Okuyucularımla uzun soluklu, 5 büyük cilt tutan “Ünlülerin Bilmediğimiz Yönleri ve ilginç Hayat Hikâyeleri” adıyla yaptığım bir çalışmanın önsözünü paylaşmak istedim.
İnsanlık tarihi gibi bilim ve kültür tarihi de iyilerin ve kötülerin mücadelesi şeklinde bir seyir izlemektedir. Nemrut’un karşısında İbrahim’i, Firavunun karşısında Musa’yı görüyoruz. Dünya üzerinde milletlerin ve devletlerin tarihinde kötülerin çoğunlukta olup iyilerin baskı ve zulüm gördüğü devirler olduğu gibi, iyilerin çoğunlukta olduğu, kötülerin fazla barınamadığı devirler de yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. İnancımıza göre dünya hayatı bir imtihan yeridir. Kötüler olmasaydı iyilerin kıymeti nasıl bilinirdi. Karanlık olmasaydı ışığın kıymeti bilinir miydi? Ancak, bir bilgenin dediği gibi: “Çoğu zaman zalimler zulmünün karşılığını, iyiler iyiliğinin mükâfatını görmeden bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Büyük suçların cezası nasıl yüksek mahkemelerde görülüyorsa, büyük zalimlerin mahkemesi de ahirete/büyük hesap gününe bırakılıyor. Yoksa öyle olmasa, Allah’ın adaletine zıt bir durum ortaya çıkardı.”
Ünlülerin hayatını araştırırken çok ilginç sonuçlara ulaştık. İngilizlerin, kısa ve öz olarak: “No pain, nogain” dedikleri bir gerçeği yakaladık. Çeviri derslerine girdiğim yıllarda öğrencilerime bu özdeyişi Türkçeye nasıl çevirirsiniz diye sormuştum. Çoğu düz mantıktan giderek “Acı yoksa kazanç da yok” diye çevirmişti. Çevirilerin çoğunun sıkıcı olmasının sebebi, çevirmenin yabancı dili olmasına karşılık Türkçesinin zayıf olmasıdır. Bu özdeyişi “Rahmet zahmette gizlidir,” diye çevirdiğimizde gerçek anlamını vermiş oluruz. Buradan hareketle şöyle diyebiliriz: “Hiçbir ünlü, başarı merdivenlerini eli cebinde tırmanmamıştır. Hemen hepsi zorluklarla karşılaşmış, yılmamış, azimle ve sabırla yoluna devam etmiş, sonunda başarıyı ve şöhreti yakalamış; ancak çoğu hak ettiği maddi ve manevi karşılığını alamadan hayata veda etmiştir.”
Kölelik rejimini savunan Güneyliler birliğine karşı Kuzeyliler birliğini kuran ve Güney ordusunu yenerek zafer kazanan, eyaletleri merkezi hükümete bağlayarak birliği sağlayan, Zenci kölelere eşit vatandaşlık hakkı kazandıran, iyi bir hukukçu ve hatip olan Amerika’nın 16. Başkanı Abraham Lincoln, ancak okuma yazma öğrenecek kadar kısa sürelerle okula gidebildi. 21 yaşına gelinceye kadar vahşi hayvanların dolaşıp durduğu balta girmemiş ormanların yakınındaki bir tahta kulübede çok zor şartlar içinde babasıyla birlikte marangozluk ve odun yarıcılığı yaparak yaşadı.
Ülkemizin en iyi gazetecilerinden, iki yüze yakın makale, hikâye, roman yazan Ahmet Mithat Efendi, çocuk yaşta İstanbul Kapalıçarşı’da bir baharatçı dükkânında çırak olarak işe başladı. Çok yaramaz bir çocuktu. Mahalleli onun yaramazlıklarından yaka silker oldu. Babası hem uslanması, hem de bir meslek öğrenmesi için onu okula göndermek yerine Kapalıçarşı’da bir baharatçının yanına çırak verdi. Ahmet, akşamları komşu dükkânın sahibi Hacı İbrahim Efendinin evine giderek ondan okuma yazma öğrendi. Genç yaşta Mithat Paşa’nın güvenini kazanarak onun himayesine girdi. Onunla birlikte özel kalem müdürü olarak Bağdat’a gitti. İlk kitaplarını ve gazete yazılarını burada kaleme aldı.
