Çankırı her mahallesiyle bir güzellikler şehriydi…

Mahallemizin birbirine açılan sokaklarında, bahçe kapısında çıngırağı, birbirine yaslanarak ayakta duran güler yüzlü, ahşap evlerinde yürekleri birbirine açık insanlar yaşardı. Herkes birbirini bilir, tanır, sevgi ve saygıda kusur etmezdi.

Postacıların mektup dağıttığı, bekçi babaların düdüğüyle mahalleye güven üflediği o güzelim yıllarda devlet görevlileri ve seyyar satıcılar da mahalleliden sayılırdı.

Çocuklar sokakta pamuk şekercinin, horozlu şekercinin, eşekli dondurmacının, macuncunun, baloncunun yolunu gözlerdi…

Her yaştan mahallelinin ilgisini üzerine çeken destancılar senede birkaç kez gelirdi mahalleye…

Türkiye’nin dört bir tarafında işlenen cinayetleri, aile facialarını, felaketleri kendine göre şiir haline getirir, matbaada bastırır, sokak sokak dolaşıp bağıra bağıra okuyarak satardı destancılar…

Karımı kestim kızım bağırsın

Baltayı vurunca kanlar yayılsın!


Destancı boynuna astığı, kaba siyah deri kılıf içindeki pille çalışan iri bir teypten bozuk bir Türkçe ve bozuk bir cümle yapısı ile ağır ağır tekrarladığı sözlerin ardından ağlamaklı, çatlak bir sesle elindeki destanı okumaya başlar.
Kendine has bir musiki ile her kelime sündürülerek okunan bu destanlarda herhangi bir saz kullanılmazdı.

Taze dalmış idim tatlı uykuma...

Zalim kocam girdi anam kanıma...

Kıydı göz önünde oğul ile kızıma...

Döktü al kanların insaf etmedi...

Aldı canlarını heder eyledi...

 

Âşık da denen destancı, bu acılı girişten sonra teypinin düğmelerine basar ve bir müddet sessizce beklemeye koyulurdu...

Bu sözler bütün bir mahallenin yüreğini yakmıştır ya, şimdi destancı avcı moduna geçip Bafra sigarasını yakıp tüttürerek onların işini gücünü bırakıp kapı önüne, pencereye çıkmasını beklerdi...
Gerçekten de bu sözler yeni gelininden, zor yürüyen ninesine, hatta aklı eren çocuğuna varıncaya kadar herkesi palas pandıras sokağa dökerdi...

Herkesin yüreği bu sözlerle buz keser, bütün yüzlere bir üzüntü çöker ve bütün dikkatler destancının 2 dudağı arasına odaklanırdı.

Destancı etrafı şöyle bir süzer, yeterli kalabalık toplandığını keyifle gördükten sonra sigarasını yere atarak ayağıyla ezer; destanın devamı için düğmeye basardı.
Daha sonraki kısım daha da yürek paralayıcıdır. Teyp çalarken, destancı; çok adi bir saman kâğıdına berbat bir şekilde mavi veya kırmızı matbaa mürekkebiyle tabedilmiş, destan tomarını şöyle bir düzeltir, destanın en acıklı bölümünde teybi tekrar kapatarak :"Evet, hediyesi 25 kuruş!" derdi.

Destan kâğıdında destanın sözleri, destana konu olan kişilerin belli belirsiz fotoğrafları yer alırdı. Destancılar kendi adlarını, kâğıdı basan matbaanın adını ve destan kâğıdının bedeli olarak en alta mutlaka "25 kuruş" yazarlardı.

Mahalleli artık yeterince tahrik olmuş; evlerden, pencerelerden 25 kuruşluklar uzanmaya başlamıştır... Sıra ile hiç acele etmeden 25'likler toplanır ve karşılığında bu adi saman kâğıda çamur gibi basılı destanlar ellere tutuşturulur.

Kadınlar bu destan kâğıtlarında yazılan şeyleri kahırlanarak okurlardı. Destanda geçen sözlere göre hikâyeyi tamamlarlar ve ortalığı bir gözyaşı seli alırdı.
Okuma yazma bilmeyenler, okutacak birilerini bulur ve ağır ağır okumasını söyler, üzüntüyle dinledikleri bu destanlarda kötülere beddualar eder, zavallı insanlar için gözyaşı dökerlerdi. Bir araya gelip destan okuyanlar  "Allah kimsenin başına vermesin!" "evlerden ırak" gibi dualarla kurdukları bu hikâyeleri birbirlerine aktarırlardı. Herkes bu hikâyenin bir tarafını tamamlardı. Söz gelişi bir kelimeden adamın kumar oynadığı da çıkarılır, diğer bir kelimeden öldürülen kadının hem yetim, hem öksüz olduğuna hükmedilirdi.