Vicdan akıldan mutlak surette daha temiz, daha masum ve daha dürüsttür. Vicdan, akıl ve duyu arasında bir sıralama söz konusu olduğunda üstünlük kesinlikle vicdana aittir. İkinci sırada akıl, son sırada ise duyular yer alır. Vicdan insanın bozulmamış tabiatından süzülüp gelen ahlâkî bir şuur olduğu için hak, hakkaniyet ve adaletin ne olduğunu düşünme, hissetme, akıl yürütme gibi yollarla değil doğrudan bilir. Akıl ise hep birtakım kıyaslar ve mantıksal önermeler üretir. Vicdan ile akıl arasındaki farkı anlama noktasında Müddessir 74/18-25. ayetlerdeki içerik öğretici olabilir. Rivayetlerden öğrendiğimize göre bu ayetler Mekkeli müşriklerin önde gelen figürlerinden biri olan Velîd b. Muğîre hakkında nazil olmuştur.

Bu şahıs önyargısız ve hesapsız bir duyguyla Kur’an mesajına kulak verince, vicdanının sesi, “Bu ne bir şair ne de kâhin sözüdür” der. Ancak bu arada aklı biraz da çevre baskısıyla vicdanının sesine karşı çıkar ve ardından zihninde kıyas ve mantık kurgusuna dayalı bir düşünme süreci başlar. Sonuçta söz konusu şahsın aklı vicdanına galip gelir. Bu durum bir sonraki ayette Allah tarafından, “Hay kahrolası, ne [berbat] düşünce üretti, ne kötü akıl yürüttü” diye değerlendirilir.

Bu arada “Allah Kur’an’da “düşünmez misiniz/akletmez misiniz” diyeonca atıfta bulunmuşken akla böyle olumsuz bir rol biçilmesi doğru değildir” denebilir. Ancak Kur’an’da geçen akıl (akletmek), yukarıda sözünü ettiğimiz salt akıl değil vicdanın ya da selim fıtratın sesine kulak veren akıldır. Eğer aksi olsaydı, yani doğruyu bulmada salt akıl etkin olsaydı yukarıda anılan ayetlerden akıl yürütmede çok zeki olduğu anlaşılan Velîd b. Muğîre, ilk hitap çevresindeki müşriklerin değil müminlerin önde gelen şahsiyetlerinden biri olurdu. Ne var ki öyle olmadı. Çünkü söz konusu şahıs, doğrunun ne olduğu konusunda ölçüt olarak vicdanı değil, egosunca ve nefsanî arzularınca ayartılan aklı esas almıştı.

Nitekim İblis de Velîd b. Muğîre ile benzer bir tecrübe yaşamıştı. Zira İblis, tıpkı Mekkeli müşrikler gibi Allah’ın ilahlığını kabul etmiş, ancak O’nun secde emri karşısında vicdanının sesini dinlemek yerine egosunu tek efendi sayan aklının buyruğuna uyarak kendini isyan ve küfre götüren bir kıyas üretmişti (Bkz. Sâd 38/71-76). Batı toplumunda, felsefe alanında söz sahibi nice akıllı adamlar aydınlanma adına vicdanının sesini dinlemek yerine, aklı rehber yaparak ve akıl yürüterek dinden çıkmışlardır.

Evet, akıl neyin ne olduğunu bilir, kavrar; fakat kalp ve gönülle ahenkli bir işbirliğine yanaşmadığında yanlış istikametlere yönelir. Aklın mürebbisi vicdandır. Vicdanın mahalli ise ilâhî bir cevher olan kalp ve gönüldür. Vicdanlılık ya da vicdan sahibi olmayı en iyi anlatan şey, iç sızısı ve azap olsa gerektir. Nitekim günlük dilde sıkça kullanılan, “vicdanı sızlamak”, “vicdan azabı çekmek” gibi deyimler de vicdanlılığın mahiyetini anlamada sızı ve azabın başat rol oynadığını gösterir. Burada sözü edilen sızı ve azap, haksızlık ve adaletsizlik gibi ahlâkî bir suç işlendiği anda başlar.

