Zor yıllardan bir göç öyküsü…

‘Öte Geçede’ Bir Çankırılı

Söyleşi: Kadir Çimen

“…hemşerim memleket nire?

Bu dünya benim memleket.”

(Barış Manço)

Fotoğrafta Zeki Müren, Nuri Sesigüzel, Göksel Arsoy, Losmaji kampüs grubu ile hep beraber organizatör Erkan Özerman'ın Ankara'da ki evinde.

XIX. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde, 1838 yılını takip eden süreçle birlikte Anadolu topraklarında ekonomik sıkıntılar baş göstermeye başlamıştır. Ülkenin içinde bulunduğu uzun süren savaşlar, tüm denemelere rağmen içinden çıkılamayan ekonomik problemler halkı da iyice fakirleşmiştir. Savaşlardaki kayıplarla birlikte genç erkek nüfus da azalmıştır. Geleneksel üretime dayalı ekonomimiz, sanayileşmiş ülkelerin gümrüksüz getirdiği ucuz mallar karşısında ayakta duramamış ve ülke hızla fakirleşmeye başlamıştır. Çankırı’da bu durumdan fazlasıyla etkilenmiştir. Böyle bir ortamdan faydalanmak isteyen sömürgeci devletler, hasta adam olarak gördükleri Türkün zengin enerji kaynaklarına ulaşmak için her alandan saldırıyorlardı. Savaşın ana sebebi biz olduğumuzdan bu kaçınılmaz bir hal almıştı. Bu şartlarda başlayan Türkün topraklarını paylaşım savaşı olan Cihan Harbi’de, Türk insanını zora sokmuştu. Coğrafi olarak cephe gerilerinde kalsa da, başta asker olmak üzere tüm lojistik destekler topyekûn Çankırı gibi illerden sağlanıyordu. Savaşın olumsuzlukları bu topraklarda da had safhada yaşanıyordu.

İşte böyle bir ortamda Çankırı sancağı müftüsü Abalızade Müftü Şevki Efendi genç yaşta vefat etmiştir. Eşi de kısa bir süre sonra vefat edince, geride sadece biri kız olmak üzere üç çocuğu kalmıştır. Yedi yaşındaki Şükrü’yü zor yıllar beklemektedir. Aile büyüklerinin kararı ile kardeşlerinden ayrılarak, savaşın tam ortasında 1916 yılında İstanbul’a gönderilir.

Bundan sonrasını konuğumuz, Şükrü Efendinin oğlu saz üstadı 77 yaşında ki Recai Başaran’dan dinleyelim. Recai Başaran’la Ankara’da 1860 yılında yapılan ve Osmanlının son dönem valilerinden Abidin Paşa’nın ev olarak kullandığı, günümüzde ise Ankara Kulübü Derneğine tahsis edilmiş olan tarihi Abidinpaşa Köşkünde buluştuk.   

Çankırı Postası: Recai bey, sizi herkes Ankaralı olarak biliyor. Ama tanıştığımızda benim nereli olduğumu öğrenince, aslen Çankırılı olduğunuzu söylediniz. Çankırı bağlantınızı okurlarımız için anlatabilir misiniz?

-Babamın sülalesi Çankırı’da Abalılar olarak bilinir. Dedem, Çankırı müftüsü Abalızade Müftü Şevki Efendi’nin vefatının ardından kısa bir süre sonra ninemde vefat ediyor. Babam, amcam Abdurrahman ve Zekiye halam daha çocuklar. Ana baba yok! Çankırı’nın o zamanki hali malûm, İstanbul’da bir yakınımız varmış. Babamın istikbalini düşünerek, İstanbul’a götürürler. Amcam ise babamdan küçük, halamla beraber Çankırı’da kalıyorlar. Babam 1908 (1325) doğumlu olup, Çankırı’dan 7 yaşında ayrılır.

Çankırı Postası: Okuma çağında olan yedi yaşında bir çocuk İstanbul’da ne yapar?

-İstanbul’a giden babam, bir terzinin yanına mesleği öğrensin diye çırak olarak veriliyor. Çok iyi eski yazı yazar ve okurdu. Dedem dönemin etkin din adamı, babamı küçükken eğitmeye başlamış, muhakkak ki temel eğitimini iyi almış. O zamanlar yazı dili Osmanlıca olduğundan, okul işini nasıl yaptı bilmiyorum. Ama eğitimliydi. Kuran-ı Kerim’i çok güzel okurdu. O yıllarda okuduğu Kuran-ı Kerim’i hala muhafaza ediyoruz. Yazısı güzeldi. Latin alfabesine geçince onu da hemen öğreniyor. Terzihanede onüç yıl kalarak, askerlik çağına kadar mesleği iyice öğreniyor.

Nezahat Bayram, Rıfat Balaban, Mehmet İşbilen, Adnan Şeker, Yılmaz Tokyay ile beraber Ankara Göl gazinosunda...

Çankırı Postası: Askerlik, evlilik… Peki, sonra neler oluyor?

