Eskiler seyahat edenlere seyyah, gezilen görülen yazıldığı eserlerede “seyahatname” derlemiş. Günümüzde ise gezip gören kimseye gezgin, bunların yazdıklarına da “gezi yazıları” denilmektedir. Bu geziişleri bana da fazlasıyla bulaştığından, çıktığımseyahatlere dair düşüncelerimi, hem unutmamak hem de bilgilerimi pekiştirmek için yazıya aktararak farklı mecralarda zaman zaman paylaşmaktayım. Bu yazımın konusu ise asırlarca Türk yurdu olarak kalmış ve hala üzerinden binlerce Türk’ün yaşadığı topraklar olacaktır. Romanya ve Bulgaristan’da gezip gördüğüm yerleri, gezi yazısı tadında sizlerle paylaşmak istedim…
Seyahatim özel bir gezi değil, aslında millî görev sayılırdı. “Romanya Müslüman Tatar Türkleri Demokrat Birliği” tarafından organize edilen, “Kurultay-Otantik Türk-Tatar Sabantoy Festivali”ne Ankara Kulübü Derneği’nin de davet edilmesi üzerine Sonbaharın ilk günlerinde bir akşamüzeri otobüs ile yola koyulduk. Festivale katılma amacımız, Anadolu Türklüğünü ve Ankara kültürünü Köstence’de tanıtmaktı.
Gece yarısı Edirne’ye vardığımızda, Mimar Sinan'ın seksen yaşında inşa ettiği ve ustalık eseri olarak nitelendirdiği Selimiye Camisine uğradık. Lakin restorasyonda olması sebebiyle, sadece dışarıdan görebildiğimiz bu muhteşem eserden sonraki adresimiz bir lezzet durağı oldu. Edirne mutfağının en bilinen, en sevilen lezzetlerinden biri olan tava -yaprak- ciğerini Köfteci Osman’da tadarak yola koyulduk.
Lüleburgaz ilçesi merkezine yakıt almak için girdiğimiz de navigasyonun kaptanımız Paçoz’u hatalı yönlendirmesi ile kendimizi bir anda kocamanotobüsle daracık sokaklarda bulmuştuk. Gece geç saatlere rağmen dükkânlar açık, insanlar eğlence mekânları ve sokaklarıdoldurmuştu. Bölgenin sıklıkla dile getirilen eğlence hayatına bizzat şahit olmuştuk.Lüleburgaz itfaiyesine mensup bir aracın yardımı sayesinde, gece yarısı dar ve kalabalık sokaklardan çıkarak, en yakın akaryakıt istasyonuna doğru yol aldık. Adeta bir turizm elçisi gibi bizi müşkül durumdan kurtaran itfaiyecilere teşekkür edip, Lalapaşa’ya doğru yol alırken, aklımız Lüleburgaz’ın klarnet ve keman sesleriyle dolu gece hayatında kalmıştı…
Serhat Boylarındayız
Sınır kapısına 18 km kala, Lalapaşa’dan otobüsün çift deposu da motorin ile doldurulduktan sonra sınır yoluna doğru ilerlemeye başladık. Çift depo dedim! Meğer yurt dışına çıkanlar,eğer gittikleri ülkelerde yakıt pahalı ise sınır kapısına en yakın akaryakıt istasyonunda depolarını “ucuz” yakıt ile doldurur ve Bulgaristan’a öyle geçerlermiş. Bunun ne kadar makul bir davranış olduğunu, 24 liraya aldığımız mazotun, sınırı geçince 34 lira olduğunu görünce daha iyi anlıyorsunuz!
