Çankırı ve ilim dünyası bir değerini kaybetti…

Prof. Dr. Hasan Onat’ın Ardından…

“Türkiye’nin geleceğinin plan projesi acaba ciddi manada kendimiz tarafından mı belirleniyor? Eğer eğilimleriniz muhafazakâr, dini duygularınız güçlü ancak zamanı ve dünyayı okuma yeteneğiniz dumura uğramış ise geçmişe demir atıp dinlenirsiniz, geçmişle övünür tarihte tatil yaparsınız; dini duygularınız biraz daha zayıfsa o zaman gözünüz dışarıda olur; gördükleriniz karşısında sürekli gözünüz kamaşır ve asla olay ve olguları doğru bir şekilde anlayamaz ve değerlendiremezsiniz. Sizin gelecekle ilgili plan ve projeleriniz sizin dışınızdaki birileri tarafından, Batı tarafından belirlenir.”

Çankırı son dönemlerde yetiştirdiği en önemli İlahiyatçısı Hasan Onat’ı kaybetti. Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Mezhepler Tarihi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Onat, koronavirüs sebebiyle tedavi gördüğü hastanede henüz 63 yaşında iken vefat etti. Hasan Onat'ın cenazesi 1957 yılında dünyaya geldiği Çankırı’nın Eldivan ilçesinde 27 Eylül 2020 Pazar günü toprağa verildi. Hocamdan geçen kış söyleşi sözü almıştım. Kiraz zamanı Eldivan’da söyleşi yapacaktık. Hiç beklenilmeyen Pandemi süreci bu durumu engellediği gibi maalesef değerli hocamızı da aramızdan aldı. Hasan Onat, Mezhepler hocası olması yanında değerli bir fikir adamıydı. Türk dünyası, ülkemiz ve İslam coğrafyası alanında da söz sahibiydi. Prof. Dr. Hasan Onat’ı dinlerken ve yazılarından çok şey öğrendik, farkında olmadan görüşleri hayatımıza yön verdi. Ankara’da değişik mekânlar da onlarca kez dinlediğim ve sohbet ortamların da bulunduğum Hasan Onat’ın anlattıklarından, yazdıklarından bazılarını hatırlattıktan sonra; rahmetli Hocamızın, Çankırı valisi Ali Haydar Önen zamanında düzenlenen “Geçmişten Geleceğe Çankırı” isimli bilgi şölenindeki değerli konuşmasına göz atalım. 

“İnsan yeryüzünü imar etmek için vardır.”

“Cihat algımız problemlidir. Bu körü körüne ölüme gitmek değildir. Aslında cihat içtihatla aynı kökten gelir. Yani en büyük cihat; insanın, insan onurunu yüceltmek için vereceği savaştır. Düşünce üretmek, bilim üretmek demektir. Günümüz Müslümanları maalesef en büyük cihadın bilgi oluşunun farkında değiller. Bilgi üretemiyorsanız, değer üretemiyorsanız yaptığınız şeylerin anlamı kalmıyor.”

“Dünyanın kaderini değiştirecek olan insanlar bilginin gücüne sahip, teknoloji üretebilen insanlardır. Demek ki Müslümanlar bilimde yoklarsa bilimin uygulama alanı olan teknoloji de hiç olmazlar. İkincisi; sanat. Cenabıhakk’ın insana verdiği en büyük nimet akıl nimetidir, duygu nimetidir. Bilimde yokuz, sanatta yokuz, peki bu dünyada varlığımızın anlamı nedir?”

“Siz eğer bilimde, sanatta ve sporda yoksanız; yakarak, yıkarak ve öldürerek hayatta kalmaya çalışırsınız. İşte bununla hesaplaşmamız gerekir. Hep birilerine bir yerlere kızıyoruz, bunlarla yüzleşmeliyiz. Dindar insan tipi güce, statüye kavuştukça davranışları inceleceğine kabalaşıyor. Ne derler: ‘Başaklar olgunlaştıkça yavaş yavaş başlarını eğerler.’ Müslüman insan olgunlaştıkça daha olgun, mütevazı olur. Bizde tam tersi oluyor. Gücü elinde bulunduranlar ezmeye başlıyor.”

“İslam dünyası son iki asırdır Batı’nın sömürgesi durumunda... Türkiye dışında fiilen sömürge olmamış bir yerler bulmak zor. Eğer biz bugün biraz da olsa diğerlerinden farklıysak, bunu Türk devlet geleneğine borçluyuz. Bunu özgürlüğümüzü korumaya borçluyuz. Her ne kadar bugün ‘Osmanlı sonrası reklam arası lafları’ ediliyorsa da bana göre bu lafları edenler Cumhuriyet olmasaydı asla bu lafları etme imkânı bulamayacaklardı. Türkiye bu farklılığını özgürlüğüne, kör topal da yürüse de demokrasisine ve laikliğine borçludur.”

“İslam’ın ırkçı olmasını önlediği tek millet Türklerdir. Türkler, en az beş bin yıllık bir dile ve buna paralel köklü bir devlet geleneğine sahiptir. Bu süreçte adaletin temsilciliğini üstlenerek hep mazlumlardan yana tavır almıştır. Hakim unsur olmak, Türkler’i ırkçılık hastalığından uzak tutmuştur. İşte İslam, bu temel altyapı unsurlarının üzerine oturmuş ve Türkler’i ırkçılıktan korumuştur. Ancak bugün gelinen noktada, özellikle gençler arasında ‘Kürt düşmanlığı’ üzerine inşa edilmeye çalışılan, cemaat psikolojisi ile beslenen sağlıksız bir Türkçülük anlayışının oluşmaya başladığı dikkat çekmektedir. Öncelikle şu gerçeğin altının çizilmesinde fayda vardır: Türklüğün, kime karşı olursa olsun, düşmanca duygulardan beslenerek öne çıkması, Türklerin medeniyet iddiası ile bağdaşmaz. Kaldı ki, Türk-Kürt evliliklerinin sanılandan çok daha ileri düzeyde olduğu bir Türkiye’de, Türklerin öncelikle tarihlerinden gelen sorumluluğun gereği olarak ‘72 millete bir gözle bakmak’ felsefesini unutmamaları lazımdır. Medeniyet iddiası, evrensel ölçekte değer üretilerek, insan olmanın temel ortak paydasından hareket edilerek sürdürülebilir.”