-Askerlik çağına kadar terzihane çalışıyor. Askerliğini yine İstanbul’da Harbiye, Piyade Yedek Subay Okulunda (o yıllarda henüz Tuzla P.O. İstanbul’a taşınmamış) yapıyor. Terzi olduğu için babama dikim atölyesinde görev veriyorlar. Okulda, dönemler itibariyle asker sirkülasyonu çok olduğu için, yoğun bir şekilde çalışıyor. Babamı komutanları çok sevmeye başlamışlar. Terhisine yakın bir gün okul komutanı babama, “Şükrü, askerlik bitince ne yapacaksın” demesi üzerine babam dükkân işleterek, mesleğine devam edeceğini söylüyor. Bunun üzerine komutanı “Bak Şükrü seni severiz. Dışarıda dükkân açacağına burada çalış. Sana sivil kadroda veririz. Biliyorsun, burası seni rahat geçindirir. Çok kazanır, evlenirsin. Aileni de burası rahat geçindirir.” Yıl 1929, ülke savaştan çıkalı yedi sene olmuş, her alanda iyi yetişmiş insan bulmak elbette çok zor. Bu teklif babama da cazip geliyor ve askeriyede kalmaya karar veriyor. Daha sonra, Bandırmalı bir ailenin kızı olan Naide Bilgin ile evleniyor.  1939’da ağabeyim dünyaya geliyor. Babam 1941 yılına kadar İstanbul’da görevine devam ediyor ve sonrasında Ankara’ya tayinle geliyor.

Çankırı Postası: Başkente gelişiniz nasıl oluyor? Doğumunuzdan ve büyüdüğün ortamdan bahseder misiniz?

-Bunlar olurken ben daha hayatta değilim. Babam tayin istiyor. Tayin sonucu 1941 yılında Ankara’ya taşınıyorlar. Gülhane Askeri Hastanesinin yanında, piyade yedek subay Okulu, alt tarafta süvari okulu ilerisi mızıka okulu hepsi aynı alandaydı. Üst tarafta da -Balgat-Amerikalıların tesisleri vardı. Babam yedek subay okuluna başlıyor. Annemde ev hanımı olarak uğraş veriyor. 5 Mayıs 1942 yılında, ekmeğin karneyle verildiği, ikinci dünya savaşı yıllarının en zorlu günlerinde dünyaya gelmişim. O zamanlar Ulucanlar Caddesi yoktu, sonradan açıldı. Hamamın oradan Kayabaşı Mahallesine yol çıkardı. Kayabaşı Mahallesinde ki evde dünyaya gözlerimi açmışım. Sokağımızda bulunan Kızılay aşevi hala ihtiyaç sahiplerine hizmet vermektedir. Hatırlıyorum aç olanlar, gelir yemek yerdi. İhtiyaç sahipleri ise sefer tasları ve karavanlar ile gelir, evlerine götürürdü. Bizim oralarda nüfus yoğundu, gündüz kalabalık bitmezdi. İleriki yaşlarda Saniye Can, Nezahat Bayram gibi solistlerle Ulucanlar Cezaevine konsere geldiğimde, orada cezaevi olduğunu geçte olsa öğrenmiştim. Tabi küçükken her şeyi anlayamıyorsunuz. Göz hastanesinden Kayabaşı’na çıkarken, şoför Ziya’nın evinde altı yıl kiracı kaldık ve 1947 yılında yani beş yaşındayken mahalleden ayrılarak, Kurtuluş semtine taşındık. 

Bülent Ecevit, Sanayi Bakanı Hasan Akyol, Bartın Belediye başkanı Davut Fırıncıoğlu ile..

Çankırı Postası: Büyüdükçe, akrabalarınızı merak etmişsinizdir. Paylaşır mısınız?

-Önce babasını, yedi yaşında iken de annesini kaybeden babamı, İstanbul’da bir terzi ustasının yanına, çırak olmaya gönderiyorlar. Amcam Abdurrahman ise babamdan küçük oda sonraki yıllarda Ankara’ya geçiyor ve Cavcav ailesinin un fabrikasında eksper olarak emekli oluyor. Halam Zekiye ise büyüyünce evleniyor ve Ankara’ya yerleşiyorlar. Çankırı Sancağı daha Kastamonu vilayetine bağlı iken, büyük babam Abalızade Müftü Şevki Efendi, Çankırı müftüsüymüş. Soyadı kanunu çıkınca akrabalarımdan Abalı soyadını alanlar olmuş. Soyadının ne anlama geldiğinin pek bilinmediği yıllarda, babama da İstanbul’da azminden olsa gerek başaran soyadını vermişler. İki tane amcasının oğulları ise Abalılar soyadını almışlar. Günümüzde Abalı sülalesinden, Çankırı’da benim bildiğim amcamın çocukları var. Dedemin, Karadere mevkiinde kerpiçten bir evi varmış. Kerpiç ev harabe olup yıkılınca, arsası 1956 yılında babamın en büyük ablasının kocası vefat etmişti. Dul kaldığı için, bakıma muhtaç kalmasın denilerek arsa üzerindeki yasal haklarını halama devrettiler. Zekiye halam, Demirlibahçe semtinde güzel bir evde oturuyordu. O dönemlerde sigorta müessesesi henüz oturmadığı için aileler içinde müthiş bir dayanışma olurdu. Kurtuluş’ta oturduğumuzdan, okuldan çıkınca soluğu halamda alırdım. Halam bana çok düşkündü. Benim içinde halamın yeri bir başkaydı. Orada oyunlar oynar, akşamüzeri de eve geçerdim. Halam adeta anne gibiydi.