Bulgaristan-Türkiye sınırı 269 kilometre olup Türkiye'nin en uzun üçüncü sınırıdır. Sınır, Mutlu Dere’nin (Ülkemizin en kuzeybatısı ve Bulgaristan’ın en güneydoğusunda konumlanan ırmaktır.) Karadeniz’e döküldüğü yerden başlayıp, Meriç nehrinin Türkiye girişinde biten kara sınırıdır. İki ülkenin sınırları Lozan Antlaşması ile bugünkü halini almıştı. Bu sınırı geçmek için Kapıkule, Hamzabeyli ve Aziziye-Dereköylü- olmak üzere üç gümrük kapısı mevcuttur. Hamzabeyli Gümrük Kapısı’nda ki kısa süren işlemlerden sonra sınır kapısından geçerek, Bulgaristan’ın Lesova Sınır Kapısı’na vardık.
Bulgaristan Toprakları
Lesova Gümrük Kapısı’nda yaklaşık bir saat süren işlemlerden sonra artık Bulgaristan topraklarındayız. Lesova’dan Burgaz’a doğru yolculuğumuz devam ederken artık gün ağarmıştı. 127 km süren yolculuğumuz Burgaz’da sona ermişti. Burgaz’da uygun bir mekânda kahvaltı için ekmek almak için yol üzerinde durduğumuz fırıncının, buranın kadim Türklerinden olduğunu öğreniyor ve şehrin merkezinde bulunan SeaGarden Park’a doğru yol alıyoruz…
Burgaz'ın en büyük caddesi Aleko Bogoridi'de bulunan dev gramafon.
Burgaz
Burgaz il sınırları dâhilinde kalan topraklar 1867 ve 1871 Osmanlı Vilayet Kanunnamelerine göre Edirne vilayeti İslimiye (Sliven) Sancağı’na bağlı imiş! Burgaz’ın daha otobüste iken fark ettiğimiz güzelliği karşısında büyülenirken, içimizde burkulmuyor değil. Hele, 150 sene önce elimizden adeta bir sabungibi kayan bu topraklara ayak bastığımızda, “keşke…” demekten kendimizi alamıyoruz.
Eski doğu bloku ülkelerinin en beğendiğim yönlerinden birisi, devasa park ve meydanlarıdır ki bu görüntü, burada da tüm haşmeti ile bizi karşılamıştı. Burgaz’da mola yerimiz şehrin merkezinde deniz kenarında boylu boyunca yer alan Sea Garden Park. Burası sıradan bir park değil, şehrin adeta nefes alanı. Burgaz’da ki devasa parkın, sahilde olması ise şehre ayrı bir değer katmaktadır. Parkta müzisyenler, köpeğini gezdirenler, yürüyüş yapanlar, âşıklar ne ararsan var. Park o kadar sakin ve huzur verici ki bu sebeple olsa gerek dolaplara yerleştirilmiş kitapların oluşturduğu mini kütüphaneden istediğiniz kitabı alıp okuyabiliyorsunuz. Parkta hep beraber kahvaltımızı yaparken, yanımızda bisikleti ile duran bir Bulgar, gayet güzel Türkçesi ile bir dönem Konya Şeker Spor Kulübü’nde bisiklet antrenörlüğü yaptığını konu alan hoş bir sohbetten sonra, yoluna devam etti. Seymenler’de gördükleri ilk sahneye atlayarak, bizi bekleyenyoğun programlar öncesi provalarını yaparken, aynı zamanda parkta bulunanlara eşsiz Ankara oyunlarından bir demet sundular. Türk olduğumuzu anlayıp, yanımıza gelen iki kadından birinin adının Emine olduğunu ve parkın temizliğinden sorumlu olduklarını öğreniyoruz. Hemen Türkçe konuşmaya başladılar ve bizimle hasret giderdiler. Bunlar “Roman” diye bilinen çingeneler olup, kendilerini Türk olarak görüyorlardı. Buna benzer samimi ortamlara seyahatimiz boyunca