Rahmetli Eyüp abinin adını ilk kez internet sayesinde duydum. “Yolcu adıyla yayınladığı” araştırmaları, yazıları, şiirleri ile benim gibi birçok Çankırılının dikkatini çekmiş ve ciddi sayıda bir takipçi kitlesi oluşmuştu.
Zaman zaman internet ortamında haberleşip, hatırlaşıyorduk. Korgunlu olduğum için, onun özellikle Korgun ve Buğay için yazdıkları üzerine de sohbet ediyorduk. “Korgun adı nereden geliyor?” başlıklı araştırması büyük yankı uyandırmıştı.
Eyüp Abinin “kendimin ve köyümün gözyaşlarını sildiğim, değersiz, bir yürek mendilidir” dediği “Ağlama Korgun Buğay” Şiir’inden(*) çok etkilendim. Telefonda bu şiiri yazdığı ruh haline dair uzun uzun konuştuk. Kendisiyle emeklilik sonrası ikamet ettiği İzmir’de ya da Korgun’da buluşup, yüz yüze gelmeyi istedim ama ne yazık ki kısmet olmadı.
2005 yılından itibaren rahatsızlığı nedeniyle yazamayan Eyüp Abiyi de, yazılarını da çok özledik ve hep bekledik…
ÖLÜM BİR SİLKİNİŞ, BÖLER UYKUYU
Mektubun üstüne adres bırakma,
Dilekçene yazma, hangi makama...
Yalnızca, derdini anlat kâğıda;
Bu akşam, içine kapan ve ağla!
Aynalara bakma, ruhunu gizler,
Camlardan görünmez büyük dehlizler.
Hançerden de derin kanatır sözler;
Yaranı, sen kendi acınla bağla!
Musa'nın Tûr'daki nidasını at,
Bütün mahlûkatı bir sineğe sat;
Götür de nefsini bir çukura at,
Kendi darağacının ipini yağla!
İstersen arz üzre koştur da uyu,
Yükselsen de göğe, depderin kuyu;
Ölüm! Ölüm bir silkiniş, böler uykuyu,
Şu sonsuz ırmakta akarak çağla!
BUĞAY’ın değerli evladı “araştırmacı, yazar, şair” emekli öğretmen Eyüp TANDOĞAN' 10 Nisan 2010’da Hakkın rahmetine kavuştu.
Yılmaz Tandoğan Babasını Anlatıyor:
Adamın biri der ki ""le temps qu'un homme comprenne que son père avait sans doute raison, il a surement un fils qui pense qu'il a tort" yani "bir adam babasının haklı olduğunu düşünmeye başladığında muhakkak ki kendisinin haksız olduğunu düşündüğü bir oğlu vardır".
Aslında mesele babam olduğunda, onun haksız olup olmadığını düşünmem mevzu değil ama onun her zaman haklı olduğunu düşünmem. Bana babanı anlat dediklerinde, nasıl anlatmalıyım? Babam olarak mı, yazar olarak mı şair olarak mı? Şiir ve nesir hasleti olan bir insanın oğlu olduğu için değil ama babam olduğu için gurur duyuyorum. Herkes gibi, her oğul gibi. Dolayısıyla, ben sadece babam olarak anlatmayı tercih ederim. Her baba gibi ailesini geçindirme derdinde, her Anadolu insani gibi az olana kanaat getirme, her Çankırılı gibi nüktedan ve gerçek bir öğretmen gibi bazen çocuk, bazen büyük ve her bilinçli bir kul gibi "Yolcu’ydu” babam. Yazdığı şiirlerinde kendine yolcuyu mahlas seçmişti. İnsan elindekinin kıymetini bilemez ya ben ahmak evladı da babamın yaşadıklarını ve hissettiklerini aktarmadaki deryalığını ancak vefatından sonra anlayabildim ama hala göremedim. Demek ki, ilim irsi değilmiş.
2005 yılından sonra artan hastalığına rağmen yazma ve paylaşma iştiyakı bitmemişti. Ve belki yaşadığı sağlık sorunları onu artık doğduğu topraklara çekmiş ve Çankırı’ya vefa borcunu ödemek istemişti. Son zamanlarında özellikle ölümü düşünür olmuş ve sanki kendini buna kabullendirmiş gibiydi ve zira vefatından az bir zaman önce yazdığı şiirinde "anam babam kabir kapısında karşılar beni" diyordu. Yaşadığı sağlık sıkıntılarına adı gibi Eyüp sabrıyla mukabele etti. Sohbeti cananlardan zevk alır ve muhabbet ettikçe derdini unuturdu. Yaşadığı sorunları yaşamamızı istemezdi, sitem ederken edepli ve dokunaklıydı ve hala unutamadığım şu cümlesi beynimde yankılanır "günlük, haftalık, aylık, yıllık sevinçlerimiz ve hüzünlerimiz, ayrılıklarla gölgelendi, sizi seviyor ve dua ediyoruz, sonsuzlukta hiç bir şey olmanın derin anlamına boyun eğip teslim olarak... İman etmeseydik isyan ederdik" toprağına bir o kadar bağlı dış dünyayla bir o kadar ilgiliydi. Geçmişindeki Belçika’da yapmış olduğu öğretmenliğinin de verdiği tecrübeyle Batı’yı ve söylemini iyi bilirdi. Yıllar geçmiş olmasına rağmen Fransızcayı unutmamıştı ve kendini çok iyi ifade edebiliyordu.
