik yürümedi. Zeynep, asil bir aileden geldiği için Zeyd’e gereken saygıyı göstermiyordu. Nihayet Zeyd onu boşamak zorunda kaldı. Efendimiz, müşriklerin kınamasını göze alarak dul kalan Zeynep’le evlendi.

Nedense, Aişe ile Zeynep arasında bir rekabet vardı. Bal şerbeti bunun üzerine tuz biber ekti. Aişe, taraftarı olan hanımları etrafına topladı ve bir oyun tertipledi. Onlara şu talimatı verdi: “Resulullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: Ya Resulullah,  megâfir mi yediniz?  Resulullah, hayır, diyecektir.  Biz de o zaman, o halde bu koku ne, diye soracağız. Tabii ki o, Zeynep bana bal şerbeti içirmişti, cevabını verecektir. O zamanda biz, demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış, deriz.”

Mağfur, fena kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır. Efendimiz, bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Aişe bunu bildiği için bu tarz bir oyun çevirmişti. Oyundan sonraki bir gün peygamberimiz Hafsa’nın odasına girdi. “Ey Allah’ın Resulü,  Megâfir mi yediniz?” sorusuyla karşılaştı. Peygamber Efendimiz, “Hayır!” dedi. Hafsa, “O halde bu koku ne?” diye sordu.  Efendimiz, “Zeynep’in evinde bal şerbeti içmiştim,” dedi.  O zaman Hafsa, “Demek ki o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış” dedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz, “Onu bir daha içmem!” diyerek yemin etti. Sonra da, “İşte, yemin ettim! Sakın bunu ne Aişe’ye ne de başka bir kimseye duyurma” diye ricada bulundu ve ondan söz aldı.

Hafsa, verdiği sözü tutamadı. Resulullah’la aralarında geçen olayı Aişe’ye anlattı.  Oyun çevirenlere bakar mısınız: Biri Hz. Ebu Bekir efendimizin kızı Aişe, diğeri Hz. Ömer efendimizin kızı Hafsa. Peki, bu durum onların analarımız olma şerefine gölge düşürür mü? Elbette hayır! Bunun bize vereceği ders şudur: Demek Peygamber eşi de olsalar, kadın fıtratında kıskançlık ve dünya ziyneti isteme meyli vardır.Hanımlarımızın da bizi kıskanması ve bizden dünyalık istemeleri gayet normaldir.

Peygamberimizin bal şerbeti içmemeye yani baldan faydalanmamaya yemin etmesi üzerine, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi kendisine haram kılamayacağına dair şu ayetler nazil oldu: “Ey Resulüm! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi, kadınlarının rızasını arayarak sen ne diye kendine haram edersin? Bununla birlikte üzülme! Allah, Gafurdur, Rahîmdir.”Ayrıca Hafsa’nın sır saklamadığını Allah ayetleriyle bildirdi. Bunun üzerine Efendimiz sözünü tutmadığı için Hafsa’ya sitem etti. Ayetle bildirenlerin bir kısmını söyleyip bir kısmını gizledi. Hafsa şaşırarak: “Bunu sana kim söyledi?” dedi. Efendimiz: “Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi!” dedi. Buna rağmen Aişe, Hafsa’ya arka çıktı.

Efendimiz, eşlerinin dünyalık istemesinden, birbirlerini kıskanmalarından ve arkasından oyun çevirmelerinden iyice bunaldı. Onlara ders vermek için bir ay süreyle onlardan uzak kalmaya karar verdi. Meşrebe adı verilen çardakta inzivaya çekildi, kimseyi yanına kabul etmedi.  Münafıklar, bunu da kullanarak: “Muhammed eşlerini boşamış,” diye dedi kodu çıkardılar.