pek çok kez şahit olmuştuk. Parkın doğu tarafı Karadeniz’in muhteşem sahiline bakarken, batısı ise şehrin en büyük caddesi Aleko Bogoridi’ye bakmaktadır. Caddeye girerken soldaki büyük gramofon heykeli hemen dikkatimizi çekiyor. Şehrin en işlek caddesinde Bulgaristan’ın en büyük restoran zinciri Happy’i, önemli markaların mağazalarını, kafe ve barların yanı sıra; tarihi binalar, müze, kilise, sanat galerilerinin yer aldığını görüyoruz. Dükkânları gezdiğimizde fiyatların yüksekliği bizi çok şaşırttı. Fiyatlar ülkemize göre 2-3 katı pahalıydı. Türk markası bir terliğin fiyatı bile burada 400 liraya yakındı. Türk lirasının diğer ülkelerin para birimleri karşısındaki değersizliği, yurt dışına çıkınca daha net anlaşılıyor, bu durum da bizi ziyadesiyle üzüyordu. Elbette ki,zorunlu şeyler dışında alışveriş yapmadan, Burgaz’dan ayrılarak Varna’ya doğru yola koyuluyoruz…
Varna
Karadeniz’in batı sahillerinin yakınındaki etrafı meşe ağaçları ile çevrili yol üzerinden, kısmen orman ekseriyeti verimli arazileri ve bazen de denizi seyrederek ilerliyoruz. Varna’ya,130 km sonra “Asparuhov” köprüsü üzerinden geçerek akşam saat 5 gibi ulaşıyoruz.
İlk dikkat çeken soğuk savaş döneminden kalma bakımsız sıra sıra dizilmiş toplu konutların görüntüsü oldu. Ancak şehri dolaştıkça, Avrupa Birliği üyesi olmalarının izlerini de görmeye başlıyoruz. Yine de ülkemizle kıyaslayınca, Bulgaristan’ın topluluğa dâhil edilmesine rağmen, bizim hala kapıda niye bekletildiğimize bir “anlam” veremiyoruz. Şehrin kalbinin attığı bölge, Hristo Botev Bulvarı ile Deniz Parkı arası olduğundan zaten kısıtlı olan zamanımızı burada geçirmeye başlıyoruz…
Varna Sahil Parkı'nda elinde balık tutan adam heykeli.
Varna’nın Türk Şehri Olması
“Eğer padişah sensen, gel ordunun başına geç. Yok, padişah bensem, sana emrediyorum, gel ordunun başına geç.”
Beş asra yakın Türk egemenliğinde kalan şehrin tarihine şöyle bir bakarsak, özellikle İstanbul’un fethinden 9 yıl öncesine kadar gidip, Varna Muharebesi’nin önemini anlamak gerekmektedir. Fetret devrinden sonra Türklerin Tuna hattında Macar sınırlarına, Sırbistan’a ve Eflak kesimine yönelmesi, Osmanlı uç beylerinin sert akınları, Hıristiyan dünyasında rahatsızlık vermeye başlamıştı. Çelebi Sultan Mehmed, Dobruca’yı 1419’da zapt ettiğinde Varna’yı da ele geçirmişti. Çelebi Mehmed’in 1421’de ölümünden sonra, oğlu II. Murad tahta geçti. II. Murad 1444’de tahtı, çocuk yaştaki II. Mehmed’e bırakması üzerine cesaretlenen Hristiyanlarla, savaşın eşiğine gelen II. Mehmed, babasına "Eğer padişah sensen gel ordunun başına geç. Yok padişah bensem sana emrediyorum, gel ordunun başına geç." demişti. Murad ordunun başına geçerek Haçlı ordusunu 1444 yılında yapılan meydan muharebesini kazanmıştı. İşte bu zaferden sonra İstanbul’un fethi de kolaylaşmış ve bu topraklarda Türk’ün egemenliği tam 434 yıl sürmüştür.
Varna Meydanı ve arkada planda Assumption Ortodoks katedrali.