“Müslümanları şiddet sarmalından kurtarmak için Maturidi’den yararlanmalıyız. Bundan 1100 sene önce diyor ki 'Maturidi, diyanet ayrıdır, siyaset ayrıdır' işte biz bunu bugün ön plana çıkarmak zorundayız. Müslümanların bugün birbirlerini öldürmelerinin arka planında egemenlik kavgası vardır. Ezilmişlik psikolojisi burada ortaya çıkıyor. Ezmenin en üst gücü siyasi güçtür.”

“Bugün Müslüman dünyasında cemaatler ve tarikatlar gücü elde edebilmek için yarış hâlindeler. Bu güce ulaştıkça da, acımasızlık ve zulüm ortaya çıkmaya başlıyor. Onun için şu cümleyi önemsiyorum: ‘Ezilenler içlerinde daima ezenleri büyütürler.’ Bunu kıramazsak hiçbir şey yapamayız. Müslümanları insan onurunu yüceltecek bir duruma getirmek için bir üretimi ön plana çıkartmanız lazım.”

“Din herkese lazım. Yarın o gücün zirvesinde olanlara da lazım olacak ama aradıklarında bulamayacaklar. Yani şu anda İslam dünyasındaki bu gelişmeler en çok tahribatı İslam dinine yapmaktadır. Dinin insan hayatına anlam kazandıran kodları çözülmektedir ve din şekle indirgenmektedir.”

“Bir buçuk milyar Müslüman yaşıyor ve hâlâ İslam eli yüzü düzgün anlamda yaşanıyorsa, bunu yaşayan tek yer Türkiye’dir. Az çok başka yerleri gören bilen bir insanım ve bu cümleyi çok net kuruyorum. Biz bunun farkında değiliz. Bunun da birkaç sebebi var. Birincisi bizim din anlayışımız ahlak temelliydi.”

“Ahmet Yesevi’den gelen, İslam ahlak temelli olmuştur. Bu nedenle diğer ülkelerde var olan ırkçılık benzeri olguları Türklere taşımamıştır. Biz Cumhuriyet’e geçiş sürecinde din alanında ortaya çıkan boşluktan dolayı bu ahlak temelli anlayışı kaybetmeye başladık. Geleneksel yapı içerisinde dinle ilgili sağlıklı beslenme imkânı kayboldu toplumda. Mesela Cumhuriyet’e geçiş içerisinde tekke ve zaviyelerin kapatılması bana göre çok ileri bir adımdı. Ama alternatifi yaratılamadığı için yeraltına çekildi. Bu sefer daha bilinçsiz bir irrasyonel gelişme yaşandı. 1960’lardan sonra bu boşluk tercüme kitaplarla doldurulmaya başlandı ama bu süreç hiç kimse tarafından tartışılmadı. Tercüme kitaplar dediğimiz, Hasan El Benna’nın, Seyid Kutub’un kitapları. Bunlar 1970’li yıllarda özellikle çok fazla okundu. Ben 1979 mezunuyum. O dönemde okuduğum kitapları memlekette bir odaya hapsettim kimseye zararı dokunmasın diye. Bugün Türkiye’de din anlayışında içine savrulduğumuz radikalleşmeyi anlamak istiyorsak, bu tercüme kitaplar sürecini iyi tahlil etmek lazım. İran devriminden sonra bir ikinci dalga devrim sürecinde üretilen kitaplar gelmeye başladı. Mesela Ali Şeriati’nin, Mutahhari’nin kitapları. Aslında bunlar özgün halleriyle değil, Türkiye’deki okuyucunun hoşuna gidecek şekilde rötuşlanarak tercüme edildi. Bunu da bilerek söylüyorum. Mesela ben 1991’de İran’a ilk kez gittiğimde, Ali Şeriati’nin kitaplarını aradım. Sorduğumda bana ters ters baktılar. En son biri, ‘Ali Şeriati’nin kitaplarını burada bulamazsınız.’ dedi. Türkiye’de bu kadar bu kitaplar yüceltilirken İran’da aforoz edilen kitaplar kategorisindeydi. Ne oldu? Bunlarla beraber 2000’li yıllarda biz ahlak temelli din anlayışını kaybettik.”

“İslâm dini bireysel kurtuluşu esas alır. İslâm’ın Kur’ân’da belirtilen temel ilkelerine inanan her insan, hangi mezhepten olursa olsun, İslam dairesi içindedir. Müslüman olan bir kimse, mezhebinin adı ne olursa olsun, ‘hak mezhep’ mensubudur. Daha açık bir ifadeyle, Kur’an’da belirtilen temel iman esaslarına samimiyetle inanan bir kimse, Kur’an’ın ifadesiyle ‘Sırat-ı Müstakim’ üzeredir, yani dosdoğru olan bir yolda, Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimselerin yolundadır. Mezhep de gidilen yol demek olduğuna göre, bundan daha ‘hak’ olacak bir mezhep düşünülebilir mi?”

“Her mezhebin her zaman dilimindeki görüş ve düşünceleri doğru da olabilir, yanlış da olabilir. Bu bakımdan herhangi bir mezhebin “hak” veya “batıl” olduğunu söylemek İslam açısından anlamlı değildir. Mezhebi aidiyetler ne insanın imanını güvence altına alabilir, ne de onun İslam dışı sayılmasını gerektirir.”

“Müslümanların on dört asrı aşan tarihleri boyunca ortaya çıkan her mezhep, hatta her tarikat, her cemaat, bir şekilde kendisini Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman dilimi ile irtibatlandırmak istemiştir. Bazen mezheplerin lehinde Hz. Peygamber’e hadis söylettirilmiştir; bazen de hasımlarını kötüleyebilmek için hadislere başvurulmuştur. Başlangıçta oldukça masum gibi görünen bu durum, farklı tarihlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her mezhep kendi tarihini inşa ettiği zaman, ortak payda görülmez olabileceği gibi, mezheplerin kendilerini dinle özdeşleştirmelerine de kapı aralanmış olur.”

“Tevhid, insanın inanç dünyasını aydınlık hale getirir ve insanı özgürleştirir. Özgür insan, enerjisini verimli kullanabilmek için sorumluluk bilincine sahip olmalıdır. Tevhid, aynı zamanda, sorumluluk bilincinin gelişmesini de sağlar. Bu doğrultuda, Kur’an, ‘insan için çalıştığının, hak ettiğinin karşılığı olduğunu’ söyler. Zerre kadar iyilik yapan da, zerre kadar kötülük yapan da karşılığını görecektir. İnsanın enerjisini salih amele dönüştürebilmesi için, öncelikle düşüncesini terbiye etmesi, sağlam verilerle doğru düşünmeyi öğrenmesi; sonra da, neyi nasıl yapabileceğini bilmesi gerekir. Kısaca, dosdoğru olmak, insan olmanın, ilkeli insan olmanın olmazsa olmaz koşuludur. İbadetlerin katkısıyla bilinçlenen insan, tüm düşünce, davranış ve fiillerinin temeline ‘dosdoğru olma’ ilkesini yerleştirir ve dosdoğru olur.”

