13 Nisan 1940 Cumartesi, günün ilk saatleri...
İkinci Dünya Savaşı başlayalı altı ay olmuş ve gittikçe şiddetleniyordu. Nazi Almanyası geç keşfettiği emperyalizm hevesi ve yirmi bir yıldır içinde biriktirdiği Cihan Harbi hezimetinin hıncı ile gözünü dünyaya dikmişti. Çoktan enerji kaynakları ve yeraltı zenginliklerine çöreklenen, diğer emperyalist devletlerden gecikmiş ‘payını’ istiyordu. Nitekim savaşın başlamasıyla hedeflerine de hızla ilerliyordu. Genç Cumhuriyetimiz ise kurucu liderini kaybetmiş, savaşa girmemek için mücadele ederken, ekonomik ve politik olarak savaşın gidişatına göre reaksiyoner bir siyaset izliyordu. Zaten ülkenin ekonomik ve askeri gücü de, hiç böyle bir savaşı kaldıracak durumda değildi. Emperyalist devletler ise ‘beşinci kol’ faaliyetleri ile nüfuz etmek istedikleri ülkeleri, müdahaleye uygun hale getirmek ve fiilî savaş esnasında savaşı daha kolay kazanmak için, her türlü yıkıcı çalışmalara destek veriyorlardı. Bunu da ülke entelijansı üzerinden ideolojilerini yayarak gerçekleştirmek istiyorlardı. Ülke yönetimi savaşın gidişatına göre konjonktürel manevralarla işi idare etmeye, bu savaşa hiç bulaşmamaya çalışıyordu.
Böyle kaotik bir ortamda Çankırı Cezaevi ünlü simalara zorunlu ev sahipliği yapıyordu. Nazım Hikmet, 16 Şubat 1940 Cuma günü geldiği cezaevinde, mahpusların ‘kitaplı casus’ dediği Kemal Tahir’le karşılaşmış ve dostlukları burada pekişmişti. Kemal Tahir mahpuslardan duyduklarını kaleme almaya çoktan başlamıştı. Hikaye, Kurşunlu Nahiyesi’nde Devres kıyısında ki, Yamören köyünde geçen olayları anlatıyordu. Köy de olup bitenleri, aktığı yerlerdeki insanlara ulaştırmadığı, olana bitene sessiz kaldığı için romanının adını Devres Çayı’ndan esinlenerek ‘Sağırdere’ koymuştu. Nazım ise şiir tadında mektupları eşi Piraye hanıma yazıyordu.
1940 - Çankırı Cezaevi. Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve eşi Piraye cezaevinin dış duvarı önünde.
O gecenin de diğerlerinden farkı yoktu. İdare lambası ışığında gece yarısına kadar ellerinde karakalem çalışmışlar, henüz uykuya dalmışlardı ki... Mahkumlardan Kelleci Mehmet’in gür sesiyle karışan bir sarsıntıyla uyandılar:
- Zelzele oldu, duydunuz mu?
Koğuş bir an da ayaklanmıştı. Koğuşun kapısını yumruklamaya başladılar. Az sonra, koğuş kapısının kilidinde anahtar döndü. Gardiyan Tahir Efendi içeriye doğru seslendi:
- Herhalde uzaklarda bir yer de zelzele olmuş. Telaşlanmadan avluya çıkın. Marangoz Şükrü, Kalaycı Abdi, Terzi Bekir, ulan nasıl sanatkarsınız? Yavaş olun dedik ya! Gün ışıyana kadar avlu da kalacaksınız. Bu zamanda göğün altında kalmak iyidir.
Hep beraber çıkıldı. Gün ışıyınca Cumhuriyet Meydanında ki hoparlörden depremin Yozgat’ta olduğu ve civar şehirlerden hissedildiği haberi avluya yayıldı. Ortalık sakinleşmeye başlamıştı. Ne de olsa zelzele üç günlük yerde olmuştu. Lakin Kemal Tahir ve Nazım Hikmet’in neşeleri yoktu. Daha beş gün önce Almanların Norveç’i işgali zaten keyiflerini kaçırmıştı. Büyük savaş kapıdaydı. Bir de bu deprem morallerini tamamen alıp götürmüştü. Avluda sekiz metrelik yerde bunları düşünerek sert sert gidip geliyorlardı. Bu durum Hatıp Hoca’nın dikkatini çekmişti. Volta atanlara doğru seslendi:
- Mahpus damında canın sıkkını iyidir. Harpadak çıkıp gitmez de, ardından apışıp kalmazsınız!
Hatıp Hoca'nın canı sıkkın mahpuslara sürekli söylediği bu laf bizimkileri tebessüm ettirdi. Yamörenli Taşçı Mustafa ise kederli bir şekilde:
- Çankırı’nın altı tuz madenidir. Biz alışığız zelzeleye. Lakin, Allah Yozgat’a yardım etsin. Emme lakin, Çankırı’nın sonu kıyamete heç kalmaz! Deyince Hatıp Hoca:
- Hele avanak! Hiç Allah’ın işine karışılır mı? Diye hiddetlendi.