Dostoyevski, Edison, Benjamin Franklin, Mehmet Akif ve Beethoven gibi birçok ünlü fakir bir aileden geldikleri halde yılmadan çalışmış, ilim ve bilim dünyasında adını duyurmuşlardır.
Bu araştırmamızda ikinci bir gerçeği daha yakaladık. Ünlülerin büyük çoğunluğu dünyada iken özellikle maddi yönden başarılarının karşılığını alamadan hayata veda etmiştir. Ünlü şair ve kısa öykü yazarı Edgar Allan Poe, “TheRaven/Kuzgun” adını taşıyan şiiri üzerinde tam on yıl çalıştığı halde sonunda bu şaheseri ancak on dolara satabilmiş, eşiyle tahta bir kulübede komşularının yardımıyla hayatlarını sürdürebilmiştir. İnanılması zor ama bu ünlü şiirin kendi el yazısı olan nüshası bir koleksiyoncu tarafından yüz bin dolara satın alınmıştı.
Aynı kaderi dâhi ressam Van Gogh paylaşacaktır. Okulu bitirdikten sonra baba mesleği olan papazlığı seçti. Güney Belçika’daki maden ocaklarında çalışan işçilere ve köylülere vaaz vermeye başladı. Orada gördüğü fakirlik ona o kadar etki yapmıştı ki, kilise tarafından kendisine verilen yiyecek, giyecek ve ayakkabılarını fakirlere dağıtıyordu. Bu hareketi sebebiyle kilisedeki görevinden atıldı. Boş kaldığı süre içinde resim yapmaktan zevk aldığını ve bu konuda yetenekli olduğunu fark etti. O da kendisini sanata verdi.
Modele verecek parası olmadığı için model olarak çoğu kereler köylüleri, çiçekleri, doğa manzaralarını ve kendi eski ayakkabılarını çizdi, 40 Kere farklı pozisyonlarda kendi resmini yaptı. Van Gogh, sağlığında ve hayatının son yılında yaptığı 1800 resim ve tualden hiç birini satamamış; bu yüzden yakası fakirlikten kurtulamamıştı. Resimlerinden sadece bir tanesini, bir ressam arkadaşına 80 dolara satabilmişti.
Fakirlikten ve gıdasızlıktan ruh sağlığı bozuldu. Ağır bir kriz geçirdiği sırada onu bir akıl hastanesine kaldırdılar. En ünlü ve en değerli eserini “Yıldızlı Gece” adıyla burada çizdi. Hastaneden çıktıktan bir sene sonra, Temmuz ayında, 37 yaşında, tabancayla kendini göğsünden vurdu ve iki gün sonra öldü.
1970 Şubat ayında «Selvi ve Çiçeklenen Ağaç» adlı tablosu bir müzayedede bir milyon üç yüz bin dolara satılmıştı. Bir koleksiyoncu, 1990 yılında “Dr. Gache” isimli portreyi 148 milyon 600 bin dolara satın almıştı.
Ünlülerin ilginç ve bilinmeyen hayat hikâyelerini konu alan bu seride aynı şekilde iyiler kadar kötüleri de tanıyacaksınız. Bunların başında ilginç hayat hikâyesi ile materyalist “pozitivizm” akımının kurucusu sayılan AugusteComte gelmektedir. Comte, “Beş duyunun algılayamadığı her bilgi, ispatlanamaz, bilim dışı olup kabul edilemez,” diyerek dinleri ve Allah inancını bilim dışı kabul ediyordu. Tezini kuvvetlendirmek için ateist filozofların kitaplarından notlar çıkarırken aklî dengesini kaybeder. Karısının onu öldürmek için plânlar kurduğu vehmine kapılır. Yatağını ayırarak başka bir odaya geçer. Kapıyı arkadan kilitlediği halde vehimlerinden kurtulamaz.