“Eskiden tasavvuf deyince, halim, selim insan tipi anlaşılırdı. Şimdi ne oldu herkes güç savaşına girdi, bu değerler kayboldu. İşte bugün gelinen noktada bunun en iyi örneklerinden birisi iktidar-cemaat çatışmasıdır. Kelimenin tam anlamıyla siyasi bir çatışmadır. Tabi bu ahlak temelli duruşu kaybettik ama bununla beraber din alanında eleştirel görüşü kaybettik. Eskiden neyin din olup olmadığı konusunda biraz daha sağlıklı düşünülüyordu. Hıristiyanvari bir bakış açısı hâkim oldu. İnsanlar artık sorgulamıyorlar. Devlet televizyonlarında bile din dogma alanı olarak sunuluyor. Hâbuki Kur’an böyle istemez. Kur’an ‘Önce bilecekseniz sonra inanacaksınız’ der.”

Prof. Dr. Hasan Onat sık sık gençlerle bir araya gelir ve onlara hayat dersi verirken de kısaca bu nasihatleri verirdi:

1. Sadece kendimizle yarışalım.

2. Kendi gündemimiz olsun.

3. Olumsuz düşünenlerin bizi etkilemesine izin vermeyelim.

4. Alışkanlıklar geleceği belirler; bilelim.

5. Kazanmadan harcamayalım, üretelim.

6. Başarısızlığa takılmayalım.

7. Dosdoğru olalım...

Prof. Dr. Hasan Onat'ın sosyal medyadaki son paylaşımı.

Rahmetli Prof. Dr. Hasan Onat’ı Çankırı Valiliği’nin 28-29 Eylül 2005 tarihinde Çankırı, Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi’nde düzenlediği “Geçmişten Geleceğe Çankırı” isimli Çankırı kültürü bilgi şölenin de hemşerilerine hitaben yaptığı konuşması ile anarak sosyal medyadan son günlerde yayınladığı bir mesajı ile uğurlayalım: “Yol zannettiğimizden daha mühim. En mühimi de “Sırat-ı Müstakim” (Dosdoğru Yol). Yolunuz açık olsun.

ÇANKIRI’DA AHİLİK, YÂRAN ve GÜNÜMÜZ AÇISINDAN ANLAM ve ÖNEMİ*

Prof. Dr. Hasan Onat

Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum.

Öncelikle bir hususu hatırlatmakta fayda görüyorum.

Şu anda üzerinde bulunduğumuz bu topraklar, Türk milletinin en son yaşadığı varlık-yokluk çizgisi olan İstiklal Mücadelesinde tarihi bir rol üstlenmiştir. Tükendi denilen Anadolu insanının özgüveni bu topraklarda yenilenmiş; İnebolu’dan gelen mermi yüklü kağnıların gıcırtısı, bu topraklarda ölümsüz bir besteye dönüşmüştür. Bu topraklar, çocuğunun örtüsünü, ıslanmasın diye mermilerin üstüne örten, yalın ayak cepheye koşan Türk Anasının yüreğinin attığı topraklardır. Bu topraklar, Türk milletini dimdik ayakta tutan temel öz değerlerin üretildiği, büyütüldüğü ve hala diri tutulduğu topraklardır. Çankırı Kalesindeki Karatekin Beyin varlığı, bu toprakların tapusu gibidir. Bu tapu, bizi biz yapan öz değerlerimizin, bu topraklarda sonsuza dek var olması gerektiğini, bir arada insanca yaşayabilmenin temel ortak paydasının bu değerlerin yeniden üretilmesinden geçtiğini bizlere hatırlatmaktadır. İldivan dağının eteklerinde yatan Seyyid Hacı Ali Türabi, Seyyid Hacı Muradı Veli, Şeyh Kara Musa, bu kıraç topraklarda sevginin, barışın, hoşgörünün nasıl yeşerdiğinin kanıtı olarak görülmelidir.

Türk milletinin küreselleşme sürecinde içine sıkıştığı yeni Ergenekon’dan çıkış, ancak bizi biz yapan yüksek evrensel değerlerimizin yeniden keşfedilmesi ve küresel ölçekte yeniden üretilmesi ile mümkün olabilecektir. Bu topraklar, yüksek değerlerimizin hala diri olduğu topraklardır. Bunların kök hücrelerini Ahilik ve Yâran Teşkilatı’nın kalıntılarında bulmak mümkündür. Küreselleşmenin baş döndüren anaforunda tutunabilmek, bu kök hücrelerin filizlenerek, kökleri derinlerde, dalları göğe doğru uzanan, gövdesi sapasağlam, sürekli meyve veren ağaçlara dönüşmesine ve insanlığın bu meyvelerden faydalanarak yeniden insan gerçeğini fark etmesine bağlıdır. İçinde yaşadığımız zaman diliminde, yerel gibi görülen her sorunun çözümünde bile, mutlaka evrensel bir boyutun olması gerektiği iyi anlaşılmalıdır.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sonsuza dek ayakta kalmasını, şanlı bayrağımızın göklerde özgürce dalgalanmasını istiyorsak, önce bilginin gücüne sahip olmak, sonra bu bilgiyi hayatın bütün alanlarında üretime dönüştürmek gerektiğini unutmamak zorundayız. Akıllı ve başarılı olan insanların iki belirgin özelliği dikkat çeker: Başkalarının tecrübesinden yararlanmasını bilmek ve zamanı iyi kullanmak. Bugün gelinen noktada, hem geçmişteki atalarımızın tecrübe birikimlerinden, hem de insanlığın mevcut birikiminden yararlanmayı bilmeden hiçbir şey yapmanın mümkün olmadığı açıkça görülmektedir.

Bizim geçmişimiz, gerçekten muhteşem bir hazine gibidir. Bu hazineden yararlanabilmek, tarih bilincine ve geçmişi eleştirel bir yaklaşımla doğru okumaya bağlıdır. Bizim inancımız ve değerlerimiz, yeni gelişmelere, yeni bilgilere açık olmayı bir sorumluluk olarak görmektedir. İslam, gizlisi saklısı olmayan, açık-seçik bir dindir. Kur’an’ın ilk emri “Oku” diye başlamaktadır. Kur’an, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” açıkça ilan etmiştir. Müslümanların meydana getirdikleri muhteşem medeniyet, Kur’an’ın uyandırdığı entelektüel merakın bilimsel bilgi üretimine dönüşmesiyle birlikte oluşmaya başlamıştır. İnsanlığın bugün ulaştığı bilim ve teknoloji’nin arka planı iyi araştırılırsa, Müslümanların ürettikleri bilimsel birikimin ve bilim zihniyetinin var olduğu görülebilecektir. Bunun en açık kanıtı Batı’nın Yunan Felsefesi’ni bile Müslümanlar kanalıyla almış olduğu gerçeğidir.