Gülüştüler...
Çankırı Cezaevi avlusundan görünüm.
Halkevi'nde ki radyo yayını, ajans saatlerinde hoparlöre veriliyordu. Herkes merakla ajansları bekliyordu. İçli ve yanık bir sesin okuduğu, bozlak havasından sonra öğle ajansı başladı: “Bu gece saat 03.10 sularında merkez üssü Peyik olan 5,6 şiddetinde deprem gerçekleşti. Deprem Yozgat’ın Peyik, Dedefakılı, Karamağara, Kamberli, Karapınar ve Karacaalan köylerinde ölümlere ve hasarlara yol açmıştır. Milli Şefimiz İsmet İnönü Yozgat'a deprem sahasına hareket etmiştir.” Ajansları dinleyen avluda ki mahpuslar “Allah devletinize zeval vermesin. Yozgatlıya yardım etsin” diye mırıldanarak koğuşlarına doğru çekiliyorlardı.
Gergin ve hüzünlü günün akşamın da, yemekten sonra iki kişi hariç herkes uyumaya başlamıştı. Kemal Tahir ve Nazım Hikmet göz göze geldiler. Kemal Tahir hiç yazacak durumda değildi. Usulca yatağa uzandı ve battaniyeyi üzerine çekti. Nazım Hikmet karısına mektup yazmalı, olanları mutlaka anlatmalıydı. O gün yaşadıklarının tesiriyle olsa gerek, heyecan ve kaygıyla idare ışığında yazmaya başladı:
“Sevgili karıcığım Piraye…
Bir zelzele olabilir.
Zaten üç günlük yere geldi,
salladı çapanoğlu Yozgad’ı.
Ve yerlilerin kavlince:
altı tekmil tuz madeni olduğundan,
yıkılacak Çankırı şehri,
kıyametten kırk gün önce...”
1984 yılında dönemin Belediye Başkanı Mustafa Kale tarafından apar topar yıkılarak, yerine Karatekin Parkı
yapılan cezaevinin yıkılmadan önceki hali.
Buraya kadar, ülkemizde bir dönem yaşanmış olayları, Kemal Tahir ve Nazım Hikmet’in eserlerinden ilham alarak aktarmaya çalıştım. Bu tarihten dört yıl sonra, her ikisi de henüz mapusda iken, bu sefer 1944 yılında Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın ‘Türkçülük ve Turancılık Davası’ sebebiyle tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti'ye "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek; ikincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek” diye hitap ettiğini düşünürsek, yöneticilerin devleti korumada rejim dışında, hiçbir fikre tahammülleri olmadığını anlıyoruz. Koca bir imparatorluğun yıkılışını gören nesil, binbir zorlukla kurdukları yeni devleti koruma da çok hassas davranıyordu. Bunda da bazen işin dozu kaçıyor, devlet kendi eliyle evlatlarına adeta eziyet ediyordu. Sonuçta, Kemal Tahir'de Nazım Hikmet'de “Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamış” insanlar olmuştu. Gün gelmiş, yol arkadaşları tarafından bile şiddetle eleştirilere uğramışlardı. Nitekim birinin değeri çabuk anlaşılsa da, diğeri yurt dışına kaçması sebebiyle, vatandaşlıktan çıkarıldı. Ölümünden yıllar sonra vatandaşlığa kabul edilerek, itibarı iade edildi.
Çankırı Cezaevi koğuştan bir görünüm.
Karatekin Parkı’nın olduğu yerde ki cezaevin de mahpus olan Nazım Hikmet ve Kemal Tahir en verimli edebi dönemlerini, bir yıldan az kaldıkları Çankırı’da geçirmişlerdir. Eğer Cezaevi yıkılmasaydı, müzeye çevrilecek binası sayesinde, her yıl binlerce turisti şehrimize çekecektik. Türk edebiyatına damga vurmuş, bu iki şahsiyetin en azından anıt, yıldönümü ve değişik etkinliklerle yaşatılması için planlamalar yapılmalı, Karatekin Parkı cezaevi ruhuna uygun olarak - Kemal Tahir’in Çankırı köylerini ve insanına ait romanları, Nazım Hikmet’in Piraye’sine yazdığı mektuplar kullanılarak - yeniden düzenlenmelidir. Bu hususta en önemli görev üniversite olmak üzere, devlet kurum ve kuruluşlarına düşmektedir. Pek çok seveni olan bu iki edebiyatçımızı ele almamızın tek gayesi budur. Her şeyi Başkent’ten beklemeyen, Çankırı’mızı kültür ve turizm şehri haline getirecek, entelektüel yöneticilerin ilimize bir an önce nasip olması dileğiyle, sağlıkla kalın…