Çankırı Postası: Ağabeyin ve senden başka kardeşiniz var mı? Okula başlamanızdan bahseder misiniz?

-Evet, annem beş doğum yapmış. Abim, ben ve Sezai dünyaya gözümüzü açmışız. Sezai ise henüz üç aylıkken, anneme yardıma gelen kadının beşikten düşürmesi sebebiyle, beyin kanamasından ölüyor. Okula 1949 yılında yeni yapılmaya başlanılan, Kurtuluş İlkokulunda çadırda başladım. İlk senemiz çadırda geçti. Okul binası bitince bugün hala hizmet veren binaya taşındık. Okulun ilk mezunu bizim dönem olmuştur.

Çankırı Postası: Bağlama ile tanışmanız nasıl oldu?

-Kurtuluş İlkokulda üçüncü sınıftayım. Ankara Radyosu, ‘yurttan sesler’ bağlama sanatçısı Osman Özdenkçi’nin okulda, bağlama kursu açacağının sınıfta duyurusu yapıldı. Kursa gitmek isteyenler, velisinden muvafakatname getirsin denildi.  Akşam, babama durumu anlattım. Babam “çalgıcımı olacaksın” diyerek sinirlendi. Tabi ki, müftü torunuyuz ya! Aradan birkaç gün geçti, dayım ve amcam “abi, enişte baksana çocuk çok hevesli, hem bir müzik aleti çalmak iyidir. Çocuğu üzme, bırak hevesi, geçene kadar çalsın” diye babamı ikna ettiler. İlkokulda bir öğretmenimizin kardeşinin cura bağlama sazını, yedi liradan satın aldık. Kursta da ayda on iki ders görüyorum. Kurs ücreti ise aylık üç lira. Kurs hocamızda Eskişehirli, Osman Özdenkçi olmuştu. Muzaffer Sarısözen vefat ettikten sonra, hocamız onun yerine görev yapmıştır. O dönemlerde mandolin furyası vardı. Mandolinden bağlamaya geç diyenler de olmuştu. Ama direkt bağlamayla başladım. Kursa otuz üç kişi başlamıştık. Kursu bitirip, sazı öğrenen üç kişi kalmıştık. Özdenkçi hoca, kursa Emin Aldemir, Mustafa Geceyatmaz’ı da getirirdi. Mustafa Geceyatmaz bize türkü sözlerini yazdırır, Emin Aldemir’de akort yapmayı öğretirdi. Bir ay içerisinde saz çalmayı öğrendim. Sınıfın en iyisiydim. Özdenkçi’nin verdiği türküyü çalar, hoca beğenince hemen başka bir türkü vermesini isterdim. Hoca 2-3 ay geçince “artık kursa gelmene gerek yok, sen öğrendin” dedi. Ancak ben ilkokul bitene kadar, kurslara devam ettim. İlkokul beşinci sınıftayken, rahmetli Osman Özdenkçi, müzik bilgimin artması, diğer enstrümanları yakından tanımam için, 1952 yılında Ankara Radyosunda Erdoğan Çaplı’nın cumartesi günleri yaptığı programa götürdü. Program daha ziyade batı müziği ağırlıklıydı. Hoca, tek Türk halk müziği saz sanatçısı olarak beni kursa dahil etti. Gerçekten de gelişimime büyük katkısı olan o kursta, çok bağlama çaldım. Muzaffer Sarısözen’in dönemiydi. Radyodaki programların hepsi canlı yapılırdı. Ankara Radyosunda on iki yaşında iken, misafir sanatçı olarak bağlama çalar ve söylerdim.

Saniye Can, Osman Gençavcı, Muzaffer Akar, Rıfat Balaban ile 1961 yılında Ankara Kervansaray Gazinosunda..

Çankırı Postası: Müziğe olan yeteneğinizi kime borçlusunuz?

-Babamda, annemde öyle bir yetenek ve sülalede de müzikle başka uğraşan yoktu. Müftü dedemin sesi güzelmiş. Ninem Naciye hanımda ud çalarmış. Osmanlı kadınları mutlaka bir müzik aleti öğrenirlermiş. Yoksa evde kalırlarmış (gülüşmeler). Belki de bağlamadaki yeteneğim ninemden bana intikal etmiştir.

Çankırı Postası: İlkokul bitince ne yaptınız?