Bu sebepten, bizim Batı karşısında komplekse kapılmamızı gerektiren hiçbir şey yoktur. Bu durum, ne Batıyı ve Batı uygarlığını görmezlikten gelmemizi, ne de onun karşısında gözlerimizin kamaşmasını gerektirir. Evet, mevcut koşullarda egemen kültür ve uygarlık, 17. asırdan beri Batı kültür ve uygarlığıdır. Ancak, bu uygarlığın öne çıkarttığı demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü gibi, küreselleşme ile birlikte dünya çapında varlığını hissettiren değerler, bugün üreticisi olan Batılılar tarafından tahrip edilmektedir. Hâlbuki ne laiklik, ne demokrasi, ne hukukun üstünlüğü, ne de bilim, kimsenin tekelinde olamayacağı gibi, bu değerlerin üretilmesinde Müslümanların da ciddi katkısı vardır.

Öyleyse, insanlığın yeni açılımlara, hem de Müslümanların katkı sağlayacağı yeni açılımlara şiddetle ihtiyacı olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir. İşte, Ahilik ve Yâran teşkilatı burada özel bir önem kazanmaktadır. Şöyle ki: Bu kurumlar, geçmişte insanların barış içinde, hem de ciddi manada üreterek yaşamasına katkı sağlayan, kelimenin tam anlamıyla sivil toplum örgütlerdir. Bu kurumların iyi anlaşılması, bize, unutmak üzere olduğumuz bir arada yaşayabilmenin temel ortak paydasını yeniden hatırlatacaktır; tüm insanlığa da, sivil toplum örgütünün ne anlama geldiğini gösterecektir. Bu kurumlar, tarihte, en zor zamanda Türk milletinin bağrından ürettiği kurumlardır. Bunlar, bu milletin en zor zamanlarında bile, özgürlüğünden taviz vermeden, işbirliği, güç birliği yaparak, yüksek güven kültürü yaratmayı, emeği “salih amel”e dönüştürmeyi başardığını ve zaman konusunda gerekli duyarlılığa sahip olduğunu göstermektedir.

Ahilik, Selçuklular döneminde Anadolu’da ortaya çıkan bir Türk kurumudur. Türk tarihinin en zor dönemlerinden birisinde, yine Türk damgası taşıyan Fütüvvet geleneğinin değiştirilip, dönüştürülmesi ve Anadolu’ya özgü koşullar çerçevesinden yeniden üretilmesiyle ortaya çıkmıştır. Kurumun göçebe Türklerin yerleşik hayata geçmesi, sürekli devam eden göç dalgalarının yarattığı sorunların üstesinden gelinmesi, üretimin planlanması ve kaliteli üretim yollarının aranması, toplumsal işbirliğinin ve güvenliğin sağlanması gibi önemli işlevlerinin iyi anlaşılabilmesi için, kurumun ortaya çıktığı zaman dilimindeki Anadolu’ya kısaca göz atmakta fayda vardır.

Anadolu’ya Türk göçlerini, Moğollardan önce ve Moğollardan sonra olmak üzere iki aşamada incelemek mümkündür. Moğol kasırgasından önce, daha çok konargöçer Türk boyları İran üzerinden Anadolu’ya doğru yola çıkmışlar; karşılaştıkları engelleri ortadan kaldırarak kendilerine yaşam alanları yaratmışlardır. Moğolların egemenliği, Türk Tarihi açısından bir kırılma noktasına işaret eder. O zamana kadar İslam dünyasının en önemli bilim, kültür, sanat ve ticaret merkezleri olan Semerkant, Taşkent, Buhara gibi önemli yerler Moğolların eline geçmiş; buralarda yaşayan insanlardan canını kurtarabilenlerin bir kısmı Anadolu’nun yolunu tutmuştur. Bu yeni göç dalgasının içinde, daha önce yerleşik hayatı tatmış olan pek çok bilim adamı, sanatkâr, esnaf ve ticaret adamı da vardır. Bir başka ifadeyle, artık Orta Asya’daki birikimden bazı sızıntılar, Anadolu’ya ulaşmaya başlamıştır.

Selçukluların çöküş sürecine girmesi, Moğol kasırgasının da etkisiyle Türklerin yaşadıkları bütün bölgelerin her bakımdan ciddi sıkıntılarla dolu hale gelmesine sebep olmuştur. İşte bu kaos ortamında, bir sivil inisiyatif olarak Ahiliğin varlığını hissettirdiğini, güvenlikten, sosyalleşme ve ekonomiye kadar toplumu çekip çevirdiğini görmekteyiz. Burada üç hususa hemen dikkat çekmekte fayda vardır: Birincisi, Buhara, Semerkant, Taşkent, Merv gibi şehirlerin birikimi, Anadolu’da Ahilik için beslenme kaynağı olmuştur. İkincisi, Ahilik, Orta Asya Türk kültürünün, yerleşik hayatta üretilen boyutu ile konargöçer çizgide çok fazla bozulmadan akıp giden boyutun bir sentezini üretmeyi başarmıştır. Bir başka ifadeyle, Ahilik’le birlikte bir Türklük ortak paydası ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü, Fütüvvet geleneği, hem Ahiliğin omurgasını oluşturmuş; hem de Anadolu koşullarında yeniden üretilmiştir.

Fütüvvet geleneği, Abbasiler zamanında yiğitliği, cömertliği, çalışkanlığı şiar edinen farklı renklerdeki eğilimlerin oluşturduğu bir gelenektir. Abbasi halifesi Nasır Lidinillah’ın bu geleneğin içinde aktif olarak yer almasıyla farklı bir boyut kazanmıştır. Bize kadar ulaşan ilk Fütüvvetnameler’den sayılan Sülemi’nin şu ifadeleri bize bu konuda bir fikir verebilir: “Allah sana rızasını ikram etsin, fütüvvetten sordun, öyle ise bil ki fütüvvet: Allah’ın emirlerine uyma, güzel ibadet, her kötülüğü bırakma, zahiren ve batınen, gizli ve açık ahlakın en güzeline sarılmadır”. (Sulemi, Tasavvufta Fütüvvet, çev. S. Ateş, Ank. 1997, 24). Fütüvvetnameler incelendiğinde, ahlakın ön planda tutulduğu, toplum içinde ahlaklı bir hayat için uyulması gereken kuralların, bilinmesi gereken ilkelerin ortaya konulduğu dikkat çekmektedir.

