Çerkeşli Veli ( Molla Mehmet )

“Günahlarımızın çilesini çeken, hayatı kolaylaştırmak ve güzelleştirmek için her derdi omuzlarına yüklenen onlardır.

Dünle bugün, bugünle yarın arasında bir kopma olmaması için ve yeni bir anlayış ufkuna doğru yol almak, kendimizi yeniden inşa etmek, yeni bir dünyaya varabilmek üzere geçmiş bütün velilerimizi bilmemiz, özelliklerini ayırmamız, onları anlayıp sevmemiz, hayatlarını büyük bir dikkatle, adeta yeni baştan yaşarmışçasına, yaşayıp bellememiz gerekir.

Kendi kaynaklarından beslenmek ve köklenmek her canlı için hem ebedi, hem en soylu hayatın yolu değil mi?”

Bu cümleler “Anadolu Evliyaları” kitabının(*) yazarı rahmetli Nezihe Araz (1920-2009) hanımefendiye ait.

Anadolu Evliyaları Kitabında yer alan mübarek insanlardan biri de Çerkeşli Mehmet Hilmi Efendi. Çocukluğunda ve gençliğinde “Molla Mehmet” olarak anılan Çerkeşli Allah dostunun hayatını Nezihe Araz'ın harika anlatımıyla paylaşıyorum:

  • Adı Mehmet Hilmi ama çocukluğundan beri hemen hemen kimse onu bu adla çağırmamış. Devrinin ünlü bilginlerinden Keskinli Ali Rıza ona Hocalık ederken eğer yanlarında bir başkası daha varsa öğrencisini Molla Mehmet, kimse yoksa Şeyh Muhammed diye çağırırmış. Mademki biz de Çerkeşli Veli’yi kalabalığın içinde konuşuyoruz, hocasının yolundan gidelim de Molla Mehmet diye analım.

Keskinli Ali Rıza Hoca, gelmiş geçmiş öğrencileri içinde de Molla Mehmet gibi anlayışlı, derin görüşlü olanını görmemişmiş. Ona ne öğretmek istese daha ağzını açarken çocuğun tekrarladığını fark ediyor, hayretler içinde kalıyormuş. Ali Rıza Hoca cezbeli, keşif keramet sahibi bir zat olduğu için, Molla Mehmet’in kendinden üst bir makamda olduğunu çabuk fark etmiş.

Bir gün ders bittikten sonra öğrencisine yüz para vererek:

“Molla Mehmet” demiş, “Al şu parayı da, bana çarıkçılardan bir çift çarık derisi getir!”.

Molla Mehmet deriyi getirmiş, bakmış hocanın yanında ihtiyar bir çarıkçı. Genç çocuk , “Acaba ne ola?” diye şaşkın şaşkın bakarken Hoca Ali Rıza:”Usta, bu deriden bu çocuğa sağlam bir çarık dik bakalım!”demiş.

Çarıklar dikildikten sonra Rıza Hoca, Molla Mehmet’in elinden tutarak Çerkeş’in kıble tarafına giden yolunun başına kadar getirmiş.

Hoca’nın gözlerinde yaş, yüzünde çaresiz bir keder ifadesi varmış. Ancak büyük ve doğru bir karara varmış insanların sağlamlığıyla:”Mehmet, oğlum!” demiş,”Sana bilgimi, duygumu, içimde ne varsa, verebileceğim kadar verdim. Daha fazlasına ve senin öğrenimini tamamlamaya kudretim yok. Hangi makama yöneldikse, sen benden önce vardın. Al şu dokuz kuruş on parayı, ne ananı gör, ne babanı. Buradan doğruca yürü. Nereye varıp nerede duracağını Allah sana gösterecektir.”

Molla Mehmet, kalbinde ilk defa duyduğu tarifsiz bir acıyla, Anasını da, babasını da göremeden oradan yola çıkmış, gele gele Beypazarı’na varmış. Devrin âdeti olduğu üzere, onu medreseye misafir etmişler.

Medresenin hocası bu aydın yüzlü, özü sözü doğru genci çok sevmiş. Bilgisine hayran olmuş. Delikanlı, deryalar misali, ne sorsalar cevabını veriyor, sular gibi şakıyormuş. Ancak Beypazar Medresesinde müderrislik eden zatın anlamadığı tek bir nokta varmış.

İyi adamda fena şey durmadığı için, hoca bir gün Molla Mehmet’e:”Evet!” demiş,”Seni çok sevdim. Bilgin, görgün yerinde. İyi ahlaklısın, güzel yüzlüsün. Ancak, o yalanı acaba neden söyledin?”

-Hangi yalanı?

-Geldiğin günü ben sana” Yanında kaç paran var?” diye sordum da, sen de ”Dokuz kuruş on param var” dememiş miydin?

-Evet, Hocam demiştim.

-Geleli kaç günler oldu evlat… Her gün elli para masrafın var. Bir değil, beş defa dokuz kuruşun olsaydı çoktan biterdi!

Molla Mehmet şöyle bir düşünmüş ve gülümsemiş:

-Doğru söylemiştim, dokuz kuruş on param vardı. O gün den beri, akıl edip de saymadım, düşünmedim de, şimdi bir sayalım!

Cebinden paralarını çıkarıp sayıyor ki, gene dokuz kuruş on paradır. O zaman, mahcup mahcup hocanın yüzüne bakan Mehmet:

-“Herhalde bu, hocamın kerameti olmalı, ben de bir şey yok!” Diyor.