Sultan Abdülaziz Varna’da
SultanAbdülaziz’in1867 yılında gerçekleştirdiği, 47 gün süren Avrupa seyahati padişahlar arasında ilk kez yaşanmıştır. Sultan, Fransa ve İngiltere olmak üzere pek çok ülkede temaslarda bulunmuştu. Dönüşte Tuna üzerinden yoluna devam etmiş olup, 6 Ağustos 1867’de Rusçuk’tan trenle Varna’ya hareket etmişti. Abdülaziz, Varna’da birkaç saat istirahatten sonra daha önce kendisini Fransa’ya götüren Sultaniye Yatı’na geçerek geri kalan yolculuğuna denizden devam etmiş ve ertesi gün İstanbul’a dönmüştür.Tuna Gemi İşletilmesi Teşebbüsü ve Varna Limanı’nın yabancı şirketlere ihale edilmesi de Sultan Aziz zamanında gerçekleşmişti.
1876 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Aziziye Camisi
Varna, ülkenin kuzeydoğusunda aynı adı taşıyan körfezde, bir kıyı düzlüğü üzerinde yer alır. Bulgaristan’ın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Varna’nın, bir dönem tam bir Türk şehri olduğunu, Osmanlı tasviri Tuna Vilâyeti Salnâmesi net bir şekilde ortaya koymaktadır. Salnâmede on dokuz cami, on iki kilise ve sinagog, on dört han, üç hamam, 730 dükkân ve 246 mağaza kaydedilmiştir. 1290 (1873) salnâmesi Müslüman hâne sayısını 1891, Hristiyan hâne sayısını 999 olarak gösterir. Bu da toplam nüfusun üçte ikisini Müslümanların teşkil ettiğine ve nüfusun 15000 dolayında olduğuna işaret eder.Bağımsız Bulgaristan’ın ilk yıllarında 1881’de Varna 24.074 kişilik nüfusa sahipti; bunların 8903’ü Türk, 6721’i Bulgar, 5367’si Rum, 1181’i Ermeni, 837’si Tatar Türk’ü, 541’i Yahudi, 338’i Çingene ve 186’sı Alman’dı. Bu rakamlar dine göre değil konuşulan dile göre hesap edilmiştir. Türkçe konuşanların içinde 1459 kişiden ibaret Hıristiyan Gagavuz Türkü’de vardı. 1881-1901 yılları arasında Türkçe ve Tatarca konuşanların sayısı Anadolu’ya göçler sebebiyle % 29’a düşmüştü; 6721’den 15.601’e yükselen Bulgar nüfusu 34.295 kişilik nüfusun hemen hemen yarısını teşkil ediyordu. Bu rakamlar şehrin Müslüman-Türk nüfusunun üçte ikiden üçte bire kadar düştüğünü gösterir. Bununla birlikte Varna, uzun süren Osmanlı hâkimiyetinde görüldüğü gibi çok kültürlü ve pek çok dilin konuşulduğu,bir şehir durumunda kaldı. Bulgaristan, 1946 yılında Sovyetler Birliği liderliğindeki Doğu Bloku’nun bir parçası olarak, tek partili bir sosyalist devlet hâline gelmişti. Bu dönemde Varna, 1949-56 yılları arasında Stalin ismi ile anılmış, 1956 sonrası ise adı yeniden Varna olmuştur.
Aziziye Camisi
Bulgaristan’ın turizm başkenti Varna, Başkent Sofya’nın 470 kilometre kuzeydoğusundaki yer alır ve ülkenin 3. büyük şehridir. Sahilleri, ince ve sarı kumlu yapısı ile ‘altın plaj’ olarak turistleri çeker.
Golden Sands (Altın Kumlar) ülkenin en meşhur plajlarından biridir. Varna’nın merkezinden 17 km kuzeydedir. Bu plaj adından da anlaşılabileceği gibi altın renginde kuma sahiptir. Tam bir eğlence yeri olup, kumarhaneler ve çoğu lüks otel bu bölgededir. Ayrıca,Eyfel Kulesi’nin minik halini burada görebilirsiniz. Tatilden anladığınız şey kum güneş ve gece hayatıysa tercihinizi bu bölgeye yapmalısınız.