Aslında tüm bu özellikleri bıraksak bir kenara, ben derim ki babamın beni en çok etkileyen özelliği pedagoji yani eğitimci yanıydı diyebilirim. Zira öğretirken çocuğun yaşına iner onun dilinden konuşurdu, “ikinci bir dil bilmek yabancı dil değil ama karşıdaki muhatabın zihnine hitap etmek olduğunu” babam öğretmişti. Herkesin yaş ve kültürüne göre hitap etmeyi bilirdi. Herkesle paylaşacak bir şeyi vardı; pazarcıyla da şakalaşır, üniversite hocasıyla da konuşur, bir Japon’la bile konuşacak ortak şeyler bulmak konusunda çok mahirdi. Beni en çok etkileyen de buydu. Ayrılıklar üzerinde hiç durmaz ve ortak noktalar arardı insan ilişkilerinde. Bu bir ermeni, bu bir İranlı bu bir komünist hangi görüşten ve ırktan olursa olsun…
Dünya kimseye kalmadığı gibi ona da kalmadı. Elimizde kalanlar artık yazdığı şiir ve yazılar. Belki yeni gelen nesillere bir şeyler kalır ve belki Çankırılı şair ve yazar diye Google’a yazdığımızda karşımıza çıkıverir gelecekte kim bilir, keşke şimdi babam olsa ve ben ona üç senedir sormak istediğim şeyleri sorabilseydim…
(*)AĞLAMA KORGUN BUĞAY
Bugün de Akkayabaşı'ndan doğdu ay
Kavakların gölgesine oturmuşsun
Gözyaşlarınla kabarmış tatlıçay
Ağlama n'olur ağlama Korgun Buğay
Ötegeçe'lere sil yeşil gözlerini
Uzak ve erişilmez yıldızlara fırlat kederini
İzin ver bana öpeyim ellerini
Ahh bu suskunluğun bu garipliğin
vayyy ki vay…
Ağlama n'olur ağlama Korgun Buğay
Dağların yurt olmuş tilkiye, çakala
Bağlarına bak ki baykuşlar konmuş
Yalnızlık kuşatmış sokaklarını
Gümrah türkülerin söylenmez olmuş
Kedere gömülmüş söğüt ağaçları
Nasıl da ağarmış Oymağac'ın saçları
Bentbaşı'nda tükenmiş o görkemli yazların
Hani o deli yarenlerin o sevdalı kızların
Ahh… Şu dalgın bakışların ahh… Şu yorgun gözlerin
Gizliyor gökler kadar büyük anlamlar derin
Ve senin koynunda ebedî uykusunda pederim
Hâlâ benim kılavuzum hâlâ önderim
Altında kat kat toprak üstünde kat kat uzay
Ağlama güzel köyüm,
Ağlama Korgun Buğay! (30 AĞUSTOS 2003)
Uzunca bir ayrılıktan sonra köyüme gitmiştim. Tam bir yıl önce...
Tilki, domuz ve çakalların dağında, ovasında, bağında hükümran olduğu; kendi evimiz dâhil pek çok evin, terk edilmişliğin acısına dayanamayarak viran olduğu; ben gurbete çıkarken içinde bıraktığım 1500'e yakın nüfustan, kala kala sürekli oturanın 50 kişiyi bile bulmadığı bu tarihî ve güngörmüş köyün hıçkırıkları ile uyandım bir gece, sabaha karşı...
Artık, Çankırı'nın tüm kaza ve köylerinin meşhur atlı manifaturacısı “Fethi Akgündüz” yoktu.
Çanakkale harbinin top güllesiyle, bir atışta düşman uçağını düşüren “Tayyareci İbraam Çavuş Dedesi” yoktu. “Gazi Habb'oğlu Dede” yoktu.
“Ağakızı'nın Mehmet ve Abdullah'ı” yoktu. Çalışkanlığın ve yürek temizliğinin kristal numunesi “Cin Padişahı Dayı” yoktu. “Sert Mustafa Dayım, Böcü Ali Dayım, Cin Hüseyin, Gorgor Dayı, Teneke Kulak Rasim Amca”, kardeşi “Tomtom Recep Amca” yoktular. Ve köyün en akıllı adamı, en kültürlü kişisi, okuma-yazma bilmeden de âlim olunacağını bana nefsinde öğreten adam BABAM, yoktu. Ve merhamet ve sabır ve çileden terkip edilerek yaratılmış bir fedakârlık abidesi olan anam yoktu.
Daha yüzlerce ULU ÇINAR yoktu. Hepsi, dünyanın vefasından ümit keserek uçup gitmişti dönüşsüz ötelere...
Şafak yaklaşıyordu. Uyandım. EVÜ(ğü)N’de yatıyordum, babamın tahta sedirinde.
Ay, Akkayabaşı'nın üzerindeydi. Gökyüzünden, tüm yitirdiklerim için gizli bir gözyaşı yağmaya başladı kalbime. Baktım Buğay Köyü'nün tepeleri, bahçeleri hafi bir ayrılık acısıyla ağlıyordu. Göz ve göze'lerinden dökülen yaşlar Buğay'ın Tatlıçay'ının yüreğini kabartıyordu. Buğay Vadisinin on binlerce kavağı ağır ağır yelpazeliyordu yasçıları.
Gökte yıldızlar vardı. Onlar, Buğay'ın seyircileriydiler. Köyümü susturmam, teselli etmem gerekiyordu. Gözyaşlarını dindirmeliydim.
Kalemimi aldım ve ay ışığında O'na, “Ağlama Korgun Buğay” dedim.
Sonuç, bu şiir, kendimin ve köyümün gözyaşlarını sildiğim, değersiz, bir yürek mendilidir.