Sülemi, “Fütüvvetin Gerekleri”ni şöyle özetler: “Şunlar hep fütüvvetin gereklerindendir: Doğruluk, vefa, cömertlik, güzel huy, göz tokluğu, dostlarla şakalaşma, arkadaşlarla iyi geçinme, kötü söz dinlemekten kaçınma, iyilik yapmayı arzulama, güzel komşuluk, güzel konuşma, ahde vefa, Allah’ın senin emrinin altına verdiği aile efradına ve hizmetçilere iyi muamele, çocukları terbiye etme, büyüklere karşı edepli davranma, kinden, aldatmadan, buğzdan uzaklaşma, Allah için dost, Allah için düşman olma, malını, mevkiini dostlara bezletme, buna karşılık onların başlarına kakmama, malında ve mevkiinden kendisinden yardım dileyenin sözünü yerine getirme, misafirlere hizmet etme, dostların işini gönülden yapma, dostlarına yemeğinden yedirmek suretiyle saygı gösterme, canıyla, malıyla onların ihtiyaçlarını karşılamağa koşma, kötülüğü iyilikle karşılama, gelmeyene giderek karşılık verme, tevazua sarılma, kibirden kaçınma, hallerini ve sebeplerini beğenmeden vazgeçme, ana-babaya iyilik, akrabayı ziyaret, ihvanın kusurlarına göz yumma, kabahatlerini örtme, gizlide onlara öğüt verme, her zaman onlara dua etme…. hiç kimseden çekinmeden hakkı söyleme, sevinecek şeye şükretme, belalara sabretme, hıyanetten uzaklaşma, mecliste aşağıda oturmaya razı olma, kendi haklarını istemekten vaz geçme, başkalarının haklarını tam verme ve nefsinden bunu yapmasını isteme, gizlide Allahın yasaklarına uyma, arkadaşlara danışma, yokluk sırasında yalnız Allah’a güvenme, az tamah, Salihlere hürmet, günahkarlara şefkat etmeyi bilme, kimsenin kendisinden rahatsız olmamasına, dışının içine uymasına dikkat etme, dostunun dostuyla dost, düşmanıyla düşman olma, dostunun, ziyaretine gideceği kimsenin uzakta bulunması dolayısıyla ziyaretten geri kalmama”. (Sülemi, aynı eser, 93–94)

Fütüvvetin bu gerekleri, Ahiliğin temel ilkeleri olarak kabul edilmiştir. Burada dikkat çeken husus, Türk toplumunun, hem Orta Asya’dan gelen bütün birikime, hem de Müslümanların ve diğer toplumların birikimlerine açık olmasıdır. Zor koşulların, insanların dikkatini maziye yönlendirdiği, toplumları daha kapalı ve muhafazakâr hale getirdiği bilinen bir husustur. Ancak, o zamanki Türk toplumu, Ahilik gibi bir kurum yaratarak, bu kurumun etkin olmasını sağlayarak, hem daha önce dikkat çektiğimiz bir “ortak payda” oluşturmayı, hem de sağlıklı bir şekilde örgütlenerek zor koşulların üstesinden gelmeyi başarmıştır.

İşin gerçeği, günümüzde Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut koşullar, Osmanlı öncesi dönemi fazlasıyla andırmaktadır. O zamanlar, Moğol kasırgası vardı, şimdi son üç asırdır boğuştuğumuz mağlup medeniyet travması var. O zamanlar, kendi kültür köklerimize, değerlerimizin kök hücrelerine uzanmayı, onları yeniden yeşertmeyi başarmıştık. Şimdilerde, biraz da küreselleşmenin etki ve katkılarıyla, kendi modernitemizi kendimizin yaratması gerektiğini yeni yeni fark etmeye, kendimizi ve Batı uygarlığını, yeni yeni doğru anlamaya başlıyoruz. Ancak, şimdilerde işimiz, eskisinden kat be kat daha zor.

Aslında, İstiklal Savaşı, uygarlık bilincinin yeniden uyanmasını sağlayabilirdi. Ne yazık ki, yeni kurulan devletin sancılı geçiş dönemi koşullarını, tabii koşullara dönüştürdük, kalıcı hale getirdik. Köklerimizle buluşmada, kendimizle, değerlerimizle barışmada, fazlasıyla geç kaldık. Keşke Atatürk’ün yaptıklarının “yeni bir uygarlık projesi” olduğunu zamanında doğru olarak anlayabilseydik. Cumhuriyeti kuran irade, Ahilik gibi bir kurumun da farkındaydı. Bu konudaki ilk çalışmaların Baha Said, Yusuf Ziya Yörükan, Hilmi Ziya Ülken, Fuat Köprülü tarafından yapıldığını hatırlamakta fayda vardır. Ahilik ve Yaran Teşkilatı, tarih bilincimizi yeniden parlatacak niteliktedir.

Tarih milletlerin hafızası gibidir. Tarihini unutan milletlerin hafızaları da yok olur. Türk toplumunun hafızasının niçin bu kadar zayıf olduğunun sebeplerinden bir tanesi işte budur. Tarih bilmeyen insanların perspektifleri olmaz. Perspektif sahibi olmayan insanların sorunlara çözüm üretmesi mümkün olmaz. Bunların hepsi birbiri ile alakalı. Öyle ise tarihî bilgi ve bilincimizi gözden geçirmek zorundayız.

Burada, belimizi büken, bizi sıkıntıya sokan iki ciddi açmaz vardır.

Birincisi genelde aydın dediğimiz okumuş yazmış kesimin din ve tarih konusundaki tavrı: Tarihi yok farz etme, görmezlikten gelme eğilimi; geçmişi kötüleyerek bugünün iyi olduğunu anlatma çabası. Buna, din konusundaki tutarsız, bilimsellikten yoksun tavrın da eklenmesi gerekmektedir. Bu tavır, dinin en azından, insanlara temel iletişim kodlarını kazandıran bir sosyal gerçeklik olduğunu kavrayamamıştır.