-1954 yılında hemen yanımızdaki Kurtuluş Ortaokuluna başladım. Birinci sınıftayken, lise dahil edilerek okulun adı Kurtuluş Lisesi oldu. Sonradan meşhurda bir lise olmuştur. Kurtuluş Ortaokulunu da bitirdim. Liseye gelince müzik tutkum ağır bastı ve ikinci sınıfta okulu terk ettim. Yani on beş yaşında okulu bırakmıştım. İlgi alanlarım da değişmeye başlamıştı. Mamak’ta zırhlı birlikler okulunda, babamın mesai arkadaşı ulaştırma tabur komutanıydı. Orada bana araba kullanmayı öğretir ve tamircileri merakla izlerdim. Aile dostlarımızdı. Hatta daha önce Çankırı Zırhlı Birlikler Okulu’na geçici göreve gittiklerinde eşi Neriman teyze üç yaşındayken beni oraya götürmüş ve iki ay orada kalmışız. Demirlibahçe’den trene biner ve Mamak’a giderdim. Orada tamircileri izlerken, arabalara iyice merak salmıştım. Bu bende bir tutku haline gelmişti. Oto tamircisi olmak için okulu bıraktım diyebilirim. Ulus’ta yeni sanayi çarşısında oto tamircisi, Çankırı’lı akrabamız olan, Chevrolet tamircisi bacaksız İbrahim’in yanına çırak olarak girdim. Bu arada bağlamaya da devam ediyordum. Hacettepe’de Yağcı Fehmi Efe var. Genç Osman var. Bunlar Atatürk’ün huzurunda, Ankara’nın ünlü seymenleri-efeleri olarak saz çalmışlar, çok meşhurlardı. Hacettepe semtinde çiçek sinemasının yanında, Yağcı Fehmi Efe’nin evi vardı. Avlusunda ferfene muhabbetleri yapılırdı. Ben artık Kurtuluş’ta oturuyorum ama Hacettepe çok hareketli bu sebeple irtibatımı hiç koparmadım. Oraya gelir, sürekli onları izlerdim.

Çankırı Postası: Babanız terzi, siz ise müzik ve araba sevdalısınız. Hiç terzi olmayı düşünmediniz mi? 

-Bir ara heveslendim. Ancak rahmetli babam, sürekli “oğlum iğne ile kuyu kazıyoruz, sakın ha terzi olma” derdi. Mesleğinin zorluğunu bildiği için bana hiç öğretmedi. Ancak düğme dikebilecek kadar terziyim (gülüşmeler).

Çankırı Postası: Yaşınız ilerliyor, okulu bıraktınız. Zor olanı tercih edip, hayata erken yaşta atıldınız. Peki, müzikten para kazanmaya ne zaman başladınız?

-Ankara Radyosunda iyi bir ses sanatçısı olan Nurettin Çamlıdağ turneye çıkacakmış ve saz sanatçısı arıyormuş. Bir arkadaş haber verdi. Organizatör Hamdi Biçer’le tanıştırdılar. Eskiden meslek gruplarının takıldığı kahvehaneler vardı. Samanpazarı semtinde de müzisyenlerin oturduğu kahvehane vardı. Elimde babamın Denizciler Caddesinde saz dükkanı bulunan meşhur imalatçı Sezai bey’den, otuz beş liraya yeni aldığı yaprak denilen bağlama ile kahvehanenin üst katına çıktım. Çamlıdağ oradaydı. İsteği üzerine söylediği 30-35 tane parça çaldırdı. Beğenmişti hemen oracıkta, otuz beş lira yevmiye otel masrafı organizatöre ait olmak üzere anlaşmıştık.

1961 Yılı Amasya - Ahmet Sezgin, Yaşar Aydaş ile...

Çankırı Postası: Bu rakam o dönemde ne ifade ediyordu? Çalışma hayatın nasıl geçiyordu.

-Babam yirmi altı yıldır çalışıyor, ücreti aylık 600 liraydı. Benim on altı yaşında günlük yevmiyem otuz beş liraydı. Sahne almaya başlayınca, artık adımdan bahsedilmeye başlamıştı. Basında “adı gibi başarılı, iyi bir saz sanatçısı yetişiyor” şeklinde haberler çıkmıştı. Askere kadar bu şekilde devam ederken Ankara Radyosunda da yer alıyordum. Askerliğimi de Ankara’da ordu evinde yaptım. Orduevi komutanı izin verir ve Sıhhiye’den radyoevine haftada üç gün gider, ‘yurttan sesler’ programına girerdim. Akşamları da evci olduğumdan, evimde kalırdım. Askerdeyken Talat Aydemir’in ikinci darbe girişimi olduğundan hiç unutmam, 20 Mayıs 1963 gecesi sivil askerlik yapmama rağmen bana da silah verilmişti. 

Çankırı Postası: Radyo günlerinizden bahseder misiniz?

-Radyoya Muzaffer Sarısözen döneminde de giderdim. İlk çaldığım türkü “karpuz kestim yiyen mi yok” olmuştu. Sarısözen 1962 yılında prostat ameliyatı sonrası vefat edince, Osman Özdenkçi ‘yurttan sesler’ şefi oldu. Radyo sanatçıları turneye çıktığında, Muzaffer İlkar hem yurttan seslere, hem de Türk Sanat müziğine bakıyordu. Bir gün Muzaffer İlkar, Özdenkçi’ye “piyasada bildiğin iyi saz çalan var mı” diye soruyor. O da beni, Rıfat Balaban’ı ve Mehmet Erenler’i tavsiye ediyor.

Çankırı Postası: Rıfat Balaban’dan bahseder misiniz?

