“Ünlülerin Bilmediğimiz Yönleri” adında uzun soluklu bir çalışma yapıyorum. Araştırmalarım arasında çok ilginç bulduğum ve ilk defa öğrendiğim tarihi bir gerçeği okuyucularımızla paylaşmak istedim.
Küllük derlerdi adına; Beyazıt’ta şair, yazar, üniversiteli, bazen de entel takımının uğrak yeri idi. Sevgiliye okunan şiirler, gece gündüz okunup insanın içini ısıtan hikâyeler, yeni dünya görüşünü biçimlendiren görüşlerin taşları orada döşenirdi. Ne de olsa Küllük idi burası. Büyük yazar olmak isteyenler şiirlerini, sesi güzel olanlar notalarını, vefasız analar yeni doğmuş bebelerini “birinin bulacağından emin” buraya bırakırlardı. Yandaki camiden ezanın okunmasını bekleyenler burada çay içer, sohbetlere katılırdı.
Bugün Küllük’e bir emanet daha geldi. Bir tabut. Vefasız ana olan devlet, çileli oğluna bir cenazeyi, bir namazı, bir töreni külfet olarak görmüştü belli ki.
“Musalla: minber-i tebliğidir dünyada ukbânın
Musalla: ders-i ibrettir durur pişinde irfanın. ”
Küllük dedik ya, buraya bırakılanlar hep yardım bulur. Ölü ile diri arasındaki köprü olan tıbbiyeliler bulur cenazeyi. İçindekinin Mehmet Akif olduğunu anlayınca bir dakika durup düşünürler. Şaşırırlar, anlam veremezler.
Küllük dedik ya, okul gibi. Ayakta ve gözyaşları ile dinlenen marşın şairi ve milletin vekiliydi. Ama belli ki birilerionu istememişti, değer vermemişti. Devlet eliyle tören şöyle dursun, tahta tabutun içinde öylesine bırakıvermişti, örtüsüz, bayraksız...
Küllük dedik ya, kimsesizlerin barınağı idi. Oradaki herkes kitaplarda tanımı olmayan bir aile idi. Küllük dedik ya, yayıldı haber dudaktan dudağa. “Cenaze kaldırılacak, haberiniz ola!” Biri koştu örtü getirdi, diğeri geldi elinde bir bayrakla, bir başkası Kâbe örtüsüyle.
“Hangi güçlüktür ki gayrete gelince kolaylaşmasın
Hangi korkunç şey var ki insandan korkmasın? ”
Küllük dedik ya şahit oldu “Kimsesizin”Milli Şair oluşuna. Kalabalık toplanıverdi ezanın okunuşuna. Kimi hayıflandı hayırsızların arkasından, kimi haber verdi eşe dosta.
Küllük, Küllük olalı o kadar kalabalığı görmemişti. Ya bir saat ya da daha az zaman önce yalnızlığı bir nefes gibi içine çeken tabut; binlerce insanın ellerinde, omuzlarında dualar ve marşlarla tutmuştu Edirnekapı’nın yolunu.
“Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan,
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu!”
Küllük işte o zaman gördü kış ayazında yürüyen insanları cenazenin ardından. Pardösüsüz, ayakkabısız... Hocalarının yolun kenarına dizdiği gözü yaşlı çocuklar, son vazifeleri yerine getirmek için gelmiş üniversiteliler, yaşlılar, gençler...
Küllük kimi görmedi derseniz onu da deyivereyim aklım yettikçe. Tek bir vali, belediye reisi ya da milletvekili görmedi. Takım elbiselerinin içinde, bol keseden nutuk atan, silindir şapkalılar ortalıkta yoklardı.
“Bırak ihanet tam alnımdan vursun beni, isterse karanlık zindanlarda boğsun.
Eğer ölümüm yaşatacaksa devleti,
Bu canı koruyan nefse yazıklar olsun. ”
Küllük, kalabalığın içinde saygı gördü, üzüntü, vefa, vakar gördü. Hep bir ağızdan boğazları yırtılırcasına söylenen marşın mısralarını gördü.
“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”
Küllük sonraki konuşmalardan öğrendi ki binlerce kişi taşımış Şairin na’şını Edirnekapı’ya. İstiklal Marşı, konuşmalar ve dualarla defnedilmiş. Birkaç fısıltıya da kulak verdi Küllük. Konuşmaları, duaları yapanlar tutuklanmış, sorgulanmış. “Devlet bile tören düzenlemezken size ne oluyor? ” diye hırpalanmış. Edebiyat öğrencisi genç şöyle cevap vermiş: “Efendim, bize dediler ki İstiklal marşımızın şairi ölmüş. Cenaze namazına gidelim. İstiklal marşı devletimizin milli marşıdır. Siz onu kaldırın, biz de tören düzenlemeyelim. ”
Derler ki Küllük de Mehmet Akif ten sonra çok yaşamaz. Birkaç tuğla ve tahta olur, nereye gittiği bilinmez. Onun değeri de yıllar sonra anlaşılır. Mehmet Akif gibi...
2 usta 40 Çırak, Ayşegül Göymen, 40’lar Kulübü, İstanbul