İkinci yanlış tavır geleneksel çizgide ortaya çıkan geçmişi, tarihi kutsallaştırma tavrıdır. İşin ilginç yanı, sonuçta ikisinin de aynı kapıya çıkıyor olmasıdır. Geçmişi yok farz etmekle geçmişi kutsallaştırmak arasında pek fazla bir fark yoktur. İkisi de sonuçta geçmişi, insanın anlama menzilinin dışına taşır. Eğer geçmiş, anlama menzilimizin dışında kalırsa geçmişin olumsuz etkisinden asla kurtulamayız. Ama geçmişi doğru anladığımız zaman geçmişte işe yarayan, evrensel boyut taşıyan o kök hücrelerini yeniden keşfedip, onların yeniden diriltilebilmesi için ortamı uygun hale getirdiğimiz zaman bizim geçmişi daha sağlıklı anlama, değerlendirme, daha da ötesi daha sağlıklı güvenli bir gelecek kurma şansımız ortaya çıkar. Geçmişi bilmeyen, tarih bilinci eksik olan toplumların geleceği ya geçmiş tarafından belirlenir ya kendilerinin dışında birileri tarafından belirlenir. Bu ifademi tekrar etmek istiyorum. Kendi geçmişini bilmeyen tarih, bilgi, bilinç birikimine sahip olmayan toplumların kaderi ya geçmişleri tarafından belirlenir ya da kendi dışındaki birileri tarafından belirlenir.

Türkiye’nin geleceğinin plan projesi acaba ciddi manada kendimiz tarafından mı belirleniyor? Eğer eğilimleriniz muhafazakâr, dini duygularınız güçlü ancak zamanı ve dünyayı okuma yeteneğiniz dumura uğramış ise geçmişe demir atıp dinlenirsiniz, geçmişle övünür tarihte tatil yaparsınız;. Dini duygularınız biraz daha zayıfsa o zaman gözünüz dışarıda olur; gördükleriniz karşısında sürekli gözünüz kamaşır ve asla olay ve olguları doğru bir şekilde anlayamaz ve değerlendiremezsiniz. Sizin gelecekle ilgili plan ve projeleriniz sizin dışınızdaki birileri tarafından, Batı tarafından belirlenir. Amerika tarafından belirlenir. Sonuçta siz olmazsınız ki. Siz özgün olma vasfını kaybedersiniz.

Görüyorsunuz her iki halde de yani dindar olduğunuz zaman da, az dindar ya da dindar olmadığınız zaman da sonuç değişmiyor. Sonuç ya maziye mahkûm olmak, tarihe demir atmak; ya da dışarıya mahkûm olmak. Peki, çıkış yolu nedir? Çıkış yolu maziyi doğru anlamaktan geçiyor. Kendimizi, bizi biz yapan kimliğimizin ana unsurlarını doğru tespit edip temel değerlerimizi evrensel ölçekte yeniden üretmekten geçiyor.

Şimdi tekrar 12. ve 13. asırları biraz hatırlayalım: Selçuklu Devleti artık çökme aşamasına gelmiş. Bir Moğol kasırgası ortalığı kasıp kavuruyor. Dicle ve Fırat nehirlerinin günlerce mürekkep aktığı söyleniyor. Muazzam bir birikim, bir medeniyet yok ediliyor. Göç dalgaları, insanların yerlerinden, yurtlarından alıp başka diyarlara sürüklemiş. Ve böyle bir ortamda Anadolu bir kaos içerisinde. İnsanlar ne yapacaklarını şaşırıyorlar.

İşte bu kaos ortamında Ahîyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm ve Gâziyân-ı Rûm ruhu harekete geçiyor. Ahiyân-ı Rûm, Anadolu’daki ahîlerdir. Selçuklular döneminde kurulan Ahilik, daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız gibi bir Türk kuruluşudur. Özü itibariyle Türk kültüründen ve İslam’ın kurucu ilkellerinden, temel ahlak ilkelerinden beslenen bir kuruluştur; ilginç olan dini öğelerden beslenmesine rağmen dinle özdeşleşen bir kuruluş olmamasıdır. Bizim en çok karıştırdığımız noktayı şimdi burada çözüyoruz. Yani din üretim için sizi teşvik ediyor. Din ciddi manada sosyal hayatta güvenliğin sağlanması için sizi teşvik ediyor. Ama sizin yaptığınız iş dinle özdeşleştirilmiyor. Ne kadar güzel değil mi? Yani birtakım insanların hataları dine mâl edilmiyor. Ahilik aslında erken dönemde bunu başarabilmiş. Ve nasıl uç veriyor Anadolu’da, o zor dönemde. Hakikaten son derece dikkat çekicidir. Bir bakıyorsunuz bir boyutuyla esnaf teşkilatı olarak ortaya çıkıyor Ahilik karşımıza.

Tek başınıza çok şey üretebilirsiniz, çok yaratıcı yetenekleriniz güçlü olabilir ama organize olmazsanız hiçbir iş yapamazsınız. Buna bugün modern terminolojide sinerji deniliyor. Yani enerjinin daha verimli kullanılabilmesi ancak sinerji ile mümkün olabilir. Sinerji dediğimiz şey pek çok beyinin, enerjinin bir araya gelerek ortak iş yapması, ortak düşünebilmesi. Biz bazen sınıfta ders anlatırken yaşarız bu durumu. Bazen öyle bir hava oluşur ki enerji patlaması olur; daha önce hiç aklınızın ucundan geçmeyen fikirler, düşünceler, bir sağanak halinde akmaya başlar. Ahiliğin iktisadi boyutunda bu sinerjiyi görmek mümkündür. Burada iş birliği, güç birliği, sağlıklı dayanışma ve paylaşma vardır. Toplum, kaliteli mal üretiminin yollarını bulmuş, tutarlı bir kontrol mekanizması geliştirmiştir. Kaliteli mal üretmeyenin “pabucu dama atılır”. “Pabucun dama atılması”, kalitesiz mal üretenin cezalandırılmasıdır. Bu konuda da, adaletin sağlanabilmesi, sistemin sağlıklı işleyebilmesi için gerekli önlemlerin alındığını görmekteyiz.

Ahiliğin Çankırı yöresindeki uzantısı ve bugüne gelen kalıntısı “Yâran Teşkilatı” olarak anılmaktadır. Burada, esnafın yanında, daha çok kırsal kesimin ihtiyaçlarının belirleyici olduğu anlaşılmaktadır. Yâran’da, dayanışma, sosyalleşme, güvenlik, eğitim-öğretim ve eğlence daha bir ön planda görülmektedir. Her şeye rağmen, yine üretimden vaz geçme söz konusu değildir. Bugün Yâran Teşkilatının varlığını, kış gecelerinde haftada bir gün yapılan “yâran yakma”/“ocak yakma” denilen toplantılarda, düğünlerde ve ölümlerde görebilmekteyiz. Eldivan yöresinde, halâ, birtakım toplumsal sorunların çözüme kavuşturulmasında “Baş Ağa” etkin bir faktördür. Burada “Pabucun dama atılması” nın yerini “Ocaktan atılma” almıştır.