-Rahmetli Rıfat Balaban ağabey benden altı yaş büyüktür. Kendisini 14 yaşından beri tanırım. Babasının elektrikçi dükkânı vardı. O Hacettepeli ben ise hem Hacettepeli hem de Kurtuluşlu olmam sebebiyle beraber oluyorduk. Beraber saz çalardık. Sonradan ‘Balaban Saz Evi’ ismiyle dükkân açtı. Hamamönü semtindeki binaların restorasyonu zamanında dükkân yıkılmıştır. Zamanımızın çoğunu onunla beraber geçiriyordum. Osman Özdenkçi’nin talebi üzerine Rıfat ağabeye haber verdim ve beraber radyo evine gittik. Özdenkçi, ikimizi Muzaffer İlkar ile tanıştırdı. İlkar, bizi yukarıdan aşağı süzerek olumlu kararını verdi. On sekiz yaşında iken 1966 senesinde imtihanlar açılana kadar, Ankara radyosundan bir kuruş para almadan sekiz sene ‘yurttan sesler’ programında çaldım.       

Çankırı Postası: Bir kuruş almadan dediniz, bu durum nereye kadar sürdü?

-1966 yılında sınav açıldı. Biz tabi ki kazandık. O dönem sınavı Ozay Gönlüm, Mehmet Erenler, Güray Taptık, Hikmet Taşan, Rıfat Balaban gibi onun üzerinde kişi kazandı. Ancak, radyo sanatçılarının dışarıda çalışması yasaktı. Ama dışarıda çok iyi para kazanıyordum. Kadrolu sanatçı olmakta bana hiç cazip gelmedi. Rıfat Balaban ağabey Ankara radyosuna başladı. Yedek listede de yapılmıştı.  Ben kabul etmeyip radyodan ayrılınca, benim yerime Burhan Gökalp işe başladı. Allah rahmet eylesin çok iyi arkadaştı ve benim sayemde radyoya girdin diye sürekli takılırdım. Radyo evi adeta bir okuldu. Kuralları katıydı ve disiplinden hiç taviz verilmiyordu. Bırakmamdaki esas sebep de maddiyattı. Artık yetişmiş bir elemandım. Dışarıda ise müthiş bir gelir kapısı vardı. Babamın beş katı kadar ücret alıyordum. Hem radyo hem dışarısı, kurallar gereği olmuyordu. Dışarıda iş yapanlar tespit edildiğinde hemen radyodan atılıyordu. Sonuçta yirmi dört yaşında iken radyoyu bıraktım.

1961 Yılı Ankara - Nejat Sunay Batıgün, Mustafa Özgül, Yaşar Aydaş ile Göl Gazinosunda...

Çankırı Postası: Ankara’nın eğlence hayatından bahseder misiniz?

-İlk solistim Ahmet Sezgin’dir. Gençlik Parkı içerisinde Göl Gazinosu vardı. Sonradan nikah salonu olan yerdir. Nejat Sunay Batugün, Mustafa Özgül ekibimizdeydi. Yaz-kış çalışan, Ankara’nın en güzel ve işlek gazinosuydu. Ayrıca sadece yazın işletilen içkisiz Lunapark Gazinosu vardı. Dışkapı, Çankırı Caddesinde de Yaman Sineması vardı. Hacer Buluş bir ara orayı işletmiştir. Burası sinemaydı ama ayrıca yaz-kış konserlerde verilirdi. O dönemlerde Ankara’nın büyük salonları yetersizdi. Yaman sineması Yıba Çarşısı, yeni sanayi girişinde yer almaktaydı. Günümüzde Altındağ Belediyesinin olduğu yer, Esenpark Gazinosuydu ve yaz-kış işlerdi. Burada da, Saniye Can’ın şef sazlığını yapmıştım. Necatibey köprünün sağ tarafında Demirtepe’de, Beşorak kardeşlerin işlettiği Güneypark Gazinosu vardı. Yanında da Monanamur gece kulübü vardı. Akay caddesinde de Beyaz Saray’ın sahibi Ali Uzel’in, Demokrat Partinin yanında açtığı Akay Saray Gazinosu vardı. Dedeman Otelin karşısında da Başkent Gazinosu vardı. Başkentin gece hayatının Demirtepe semti, Gençlik Parkı ve Akay Caddesinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

Çankırı Postası: Peki profesyonel olarak saz çalışıyorsunuz. Grup şefisiniz ve pek çok aile bu işten geçimini sağlıyor. Çokta para kazanıyorsunuz,  gelirinizden vergi ve sigorta kesilir miydi? Sizin ve aile bireylerinin sosyal güvencesi nasıl işliyordu?

-Sanatçılar, defterdarlığın verdiği karne ile çalışmak zorundaydı. Eğlence mekanlarında çalışırken, karnen olmak zorundaydı. Karnesiz sahnede yer alamazdık. Maliyeden gazinolara bu hususta sık sık kontrol yapılırdı. Piyasa sanatçısının karnesi yoksa çalışamazdı. Dönemler itibariyle, kaç program yaptıysak, defterdarlığa bildirim yapar vergimizi öderdik. Öyle defter tutma falan yoktu. Sosyal güvenlik için para ödediğimiz ise hiç olmamıştır. Kendimiz ve aileden birileri hasta olduğunda başımızın çaresine bakardık. Bu sistemsizliğin sebebi nedeniyle, pek çok sinema, ses ve saz sanatçılarının akıbeti bazen basında da gördüğümüz üzere maalesef kötü olmuştur.   