İnsanı baştan çıkaran, nefsani arzuların şımarttığı aklı konu ettiğimizde, burada kınanan nefis de salt nefis değildir. Nitekim mutasavvıflar da Kur’an’daki kullanımlarından hareketle nefs kavramını emmâre, levvâme, mutmainne, mülheme, râdiye, mardiyye, kâmile gibi farklı kategorilere ayırmışlardır. Hep doğrunun, haklının ve adil olanın tarafında yer aldığı, yanlışlık ve haksızlık karşısında ise sızlayıp insanı tazib ettiği dikkate alındığında, vicdanlı olmanın belki de tam olarak nefs-i levvâme kavramıyla ifade edilebilir. Zira nefs-i levvâmenin en temel özelliği, kahr-ı nedamet, yani işlenen suçlardan duyulan pişmanlığın insanı ezmesidir.

Ünlü müfessir Mücâhid, Kıyâme 75/2. ayette Allah’ın yeminine konu olan nefs-i levvâmenin bir övgü sıfatı olduğunu söyler. Zira burada ifa fırsatını elden kaçırdığı iyiliklerden dolayı pişmanlık duyup kendini kınayan, işlediği günahlar yüzünden nefsini ayıplayan, iyilik adına yaptıklarından dolayı da kendi nefsini şımartmayan bir insanın, yani gerçek manada bir müminin nefsinden söz edildiğini belirtmiştir. Bu anlamda insanı insanı işlediği günahlardan dolayı pişman ettiren ve tövbeye sevk eden nefsi levvâmedir. Tövbe, işlenen suçtan dolayı pişmanlık duymak ve bu duyguyla Allah’ın huzurunda “Ben yanlış yaptım” diye itirafta bulunmaktır. Buradaki itirafçı ise vicdandır.

Vicdan her insanda vardır ve bundan dolayıdır ki neyin ahlâkî neyin gayri ahlâkî olduğu hususunda vicdan herkese aynı şeyi söyler. Ancak kimi insanlar vicdanın sözünü dinler, kimi insanlar dinlemez. Söz dinleyip dinlememek iradeye bağlıdır. Selim fıtratı bozulmuş olan insandaki irade vicdanının sesine pek kulak vermez; onun iyilik yolundaki tavsiyelerini dinlemez. Vicdan insanoğlunun selim fıtratını ifade etmesi hasebiyle özünde iyidir. Ancak bu iyilik mutlak değil görecelidir. Vicdanın iyi oluş keyfiyetini güçlendiren temel faktör Allah korkusudur. Bunun içindir ki Merhum M. Akif, “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır” demiştir.

Vicdanı rahatsız eden ve nefsani arzuların başında günah gelir. Günahlar ilk planda vicdanı rahatsız eder. Günahların alışkanlığa dönüştürülmesiyle birlikte vicdanî rahatsızlık gitgide zayıflar ve sonunda nefsani arzular ön plana çıkar; vicdan hiçbir günaha tepki vermez hâle gelir. İnsanı imandan çıkaran ve vicdanın ölümüne yol açan vicdansızlık hali tam da budur.

Vicdansızlık hali insana her türlü kötülüğü yaptırır; hiç pişmanlık duymadığı gibi, şeytanın yardımıyla kendisini haklı çıkaracak savunmalar geliştirir. Bu durumda vicdandan, dolayısıyla insandan geriye hemen hiçbir şey kalmaz. Çünkü vicdanını kaybeden insan hem vahşileşir hem de hayvanileşir. Gelinen bu nokta ise Kur’an’da ahlâkî sefilliğin zirvesi anlamında kullanılan “esfel-i sâfilîn” derekesinin ta kendisidir.

Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Öztürk Arşivi, http://mustafaozturkarsivi.blogspot.com