Çocukluğumda, bir düğüne katılımın çok az olduğunu fark edince, bunun sebebini babama sorduğumda, “Oğlum onlar ocaktan atılmadır” cevabını almıştım. Bugün hafızalarda fazla yer etmeyen bu “ocaktan atılma”, zamanında toplumun huzurunu bozan, uyarılara aldırmayan insanlara uygulanan bir tür tecrit cezası olarak anlaşılabilir. Toplum “ocaktan atılan” kimseyi dışlıyor; ne düğününe, ne cenazesine katılıyor. Yeri gelmişken, Alevlik-Bektaşilik’de “düşkün ilan edilme”nin de, “ocaktan atılma” ve “pabucun dama atılması” ile aynı köklerden beslenerek ortaya çıktığı kanaatinde olduğumu belirtmeliyim. Alevilik-Bektaşilik’de “eline, beline, diline sahip olma”, Ahilikte ve Yâran’da şöyle ifadesini bulmuştur: “Ahinin üç şeyi açık, üç şeyi kapalı olur: Alnı, kalbi, kapısı açık; eli, beli, dili kapalı olur”. Aslında Ahilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik, Mevlevilik gibi Anadolu’da ortaya çıkan pek çok tasavvufi oluşuma, hem kaynaklık, hem de örneklik teşkil etmiştir. Alevilik-Bektaşilikteki Ehl-i Beyt Sevgisi ve Ali Kültü’nün kaynağı Fütüvvet geleneğidir. Ahilik üzerinde yapılacak bilimsel araştırmalar, bize temel ortak payda konusunda ışık tutacaktır.

Bir gerçeği hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum: Karnı aç olan insanın dini de, imanı da, sanatı da, felsefesi de, geleceği de olmaz. Bunun için Ahilik o zor dönemde Anadolu’da üretimi merkeze alıyor; üretimin kurallarını, sınırlarını belirliyor. O koşullarda, sorunların üstesinden gelebilmenin, insanca yaşayabilmenin yolu, böylesi bir üretimden geçiyor. Yapılan iş, helal kazanç elde etme! Bugün işte kaybettiğimiz en güzide motivasyon kaynaklarından birisi budur. Eğer helal kazanç düşüncesi böyle içimizde yer etmiş olsa yolsuzluktan, hortumculuktan, tulumculuktan söz edilebilir mi? Öbür taraftan, can ve mal güvenliği olmadan da hiçbir şey olmaz. Çankırı yöresinde, hala savcılara fazla iş düşmemesinin sebeplerini, acaba köklerimizde, Ahilikte, değerlerimizde arasak, yanılmış olur muyuz?

Bu durum bize, Türkiye’de ihmal ettiğimiz bir gerçeği hatırlatıyor: yasaların, yönetmeliklerin, kanunların daha iyi işleyebilmesi için, eğer bir altyapı oluşturuyorsa, yararlı oluyorsa, geleneklerimizden, değerlerimizden yararlanmayı bilmeliyiz. Din, eğer hukukun daha iyi işlemesine, adaletin gerçekleştirilmesine ve içselleştirilmesine, sağlıklı üretime, toplumsal barışa katkı sağlayacaksa ki öyledir; yersiz korkularla, dinin bu gücünden yararlanmayı ihmal etmek, herhalde pek akıllıca bir davranış olmaz. Sorun, her bakımdan, din konusundaki bilgi boşluğundan kaynaklanmaktadır diye düşünüyoruz.

Zaten, korkuların çoğu bilgisizlikten kaynaklanmıyor mu? Unutmayalım; din insanın insanlığını gerçekleştirebilmesi için bir araçtır. Toplum, insanî değerlerle ayakta durabilir. Davetiyemize yazılmış olan şu ifadeler ne kadar hoş: “Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi, oğlan babadan öğrenir sohbet gezmeyi.” Aslında sosyalleşme dediğimiz şey budur işte.

Ahilikle, Yaran Teşkilatı ile bu denli ilgilenmek, bazen geçmişe öykünmek olarak anlaşılabilir. Bizim amacımız, ne Ahiliği, ne Yâran Teşkilatını yeniden diriltmek, ne de bu tür oluşumların bizim sorunlarımızı çözeceğini ileri sürmektir. Amacımız, bu milletin ürettiği böylesi güzel kuruluşları doğru anlayıp, bugün onlardan daha iyilerinin gerçekleştirilebileceğini hatırlatmaktır. Ahilik, zamanında, kendi modernitemizi kendimizin yarattığının bir göstergesiydi. Biz son asırlarda, Batı tipi bir modernitenin, tek tip bir modernitenin dayatmasıyla karşı karşıya kaldık. Oysa, kendi modernitemizi yaratmayı başarabilseydik, bu bütün insanlık için de örnek olabilirdi. Şimdi de geç kalmış olmamıza rağmen, İslam’la çağdaşlaşmayı başarabilmemiz gerekmektedir.

Bir İlahiyatçı olarak benden İslam’ı bir cümleyle özetlememi isterseniz, size Ahkaf suresinin 13. ayetini hatırlatırım. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Rabbimiz Allah’tır deyip dosdoğru olanlara korku yoktur. Onlar asla üzülmeyecektir.” İşte İslam’ın özeti budur. İki şey var burada. Rabbimiz Allah’tır demek tevhit, Allah’ın varlığına birliğine inanmak o da iman. Tevhid, beraberinde nübüvvet ve ahiret inancını da getirir. Arkasından dosdoğru olmak geliyor. Kur’an-ı Kerim’in salih amel dediği şeyin özeti de odur işte. Dürüst olmak, dosdoğru olmayı başarmak, din alanında olmazsa olmazı başarmak anlamına gelmektedir. Bütün ibadetler dosdoğru olmayı sağlamaya yöneliktir. “İnnessâlâte tenhâ âni’l-fahşâi ve’l-münker”, “namaz insanı kötülüklerden, fuhşiyattan alıkoyar” Bakın dosdoğru olmaya çağırıyor. Bütün ibadetlerin özünde bu vardır. Dosdoğru olmayı başardığınızda sorun biter. Allah diyor ki: “Onlar üzülmeyecekler”. Bir başka ayette “onların yanına melekler iner” diyor. Ne kadar muhteşem bir müjde değil mi? Ama var olan din anlayışımızla mukayese edelim bunu. Aradaki uçurumu herhalde görebilirsiniz diye düşünüyorum.