Varna isminin “su şehri” anlamına geldiği söylenmektedir. Varna, zengin mimarisi ve arkeolojik mirası ile yerli yabancı araştırmacıları ve turistleri kendine çekmektedir. Varna, bir dönem Nazım Hikmet’i misafir etmiş ve şiirlerine de konu olmuştur.
Bulgarlar Türk Soylu mu?
“Bulgarlar arasında beş bin kadın ve erkekten müteşekkil Barancer diye tanınan büyük bir aile gördük. Hepsi de Müslüman olmuş ve namaz kılacak ahşap bir cami yapmışlardı…”
(İbn Fazlan Seyahatnamesi, s. 57)
Bulgarların Türk soylu olduğu tarihi bir gerçektir. Avrupa’ya doğru hareket eden Hunlar, aynı kültür ve soydangelen Türk kitleleri ile karıştılar ve Bulgar adını aldılar. Nitekim “bulgamak” fiilinden türemiş olan “Bulgar” kelimesi, “karışmak, karışmış olmak” anlamına gelmektedir. Tarihte kurulan dört Bulgar devletinden birincisi, Azak Denizi’nin üst bölgesinde kurulan, merkezi Bulgar şehri olan ve elli yıllık bir egemenlik süren Büyük Bulgar Devleti’dir. Göktürklerden de bu bölgeye akınlar olmuştur. Göktürklerin arkasından Hazarlar, Bulgarlar, Avarların bölgede egemenlikleri olmuştu. Daha sonra Peçeneler ve Kumanlar da Karadeniz’in kuzeyine gelirler. Elli yıllık egemenlikten sonra Büyük Bulgar Devleti sona erer. Bundan sonra iki Bulgar devleti daha kurulur; birisi kurulduğu yerle adlandırılan İdil Bulgar Devleti olup ilk Müslüman Türk Devletidir. Diğeri Tuna bölgesinde kurulan Tuna Bulgar Devleti’dir. Dördüncüsü ise, Ortodoksluk ile Doğu Roma’nın ve Slav kültürü hâkimiyetinin tesiri ile Hakan’ının Çar unvanını aldığı, Gök Tanrı’ya inanan Bulgarların da Ortodoksluğu kabul etmeleriyle, Tuna Bulgar Devleti’nin yerini alan Slav Bulgar Devletidir.
Türkçe’de boylar karması anlamına gelen “Bulgar” sözcüğü ile anılan tarihî Bulgar devletleri özbeöz Türk’tür. Ama bugünkü Bulgaristan’da yaşayan Bulgarlara, genetiklerinde Türklük bulunsa bile dil, inanç, kültür, kimlik ve egemenlik bakımından bizim anladığımız anlamda Türk demek zordur.
Bulgaristan’da hala ayakta kalmış olan Türklere ait kasabalar, mahalleler ve köyler olarak şu yerleşim bölgelerini sayabiliriz: Dobriç ilinde, Balçık, Dobriç kenti; Rusçuk sancağında Vetovo kasabası. (İstanbul Avcılar ilçesine ilk yerleşenler de Vetevo’dan göç eden Kırım Tatarlarıdır). Silistre sancağı, Tatar atmaca (Sokol), Anısçık (Çerkovna), İşirkovo, Denizler. Varna sancağı Türkarnavutlığu (Belogradets), Yayla (Yagnilo), Değirmendere (Gavrailova) Köyü, Dedeköy (Dyadova), Çubuklu (Lulitsa) köyü, Çömlek (Botevo) köyü, Çıtak (Tiça) Köyü, Çerkeşli (Mihaylova) Köyü, Çargan Köyü, Çanakçı (Paniçerovo) Köyü, Cumalı (HaciMarinova) Köyü, Beyköy (İskra) Köyü, Aladağ (Gergevets) Köyü, Ağaçlar (Ekzarh-Antimovo) Köyü, Fındıklı (Tervel) Köyü, Gavûrkuyusu (Gurkova) Köyü, Güğümlü (Krumovo) Köyü, İslimye (Sliven) Kasabası, Kadıköy (Kozarevo) Köyü, Karacalar (Polyak) köyü, Karacalar (Sırnevo) Köyü, Kayalı (Kameno) Kasabası, Köçekler (Rıçenitsa), Seymen (Sigmen) Köyü, Vırbiçe (Vırbitsa) Köyü, Yanbolu (Yambol) Kasabası.