Beypazar’lı müderris de anlamıştır. Bu Molla Mehmet, her molla gibi değil…

Ancak, tükenmeyen bu rızkın sırrı, meydana çıktıktan sonra, tükenmesine sebep oluyor.

Bu sırada Molla Mehmet ağır bir hastalığa tutuluyor. Genç adam ateşler içinde cayır cayır yanmaktadır. Fakat o ne hastalığın, ne de ateşin farkında! Molla Mehmet kimsenin bilmediği bir seyranda safa göklerinde dolaşıyor.

Bu hastalık içinde kendisine makamı gösterilmiş ve genç adam bu şevkle, zahirde ölüm halinde olduğu halde zikir ve tevhit ile yeri göğü inletmiştir.

Hastalık geçip, gözlerini dünyaya açınca, bu defa da Molla Mehmet’in seyrini takip eden Beypazar’lı hocası karşısına gelmiş:

-“Oğlum Mehmet, buralarda sana yer yok… Ben sana hiçbir türlü faydalı olamam. Var sen İstanbul’a git, sana feyiz verecekler oradadır.” Demiş.

Molla Mehmet İstanbul’da

Molla Mehmet İstanbul’da, Yerebatan Medresesinde, tam on beş yıl oturdu.

On beş yıl… Dile kolay bu! Gencecik delikanlı artık olgun dolgun bir adam olmuştu. Devrinin hemen bütün ilimlerinin üzerinden geçmiş, görüp öğrenmediği hiçbir zahir bilgisi kalmamıştı.

Sıla hasreti zaman zaman içini kor gibi yakıyordu. Bu ateşle bir gün memleketine döndü. Sultan Murad Camisinde Mesnevi okutuyor, bütün memleket ağzına bakıyordu. Sıla hasreti memlekete dönünce biter zannediyordu. Ama içindeki ateş eksilmemiş, artmıştı. Bir aradığı, yana yakıla arzuladığı bir şey vardı ama ne?

Bir gün Çerkeş’e Nakşibendî şeyhlerinden Abdülvahit Efendi adlı bir kişi geldi. Molla Mehmet dünya uğraşlarını terk ederek, ona katılma isteğiyle huzura vardı, niyaz edip elini öptü. Abdülvahit Efendi karşısında duran bu tesirli civan delikanlıyı görünce uzun bir düşünceden sonra sordu:

Siz -Evvelce başka bir yere intisap ettiniz mi?

         -Hayır, etmedim, efendim.

Abdülvahit Efendi gene uzun bir durgunluk devri geçirdi ve gene sordu:

 -Siz benden evvel kime intisap ettiniz?

 -Kimseye etmedim, efendim!

O zaman Abdülvahit Efendi büsbütün heyecanlandı ve “Oğlum!” dedi “Sizde benim gibi ve sizin bilmediğiniz bir yerden feyiz ve varidat var, siz çok büyük bir makamın tasarrufundasınız.”

Abdülvahit Efendi o günden sonra fazla yaşamadı. Esasen o, Molla Mehmet’i kendi tarikatı halkına almıştı ama kalbindeki ateşi söndürmemişti. Şeyhi vefat edince Mehmet Hilmi, kendisinin gerçek mürşidini aramak üzere, yeniden yollara koyuldu. İlk defa gencecik oğlanken onu Çerkeş’ten yola çıkaran hocası, kıble tarafından yola çıkarmıştı, bu sefer de öyle yaptı ve gele gele Ankara’ya Hacı Bayram Veli türbesine kadar geldi. Türbe kapısında Çakır Şeyhoturuyordu. Çakır Şeyh ünlü Aliyyül Semerkandi evlatlarından, cezbeli, keşfi açık bir insandı. Molla Mehmet’i karşısında görünce, hemen yakasını tuttu ve: “Aradığın mürşit benim, ben, ben, ben!” diye seslendi.

Acaba o muydu? Doğru mu söylüyordu? Hayır, Molla Mehmet’in içi gene ses vermiyordu.

Yakasını Çakır Şeyh'in elinden kurtardı.

Ha "Hayır!” dedi,”Ben, senin gibi cezbelisini aramıyorum!”

Fakat o da değilse, kimdi? Böyle demir asa, demir çarık, diyar diyar gezmekle hali nice olacaktı? Bunu düşüne düşüne Konya’ya kadar yol aldı…

Konya’da her şey onu kendine davet ediyor sanki:”Burada kal, Mevlana’nın aşk dolu varlığı seni irşat eder” diyordu. Lakin Molla Mehmet anlıyordu ki gözün ve kulağında hakkı var.

Bir gece:”Halim ne olacak?” diye istihareye yattı. Rüyasında ona Seydişehir’in yolu göründü. Oradan Konya’ya bir el uzandı, Molla Mehmet’i huzuruna çekti. Molla Mehmet artık bir yerlerde duramazdı. 

Soluğu Seydişehir’de aldı.

(*)Anadolu Evliyaları

ÇERKEŞLİ VELİ (Sayfa 436-443)

Yazan: Nezihe Araz, Resimleyen: Sabiha Bozcalı

Atlas Kitabevi-İstanbul (Yedinci Baskı)

Basım Yılı: 1984 Baskı: Murat Ofset (Ciltli) 


devam edecek...