Böylesi Kur’an’daki kurucu ilkelere uygun olarak şekillenen din anlayışı, insanları elbette üretime teşvik edecektir. Nitekim Ahilik, bunun ilginç bir örneğidir; üretim merkezli bir oluşum olmasına rağmen, ne kurumsal manada kendisini dinle özdeşleştirmiş; ne de dinin çıkar amaçlı kullanımına göz yummuş. Burası gerçekten çok önemlidir. Dinin politikacıların elinde oyuncak haline gelmesini önlemenin yolu, dinin egemenlik iddiasının olmadığını iyi anlamaktan geçmektedir. İnsanın egemenlik iddiası vardır; dinin değil. Dinin, en temelde bireysel olduğu gerçeğini iyi anlarsak, bu ilişki de kolayca çözüme kavuşturulabilir. İslam’a göre iman, sorumluluk ve kurtuluş bireyseldir. İşte bize düşen, buradaki birey bilincini, kendi kök değerlerimizle besleyip, geliştirmek ve ön plana çıkartmaktır. O zaman bizim demokrasi ile, laiklikle bir sorunumuz olur mu?

Daha da ötesi, Müslümanlar, mevcut koşullarda, Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasi üretmek mecburiyetindedirler. Müslüman’ın özgürlüklerle ilgili bir sorunu olmaz. Tevhid gerçeğine inanmak özgürlüktür. İslam dini insanı özgürleştirmek için vardır. Özgürleşmenin de bir bedeli vardır: Üretmeden özgürlük olmaz. Tüketici köleler asla özgür olamazlar. Özgürlüğün baş şartı öncelikle insanın yaratıcı yeteneklerinin etkin kılınmasıdır. Özgürlüğün hemen arkasından gelen başka unsurlar vardır. Özgürlük sorumluluktur. Sorumluluk bilincinin geliştiği ölçüde özgürlükten ve sağlıklı demokrasiden söz edebiliriz.

Ahilikle alakalı bu temel ilkelerin ön plana çıkartılması, ciddi manada geleceğimize ışık tutmaktadır. Ve biz geçmişi doğru anlayabildiğimiz takdirde geleceğimizi daha sağlıklı kurma şansına sahip olacağız.

Efendim, aslında şu söylediğimiz, ortaya koyduğumuz hususlara bugün sadece Türkiye olarak bizim değil tüm dünyanın ihtiyacı var. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi değerlerden söz ettik. Bu değerler bugün Irak’ta fiilen Batılılar tarafından tahrip ediliyor. Irak’ta demokrasi var mı? Irak’ta hukukun üstünlüğü, laiklik, insan hakları vardır diyebilecek miyiz?

Avrupa Birliği müzakereleri sürecinde karşılaştığımız tablo ne kadar dürüstlük yansıtıyor? Hani ön koşul yoktu? Müzakere metinlerinin başında Türkiye’nin hazmedilmesi ifadesi ne anlama geliyor? Sanıyorum dikkatlerden kaçmamıştır bu hazım meselesi. Türkiye Batı için oldukça büyük bir lokma. Ona göre, Türkiye’nin parçalanması gerekiyor. Ancak, Türkiye’nin de bağışıklık sistemini bu kadar tahrip etmemesi lazımdı. Şu anda, sanki iyice köşeye sıkışmış gibiyiz. Türkiye’de herkes köşeye sıkıştı. Bağışıklık sistemimizde sorun var. Misyonerlik faaliyetleri endişe yaratmaya başladı. Eğer bağışıklık sisteminizde sorunlar varsa, paniklemeniz son derece doğal. Batının çifte standardı açıkça görülebiliyor: Bizim terörist dediğimiz kimseler Batı’da özgürlük savaşçıları diye el üstünde tutulmuyor mu? Kendileri 30 bin canı kaybetselerdi bakalım ne olurdu Batıda?

Dürüstlüğe tüm dünyanın ihtiyacı var.

O zaman şunu söylemek istiyorum. Biz öncelikle kendimiz kalarak bu dünyada hak ettiğimiz yeri almak için bu değerleri yeniden üretmek mecburiyetindeyiz. Ama bu değerleri bütün insanlık için üretmek zorundayız. İşte o zaman, bu değerler kuşatıcı hale gelecektir. Şu anda kendimizin ihtiyacı var buna; ama bunları evrensel ölçekte ürettiğimiz zaman bütün insanlığı kucaklayacak boyuta ulaşacaktır.

Bugün insanlığın yeni bir insan anlayışına ihtiyacı vardır. Şu anda var olan Batı uygarlığının ürettiği insan anlayışı artık mutluluk getirmiyor. Batı uygarlığının ürettiği insan anlayışı Müslüman dünyayı terörist bataklığı olarak algılıyor ve bugüne kadar uyguladığı sömürü düzenini nasıl sürdürebilirim diye düşünüyor. Müslüman dünya, eğer gerçekten İslam’ı keşfedecekse bundan kurtulmanın yolunu bulmak zorundadır. Bu farklı bir şekilde olacak.

Son sözlerim efendim, diyorum ki bizim üreteceğimiz bu yüksek değerlere dünyanın ihtiyacı var. Kuran’da Allah ahiretin varlığı ile alakalı bir mukayese yapıyor. “Kâle men yuhyi’l-izâme vehiye ramîm” “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek”, diyor. “De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir”[1] Ben buradan hareketle şunu düşündüm. Bu millet tüm insanlığa örnek olabilecek muhteşem bir uygarlık yaratmış. Geçmişte bunu başarmışız. Son üç asırda bu milletin yaratıcı yetenekleri törpülenmiş, köreltilmiş, uygarlık bilinci kaybolmuş ve bu hale düşmüşüz. Geçmişte böyle bir uygarlık yarattığımıza göre, geçmişi doğru anlarsak, günün koşullarına göre çok iyi bir şekilde yeniden değerlendirebilirsek, bu millet elbirliğiyle yeni bir uygarlık yaratabilir.

Sabırla dinlediniz çok teşekkür ediyorum efendim.

(*) Geçmişten Geleceğe Çankırı, Çankırı’da Ahilik, Yâran ve Günümüz Açısından Anlam ve Önemi, Prof. Dr. Hasan Onat, Çankırı Valiliği, III. Çankırı Kültürü Bilgi Şöleni Bildirileri, S. 93-104, 2005.