Aziziye Camii
Yurt dışında iken pek çok tarihi mekânı, doğa güzelliklerini, devasa meydanları ve parkları geziyorsun bazen gıpta ediyorsun; ancak çok uzaktan bir minare gördüğünüz de işte o zaman çok farklı duygular yaşıyorsunuz. O an şanlı Türk tarihi, göz önünden şöyle bir akıp geçiyor. İşte bu duygularla, Bulgaristan topraklarına ayak bastığımızdan bu yana ilk cami ziyaretimizbu hislerle gerçekleşiyor.
Cami, 1876 yılında Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmış ve sonrasında ise Sultan, şehri ziyarete gelmiş. Cami beş vakit namaza açık olup cuma namazlarının da kılındığı yerdir. Görevlinin aktarmasına göre; “Aziziye, cemaatin en çok toplandığı, bayramlarda ise sokağa taştığı bir camidir. Müftülüğünde buraya yerleşmesiyle cami daha düzgün, daha bakımlı hale gelmiş.” Cami Bulgaristan’da en sık saldırılara uğrayan cami olup kameralı sistem ile muhafaza edilmektedir.
Varna’daki Müslüman cemaatin namaz kılmaya devam ettiği, Aziziye Camine girdiğimiz de sağ tarafta on iki yaşında bir çocuğun, yanındaki babasının nezaretinde Kuran-ı Kerim okuduğunu gördük. Yanına bilgi almak için yaklaştım. Caminin Türk hocasından hafızlık eğitimi aldığını, güzel Türkçesi sayesinde öğrendik. Annesinin Roman olduğunu, yanındaki babasının ise Suriyeli olduğunu söyleyince, şaşırarak “bu kadar güzel Türkçeyi kimden öğrendiğini” sordum. Diyanet’in atadığı İmam’ın, hafızlığın yanı sıra Türkçede öğrettiğini söylemesi bizi sevindirdi. Annesi ve babasının Türkçe bilmemesine rağmen, hafızlık eğitimi için gittiği camide Türkçeyi de öğrenmesi, diğer hocalara da örnek olacak bir davranıştı. Hocası, o gün orada olmadığı için görüşemedik. Camide geniş pencere kenarlarında bulunan “dini” kitapları görünce, buralarda Diyanet’in yayınları dışında eser bulundurulmaması için çok dikkat edilmesi gerektiği kanaatine vardım. Asırlardır Türk’ün olmuş bu topraklardaki camide ibadetimizi yaptıktan sonra, Kuran okumaya devam eden gence, her yurt dışına çıktığımda yanımda bulundurduğum, Türk bayrağı rozetlerinden birini yakasına takarak vedalaştık.
Gül Şehri Varna
Varna’nın gül şehri olduğunu gül parfümü, gül kokulu ne varsa satılan mağazaları görünce öğreniyoruz. Gül şehri olan Varna’nın caddelerinde “gülmemek” için adeta çaba sarf eden insanlarını görmek bizi oldukça şaşırtıyordu. Şehrin çok dingin bir yapısı var ve en hareketli alanları bile bizim şehirlerimize göre adeta kasaba havasında. Bulgaristan, Avrupa Birliği üyesi olduğundan, nüfusunun yaklaşık yüzde otuzu Batı Avrupa ülkelerine çalışmak için gidiyormuş. Bu durumun şehrin sakinliğinde büyük etkisinin olduğunu tahmin ediyoruz.