24 Nisan 1826 günü evini terk eder. Karısı, onu bir gölün kenarında bulur. Karısını görünce yüzme bilmediğini unutarak kendini gölün sularına bırakır. Kadıncağız, güç-bela onu boğulmaktan kurtarır. Karısı, bu akıl hastası ve geçimsiz adama daha fazla tahammül edemeyerek onu terk eder.
Ders verecek yeterli öğrenci bulamayan ve sefil bir duruma düşen filozofa ateist filozof StuartMill ve eski öğrencileri maddi yardımda bulunarak hayatta kalmasına yardımcı oluyorlardı. Comte, 1845 yılının baharında, kocası ömür boyu hapse mahkûm olmuş, ClotildeDevaux adında 30 yaşlarında, çektiği sefalet hayatının etkisiyle ‘‘bir deri bir kemik’’ kalmış, hasta bir kadınla tanışır ve ona bağlanır. Bütün zamanını sevdiği kadını düşünmeye ayırır. Bir sene içinde ona yazdığı övgü dolu mektupların sayısı 181’e ulaşmıştır.
Kadın, yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak, tanıştıklarının ikinci senesinde ölür. Comte, onun öldüğünü kabullenmek istemez. Gaipten mesajlar aldığını ileri sürerek mistik hezeyanlara başlar. Kendisini “İnsanlık Dini” adını verdiği yeni bir dinin elçisi ilân eder. Ona mesajlar gönderen tanrısı, 30 yaşlarında ‘Koruyucu Meleklerin En Büyüğü’ ’ sıfatı ile andığı, tüy gibi hafif bir kadındır.
İnsanlığı temsil ettiğini söylediği ve “Büyük Varlık” adını verdiği bu tanrı, Clotilde’den başkası değildir. Aslında Clotilde burada bir semboldür. Comte, hasta ruhunu sükûnete kavuşturmak ve yaratılıştan ona verilen “ibadet etmek” ihtiyacım karşılamak için bir tanrı ve din icat etmiştir. 1857 senesinin 5 Eylül günü, yine “Büyük Varlık” dediği' Clotilde’in masası önünde diz çökmüş halde ibadet ederken ölür...
Çok ilginçtir, Osmanlı ülkesinde kendisini Comt’un temsilcisi olarak gören Beşir Fuad’ın akıbeti de kötü biter. Beşir Fuat, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak 1852 yılında İstanbul’da doğdu. Temel öğrenimini Fatih rüştiyesinde yaptı. Babası Hurşid Paşa Suriye'ye tayin olunca oğlunu fanatik bir Katolik mezhebi olan Cizvitlerin okuluna yazdırdı. Cizvit okulundaki hocaları İslâmiyet’ten soğutmak için Beşir Fuad'apozitivizm felsefesi aşıladı. İslam kültürü ve din duygusu zayıfladı. O, artık ateşli bir batılılaşma taraftarıydı. H. Spencer, S. Mill, Diderot, De La Mettrie gibi materyalist filozofları okuyor ve takdir ediyordu.
Suriye dönüşü Harbiye’ye giren Beşir Fuad1873 yılında mezun oldu ve babasının aracılığı ile Sultan Abdülaziz’in yaverleri arasına katıldı. Bir yandan felsefi makaleler ve kitaplar yazıyor, bir yandan da sefahat ve zevk âlemine dalıyordu. Annesi 1886 yılında bir akıl hastanesinde ölür. Çok geçmeden oğlu Namık Kemal 2,5 yaşında hayata veda eder. İki ölüm olayı ahirete ve öldükten sonra dirilmeye inanmayan Fuad’ı derinden etkiler. "İki seneye yakındır intihar niyetiyle yatıp kalkıyorum. Bir türlü üstesinden gelemediğim bunalımlardan kurtulma çaresi olarak intihardan daha uygun bir yol göremiyorum,” der.