Çankırı Postası: Şu anda emeklilik hayatı yaşıyorsunuz. Peki, nasıl emekli oldunuz?

-1969 yılında sahne hayatımı bitirdim. Programlarıma sürekli gelen, sanayi esnafından bir çevrem oluşmuştu. Oradan esnaf abilerimiz vardı. Yeni Sanayi’de dükkânı olan Celal Kayaer abimiz de onlardan biriydi. İşlerden dolayı moral bozukluğu olduğu bir gün sanayiye, onun yanına gittim. Özel durumumu anlattım. Celal ağabey “üzülme, kabul edersen seni yedek parçacı yapacağım” dedi. Kabul ettim. Şoförlükten yetişme iyi tanıdığı, Hacettepeli, silindir Sadık dükkân açıyormuş. Oraya beni yetkili olarak başlattılar. Ben orada işi öğreneceğim. 2-3 kişide tezgâhtarım var. Kasasında oturuyor ve dükkâna sahip çıkıyorum. 27 yaşında işi öğrenmeye başladım. Birkaç ay sonra Büyük Sanayi Çarşısında, Celal abi bir dükkân buldu. Celal abi, bir tanıdığı ve ben üç kişi ortak olarak o dükkânı açtık. Bana destek çıktılar. Aradan biraz zaman geçip işi iyice öğrenince, tek başıma dükkânı işletmeye başladım. Böylece oto yedek parça hayatım da başlamış oldu. İki sene sonra 29 yaşında evlendim. 1997 senesine kadar, 28 yıl bu oto yedek parça işiyle iştigal ettim. Emekliliğimde burada ödediğim aylık Bağ-Kur primleri sebebiyle olmuştur.  

1961 Yılı Ankara - Saniye Can, Enrico Maciaz, Zehra Eren, Erkan Özerman ve yabancı ülke sanatçıları ile

Çankırı Postası: Bahsettiğiniz,  moral bozukluğu ve sahneyi bırakma kararı nasıl oldu. Genç yaşta, iyi kazancınız varken bağlamayı bırakıyorsunuz. Açıklar mısınız?

-Rahmetli Osman Türen ile bir problemimiz oldu. Bunun üzerine eğlence sektörüne karşı bir soğukluk oluşmaya başladı. Onur İşhanı’nın karşısında, Beyaz Saray gazinosunda çalışıyorduk. Burası Ali Uzel, Ferit Uzel ve Kemal Uzel’lerin yeriydi. Orada rahmetliyle münakaşamız oldu. Bende sazı orada kırdım. Parçalayarak, “bir daha ekmeğimi senden kazanmayacağım” diye yemin ettim. Dut oyması nefis bir bağlamaydı. O kırık saz oğlumun evinde hala duruyor.

Çankırı Postası: İnanılacak gibi değil! Sazı çok seviyorsunuz ve ondan bu kadar yıl uzak kaldınız. Hiç mi sahneniz olmadı?

-Hayır. Şakir Öner Gülhan solist sahnelere çıkıyordu. Ben ise dükkânı açalı yedi yıl olmuştu.  İstanbul’dan Ankara’ya yanıma geldi. Fahrettin Aslan, Maltepe’de Köşk Gazinosunu açmıştı. Orada sahne yapacakmış. Bana çok ısrar etti. “Ben Ankara’ya senin için geldim. Fahrettin Arslan’la sözleşme yaptım. Sana güvendim. Beni mahcup etme” dedi. Bende bu işten para kazanmayacağıma yemin ettim. Asla olmaz dedim. Bunun üzerine Şakir Öner Gülhan “abi ben sana zaten para vermeyeceğim” hatır için çalacaksın dedi. Baktım zor durumda, para almamak şartıyla kabul ettim. Emin Aldemir, Mehmet Erenler hep beraberiz. Köşk Gazinosundaki sözleşmesi sona erene kadar ona çaldım. Ondan sonrada hiç sahne almadım. yirmi yıl kadar sazı evde bile elime almadım desem yeridir. Daha sonraları bir gün Şakir Öner Gülhan eve geldi. Elinde bir mücevherat kutusu, eşime hediye almış. “Sen sahnede bana eşlik ederken senin sahne kıyafetlerini hazırlayan, ütünü yapan hanımefendiye hediyemdir” diyerek güzel bir kolye hediye etti. Tabi bir şey diyemedik. İşi iyi bağlamış ve ‘borcunu’ aklınca öyle ödemişti.

Çankırı Postası: Tekrar saz sanatçılığı yıllarına dönelim. Diğer illere programlara gider miydiniz?