Şehrin meydanında bulunan Catedral of Assumptionisimli Ortodoks katedrali 19. yüzyılda yapılmış. 1,5 ton ağırlığındaki çan kulesi ve mimarisi oldukça dikkat çekicidir. Sofya’da bulunanSt.AlexanderNevsky Katedralinden sonra Bulgaristan’ın ikinci büyük katedrali imiş.Katedrali arkamıza alıp, Hristo Botev Bulvarı‘nın altındaki yaya geçidinden geçerek yolun karşı tarafına geçiyoruz. Burgaz’da bulunan sahil parkından çok daha büyüğü burada bulunuyor. Varna’nın en eski ve en büyük parkı, 850 bin metrekare alanı ile Bulgaristan’ın büyük parkları arasında imiş. Park, açık hava tiyatrosu, Akvaryum, Astronomik Gözlem evi, Denizcilik Müzesi, Odessos Roma Hamamı ve ünlü kişilerin heykelleri gibi turistik yerleri misafir etmekte olup 4 km uzunluğundadır.
Park sahille iç içe olup, akşamüzeri olduğundan plajdan dönenpek çok insana rastlıyoruz. Parkın içerisinden sahile doğru ilerlerken, sağ tarafımızda 1921 yılında yapılmış, Varna’nın en güzel yapısı olan Varna Opera binası yer alıyor. Varna’da sanat ve kültürel yaşamın kalbi burada atıyormuş. Binanın hemen önünde ise bir dönem ‘musalla’ denilen “Nezavisimost Meydanı” yer almakta olup, burada adeta volta atan martılar ve alandaki geniş havuz, müzik eşliğinde dans eden suları ve ışıklı gösterileri ile parka ayrı bir renk katmaktadır.
Varna Saat Kulesi ise geniş bir alandan bile rahatlıkla görünüyor. Önümüze çıkan atlı heykel ise Çar II. IvanKaloyan’a ait. Ara sokaklara girip sahile doğru ilerken bronzdan yapılmış ilginç bir heykel gözümüze çarpıyor. Elinde balık tutan adam heykeli, “mütevazılık, hoş görülük ve olanla yetinme” temasını anlatmaktadır.
Varna’da yemek kültürü, Akdeniz, Slav ve Türk mutfaklarından özellikler taşıyor. Sahile doğru yaklaşınca, sağ tarafta Türklerin işlettiği ve çalışanlarının da Türk olduğu Orient TurkishRestauran yer alıyor. Burada bizimde yaptığımız gibi Türk lezzetlerinden tadabilirsiniz. Lokantanın karşısındaki sokaktan sahile doğru ilerleyince, karşımıza tam deniz kenarında yer alan, açık ve kapalı olmak üzere olimpik yüzme havuzu çıkıyor. Burada havuzda çalışan sporcuların keyifli antrenmanlarını biraz izledikten sonra, sahil kenarında gezintiye çıkıyoruz. Varna sahilleri,eğlence mekânları ile gece hayatının tavan yaptığı kalabalıklara ev sahipliği yapıyordu…
Buluşma saatimiz yaklaştığı için, Varna’nın hareketli gece hayatını geride bırakarak, otobüsün beklediği Katedralin önünde bekleyen otobüse doğru ilerliyoruz. Ertesi gün festival alanında olmamız gerektiğinden, Bulgaristan’ı terk etmek üzere 105 km mesafedeki sınır kapısına doğru yola çıkıyoruz. Bulgaristan’ın kuzey doğusundaki yerleşim yeri Durankulak’ta bulunan sınır kapısındayız. Adından da anlaşılacağı üzere eski bir Türk yerleşim merkezi Durankulak. Buradan Romanya tarafına geçeceğiz, bir sonraki yazımızda buluşmak üzere…
Romanlar Kimdir?