Bir ay dolunca, Resulullah inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu ayet-i kerimeler nazil oldu: “Ey Peygamber! Zevcelerine de ki: Eğer, siz dünya hayatını ve ziynetini istiyorsanız, gelin ben sizin razı olacağınız şekil üzere boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim!Eğer,  Allah’ı, Resulünü ve ahiret yurdunu isterseniz, Allah’ı ve Resulünü razı etmiş olursunuz. Dünya malı ve ziyneti yerine Allah’ın rızasını tercih edenlere, Allah büyük ecir hazırlamıştır.”

Ayetler nazil olduğunda Efendimiz, hanımlarından Hz. Aişe’nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı; hatta bu konuda babasına anasına danışabileceğini söyledi.  Aişe derhal cevabını verdi: “Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım? Ben, elbette ki Allah’ı, Resulünü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum,” dedi. Peygamber Efendimiz, bu cevaba gülümsedi. Diğer annelerimiz de aynı şekilde Allah ve Resulünün rızasını ve ahiret yurdunu, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece, Efendimize muhabbet ve sadâkatlerini ispatlamış, zor bir sınavı atlatmış oldular. 

Benim Rehberim Mucizeye Değil Sünnetullaha Sığınırdı

Evet, benim rehberim, bana her yönüyle örnek olacak kul bir peygamberdir. Söküğünü kendi diker, ayakkabısını kendi tamir eder, yükünü kendi taşır, elinin emeğini yer içer, sadaka kabul etmezdi. Kendisini görüp korkudan titreyen bir bedeviye: “Korkma, ben kral değilim! Kurutulmuş et yiyin Kureyşli bir kadının oğluyum” diyecek keder tevazu sahibiydi.

Mucizeye değil, sünnetullaha sığınırdı. Bunun içindir ki arkadaşıyla birlikte kiralık katillerden kaçarken mağaraya gizlendi. Allah da onlara yardım için örümcek ve güvercini görevlendirdi. Önce tedbir/sünnetullah sonra mucize.Mekkelilerin içlerinden çıkan kul peygamberin kıymetini bilemediler, ona ve Müslümanlara yıllarca türlü baskılar ve işkenceler uyguladılar. Onu yurtlarından kovdular. Medineliler onu kabul edip arka çıktılar.

Allah,dinini yüceltmek için yirmi sene boyunca türlü zorluklara ve engellere rağmen ümitsizliğe düşmeden mücadele eden Peygamberine zafer nasip etti. Kovulduğu yurduna “Fatih”” olarak geri döndü. Mekke’nin ileri gelenlerine şöyle seslendi: “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” Kureyşliler: “Biz senin hayır ve iyilik yapacağını umuyoruz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin!”

Efendimiz, bunun üzerine bir zamanlar kendisine yaptıkları baskı ve zulümleri onların yüzlerine vurmadı. “Ben de Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi diyorum: Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.”

----------------------------------------------------------------------------------------

(1) İmanın Şartları: “Âmentü billâhi ve Melâiketihi ve Kütübihi ve RüsülihivelYevmil-âhiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihiminallahiteâlâvel-ba'süba'delmevtihakkun, eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedüenneMuhammedenabdühü ve resûlühü” (Alla’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Hesap Gününe, Kadere, Hayır ve Şerrin Allah’tan Olduğuna, Öldükten Sonra Dirilişin Gerçekleşeceğine Şahitlik Ederim. Yine Şahitlik Ederim ki Allah’tan Başka İlah Yoktur, Muhammed O’nun Kulu ve Peygamberidir.)

(2) Mektubat, OndokuzuncuMektub,  Birinci Esas, sayfa,92

(3) Biat: Birinin egemenliğini tanıma ve ona güvence verme

(4) Bak: “Akabe Biatı ve Mertlik Üzerine” isimli makale, Ali Çankırılı, Çankırıpostası

(5) Tahrim suresi 1-3 ayetler.

(6) Ahzab suresi 28-29 ayetler.

(87) Sünnetullah: Allah’ın evrende yarattıkları arasında geçerli olan, bozulmaz ve değişmez genel bir kanundur.  Tabiattaki olaylar ve evrenin düzeni bu kanuna bağlı olarak önce sebebin sonra sonucun yaratılması şeklinde gerçekleşir.