   

-Evet. İstanbul, İzmir buralara giderdik. Solistimiz Sevim Çağlayan’dı. Grubum var. Şakir Öner Gülhan’da benimle beraber bağlama sanatçısı, ben ise grup şefiydim. Şakir Öner Gülhan’ı İstanbul’a götürürdüm. Taksim’de Maksim Gazinosunda, Tepebaşı Cumhuriyet Gazinosunda 1,5 sene Solist Nezahat Bayram’a eşlik ettik. Hatta bir keresinde yine İstanbul’da iken, Şakir Öner Gülhan’a Ankara radyoevinden çağrı geldi. Ankara Radyosu ses sanatçısı imtihanına girmişti. Grubumdan tebrik ederek Ankara’ya uğurlamıştım. Her yıl yazın bir ay süren, kültür fuarı döneminde İzmir’e programlara giderdik. Fuar’da epey yoğun ve kazançlı geçerdi. Burada yine Nezahat Bayram, Ahmet Sezgin, Necla Erol, Osman Türen gibi solistlere grubumla çalardık. O dönemin aranan ismiydim. Pek çok solist grubumu çok beğenir ve benimle çalışmak istemiştir.

Çankırı Postası: Mesleğiniz gereği pek çok şehir görmüşsünüz. En beğendiğiniz şehir hangisidir? İçinde yıllarca bulunduğunuz eğlence sektörü açısından da şehirleri değerlendirir misiniz?  

-İstanbul. İstanbul’da programlarımız bitince, Bebek’te Aşiyan Lokantası (Gazino) oraya ekiple gider yorgunluk atardık. O yıllarda diğer şehirlerle, İstanbul’un eğlence hayatı mukayese bile edilemezdi. Gazinolar, plak şirketleri ile İstanbul sektörün adeta kalbidir. Ankara’da parlayan sanatçılar, örneğin Zeki Müren, Behiye Aksoy gibi hemen İstanbul’a götürülürdü.

1962 yılı  Ankara - Göksel Arsoy, Saniye Can ile...

Çankırı Postası: Zeki Müren dediniz. Onu ne kadar tanırdınız? Diğer sanatçı tanıdıklarınızla birlikte bahseder misiniz?

-Çok iyi tanırım. Branşımız ayrı, kendisi Türk Halk Müziği solisti, ben ise Türk Halk Müziği saz sanatçısıyım. Dolayısıyla, sahnede ekibinde hiç yer almadım. Ama Ankara’da sanatçılar muhtelif evlerde bir araya gelir, sohbet ederlerdi. Bu ortamlarda bağlamamla, rahmetli Zeki Müren’e çok eşlik etmişimdir. O zamanlar meşhur organizatör Erkan Özarman ve Seçil Heper’in annesi Müzeyyen hanımın evlerinde toplantılar yapılırdı. Zeki Müren Ankara’ya programlara geldiğinde de mutlaka beraber olunurdu. Bilgi ve ses bakımından, rahmetli Zeki Müren bambaşka bir insandı. Türk Sanat Müziğini Türk toplumuna sevdiren insandır. O yıllarda Türk Halk Müziği, sanat müziğinin yanında cılız kalıyordu. Günümüzde Türk Halk Müziği layık olduğu yere doğru gitmektedir. Günümüzde değerli solist pek çıkmıyor. Radyo evleri bir okuldu. Mesela yurttan sesler gibi değerler artık kalmadı. Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Behiye Aksoy, Sevim Çağlayan, Nesrin Sipahi’nin olduğu gazinolarda bizde programlar yapardık. Saz çalmaktan keyif aldığım, unutamadığım solist Nezahat Bayram’dır. Döneminde, Türk Halk Müziğini en iyi yorumlayan sanatçıydı. Nejla Erol ve Ülkü Beşgül’de kardeşleriydi. Üçü de Türk Halk Müziği sanatçısıydılar. Ahmet Sezgin’de çok iyi bir sanatçıydı.

Çankırı Postası: Türk aşık edebiyatının en büyük sıkıntısı, son üç dört asırdır, saza- bağlamaya olan saygınlığın yetersizliği olmuştur. Halbuki, Türkçenin günümüze kadar duru bir şekilde gelmesini türkülere, ninnilere, nefeslere, ağıtlara borçlu olduğumuz bir gerçektir. Bolulu Aşık Dertli’de 19. Yüzyılda kaleme aldığı türküde ‘şeytan bunun neresinde’ diye bunu hicvetmiştir. Peki, sizin döneminizde saz çalan insana nasıl bakılırdı?

-Kısaca, çalgıcı derlerdi (gülüşmeler). Rahmetli babamda “çalgıcı mı olacaksın?” demişti. Saz çalana maalesef sanatçı gözüyle ve muteber bakılmıyordu. Şimdiki gençler arasında saza ilgi çok arttı. Anadolu’da zaten yerini hep koruyan türkü, büyükşehirlerde de sevilmeye ‘türkü evleri’ gibi mekanlarda yerini bulmaya başladı.     

1964 yılı İzmir - Nezahat Bayram ve saz arkadaşlarımla Kültür Fuarı Akasyalar Çay Bahçesinde

Çankırı Postası: Profesyonel müzik hayatınız on bir yıl sürmüş ama bu sürede bestelediğiniz, adı şu anda sizinle anılan bir parçanız var mı?