Bu topraklarda sıkça rastladığımız, Romanların tarihî geçmişlerine şöyle bir bakarsak, yapılan dil araştırmaları, Hindistan’ın Kuzey Batı Bölgesinden olduklarını göstermektedir. Romanlar kendilerini Rom (Erkek), Romni (dişi) dillerini ise Romani olarak adlandırmışlardır. Değişik ülkelerde, farklı isimlerle anılan Romanlardan, Müslüman olanlara burada“Türk Çingenesi” denilmekte ve çocuğunun ülkemizde yaşayan Romanlarla akrabalığı bulunmaktadır. Zaten Bulgaristan’da konuştuğumuz Romanlar, gayet güzel Türkçe konuşuyorlardı.
Kesin olarak bilinmemekle birlikte bu topraklara yerleşimleri 12. yüzyılla birlikte gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Bölgede, Türklerin hâkimiyet kurmaya başlamasıyla, Osmanlı orduları ile birlikte ya da sonrasında gelen Müslüman Romanlar, zamanla bölgenin aslî unsurları haline gelmişlerdi. Türklerin buralardaki hâkimiyeti sona erince, Romanya ve Bulgaristan hükümetlerince, Romanların Türkleşmesini engelleyecek pek çok tedbir uygulanmıştır. Roman LanHoncock, Romanya’ya ilk geldiklerinde Avrupalılardan baskı görmelerinin bir sebebini onların Müslüman olmalarına bağlamaktadır. Osmanlı hâkimiyetinin bölgede zayıflamasıyla, Türklerin başına gelenlerin benzerini Romanlarda yaşamışlardır. Belli dönemlerde yaşanan yumuşama, Türklerle birlikte Roman Müslümanlarında da kültürel atılımların yapıldığı yıllar olmuştur. Tüm bunlara rağmen Romanlar bu ülkelerde Türk-İslam kültüründen uzaklaştırılarak asimile edilmesi gereken toplumsal bir grup olarak görülmeye devam edilmektedir. Her şeye rağmen Romanlar, Türkçe konuşmaya ve Türk-İslam kültür değerlerini yaşatmaya devam etmek için mücadele vermektedirler.
Bulgaristan’a gitmeyi düşünenler için önemli uyarılar
Burgaz ve Varna şehirleri için Mayıs-Ekim ayları arasını tercih edin. Bulgaristan Avrupa Birliği üyesi olmakla beraber, ülke kendi para birimini kullanmaktadır. Bu sebeple elinizdeki dövizi mutlaka güvenilir yerden Leva’ya dönüştürün! Alışverişlerde Leva kullanın. Elinizde kalan Leva’yı ise ülkeden çıkmadan mutlaka güvenilir yerden dövize çeviriniz. 1 Türk Lirasının, kaç Leva olduğu buraya yazmam, sürekli değişen kur sebebiyle, sizin için yanıltıcı olacaktır. Bu sebeple Leva durumunu, Avro ve ABD Doları ile karşılaştırmak yerinde olacaktır.
Bulgar para birimi “Leva”nın para birimlerine karşı değeri:
1 Euro = 1.95 Levadır.
1 Amerikan Doları = 1.49 Levadır.
Bulgaristan’da ne dolar, ne Euro ve birçok yerde kredi kartı bile geçmiyor. Kesinlikle Leva istiyorlar. Şehir gezisinde tuvaletlere bile Leva olmadan giremezsiniz. Avrupa Birliği üyesi bir ülke için garip bir durum ama gerçek böyle.
Kaynakça
1- MachıelKıel, Varna Maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi
2- Balkanlarda Türk Kültürü Bildiriler Kitabı, İstanbul Türk Ocağı Yayınları, Muhammed Tağ, Türkçe Konuşan Müslüman Romanları Türk-İslam Kültüründen Uzaklaştırmaya Yönelik Bulgar Politikaları, 2019, s.189-201
3- Kemaloğlu İlyas, Tatar Tarihi, Ötüken Neşriyat, 2024, s.21