-Elbette, “kaz mezarcı” isimli bir eserim var. 1964 senesinde askerliğim biter bitmez Adnan Pekak isimli bir ses sanatçısına verdim. O plağa okudu. Hala çalınır. Hatta Zeki Müren’de o yüzden bana darılmıştır. Tesadüfen ona vermiştim. Bir mekanda otururken aniden oldu. Maltepe’de Barınak Otel vardı. Orada sazımla parçayı okudum. Beğenilince de Adnan Pekak’da plağa okudu. Bu türkü benim adıma tescillidir. O dönemlerde öyle telif hakkı falan yoktu. Söz verdin mi olurdu. Daha sonra Şakir Öner Gülhan’a verdiğim “kara kaşlı yâr” türküsü var. O türkü çok meşhur oldu. Güven Plaka vermiştim. Ondan otuz lira almıştım. Ancak telif hakkı bana aittir. “Karasu’da Pazar var, Nazmiyem’de nazar var” isimli türküyü Sinop’lu Kör İbrahim’den almış ve derlemesini yapmıştım. Ankara Radyosunda benim adıma kayıtlıdır. Denizli Acıpayam yöresinden, “tepside tepsi fındıklar, Ayşe’de Veli ağayı gıdıklar” isimli bir derlemem daha var. Ozay Gönlüm’de arkadaşımız o bana ‘Sarı Pipirik’ derdi. O bizden büyüktür. Bir gün “sarı pipirik sen Ankaralısın bu türküyü almışsın derlemişsin, ben Denizliliyim bu benim ismime kayıtlı olsun” dedi. Bende Ozay Gönlüm’ü kıramadım. Ankara radyosunda Ozay Gönlüm adına kayıtlıdır.

Çankırı Postası: Hemşerimiz Recai ağabey! Ben sizi saz çalarken kendi besteniz “kara kaşlı yâr” türküsünü söylerken tanıdım. Bir yemin üzerine neredeyse evde bile çalmadığınız saz, şimdilerde elinizden düşmüyor. Bu duruma nasıl geldiniz?

-Ankara Kulübü Derneğinin, Mithatpaşa semtinde iki katlı bir binası vardı. Genç Osman, Yağcı Fehmi Efe vardı. Orada saz çalıp muhabbet ediyorlardı.  Henüz 15 yaşındayım. Şani Saka ağabeyi tanırdım. Şani ağabey onlara, “size bir genç getireceğim, dinleyin bir bakın” demiş ve beni aldı götürdü. Hacettepe’den onları biliyordum. Ama Ankara Kulübü ile bağlantılarını bilmiyordum. Orada çalmıştım. Ankara Kulübünün faaliyetleri beni tekrar sazımla buluşturdu. Şimdilerde kış aylarında emeklilik hayatım Ankara’da geçiyor. Bu sürede eski dostlarla birlikte olmak için Abidinpaşa köşküne geliyorum. Geleneksel ferfene uygulamasına katkı sağlamaya çalışıyorum. Karşılığında herhangi bir ücret olmadığı için rahatlıkla saz çalıyorum. Nisan ve Kasım ayları arası ise, 1974 yılında İzmir-Çanakkale yolu üzerinde ki Yeni Şakran beldesinde aldığım yazlıkta eşimle birlikte geçiriyoruz.   

Çankırı Postası: Ankara Kulübü’nü 15 yaşından bu yana biliyorsunuz. Yâranlık, efelik gibi bir oğuz geleneği olan, Seymenlerin ocağı Ankara Kulübü çatısı altında geleneksel ferfene programlarında ritüellerin devamına katkı sağlıyorsunuz.  Bu camia sizin için ne ifade ediyor ki, kışları her Çarşamba sizi burada bulabiliyoruz?

-Ankara Kulübü Derneği’ne 1978 yılında üye olmuştum. 1039 sayılı üyesiyim. Atatürk’ün 1932 yılında verdiği emirle kurulmuş bir dernek, bu yönden de ayrı bir özelliği var. Ankara kültürünün gelecek nesillere taşınması için büyük hizmet veriyor. Bizde arkadaşlarla her Çarşamba günü gelip en azından ferfene programlarına katkı sağlıyoruz. Ankaralı dostlarla keyifli bir zaman geçiriyoruz. Bu ortamda olmaktan gayet mutluyum.

Recai Başaran 77 yaşında..

Çankırı Postası: Babanızın yedi yaşında zorunlu olarak İstanbul’a hareket ettiği ata yurdun Çankırı’yı görmek istiyor musunuz?

-Elbette çok istiyorum. Allah rahmet eylesin Tevfik amcam vardı. Tevfik amcamın çok büyük arazileri vardı. Babamla aynı yaşlardaydı. Babamın teyzesinin kızı Fazilet hanımla hala Çankırı’dadır. Eşi merhum Mehmet Mutlu, Almanya’dan dönerken trafik kazası yaparak vefat etmiştir. Rahmetli Çankırı’da Özel Karatekin Hastanesini kurmuştur. Ata topraklarını elbette görmek istiyoruz.

Çankırı Postası: Recai Başaran bey bu söyleşi ile ülkenin neredeyse bir asırda geçirdiği merhaleler adeta gözümüzün önünde canlandı. Bir dönemin eğlence hayatını, gelecek kuşaklara not düşülecek şekilde anlattığınız için Çankırı Postası olarak teşekkür ederiz. Çankırı’da bir yâran meclisinde buluşmak üzere…