Tıp ilmine katkı sağlamak için intihar sırasında yaşadıklarını not eder. Cesedinin bilimsel araştırma için Tıbbiyeye verilmesini ister. Onun intiharını yazması ilme katkı sağlamadığı gibi, ailesi de cesedini Tıbbiyeye vermez.
Kötüler arasında Doktor Abdullah Cevdet’i anmamak olmaz. Kaçtığı Paris’te Jön Türklerle birlikte hareket eden, İttihat Terakkinin kurucuları arasında yer alan ve materyalist felsefeyi savunan Doktor Abdullah Cevdet, 1908’de ReinhartPieter Anne Dozy’nin “İslam Tarihi Üzerine Deneme” isimli iki ciltlik çalışmasını “Tarih-i İslamiye” ismiyle Türkçeye çevirip yayınladığında yer yerinden oynadı. Kitapta İslam’a ve Peygamber Efendimize atılan çok ağır iftiralar inançlı insanları son derece rahatsız etti. Kitap yasaklandı, toplatıldı ve kendisi de yargılanarak sürgüne gönderildi.
Bir Fransız gazetecinin “İslâm Dünyası nasıl kurtulur?” şeklindeki sorusuna, “Kur’an’ı kapa, kadınları aç!” demesi meşhurdur. Cenazesinin ortada kalmasına sebep olan asıl kıyamet, Fransız Papaz Jean Meslier tarafından yazılan “Tanrısızlığın İlmihali” isimli kitabı tercüme ederek, “Akl-ı Selim” adıyla yayınlamasıyla koptu. Kitapta Allah’a, peygamberlere ve bütün dinlere saldırılmakta, hakaretler yağdırılmaktadır. Fakat Cevdet bunu Gazi Mustafa Kemal’in isteğiyle tercüme ettiğini söyler. Zaten kitap kendi matbaasında değil, devlet matbaasında basılır, Milli Eğitim Bakanlığı yayınları arasında çıkar.
Abdullah Cevdet, genelde dini, özelde İslâmiyet’i eleştiren kafa karıştırıcı yazılarından dolayı “dinsiz” olarak tanındı, dolaysıyla halkın nefretini kazandı. O kadar ki, 29 Kasım 1932 günü öldüğünde Ayasofya Camii’ne getirilen cenazesi sahipsiz kaldı, ne imam ne cemaat namazını kılmaya yanaşmadı, ancak halkın sevdiği Peyami Safa’nın ricası üzerine namazı kılındı. Çok ilginçtir, Latin alfabenin hararetli savunucularından olan ve harf devrimini destekleyen Abdullah Cevdet, yeni yazıya bir türlü alışamamış, yazılarını ölünceye kadar Osmanlıca yazmıştır.
Ülkemizde, ne yazık ki, üzerinde en az çalışılan konuların başında biyografi kitapları gelmektedir. Okuyucularımızın “Unutulmayan İnsanlar” ve “Örnek İnsanlar” kitaplarından hatırlayacakları gibi öyle insanlar vardır ki onlarca insana, özellikle gençlere ışık tutmuş, onların hayatlarına yön vermiştir. Bu seride farklı bir bakış açısıyla sadece insanlığa faydası dokunanlara değil, ibretlik olsun diye zararı dokunanlara da yer verdik. Önsözün başında dediğimiz gibi çoğu zaman iyiler iyiliklerinin mükâfatını görmeden, kötüler kötülüklerinin cezası çekmeden bu dünyadan göçüp gidiyorlar ve gitmeye devam ediyorlar. İnancımız o ki iyilerin emeklerinin boşa çıkmayacağı, kötülerin de yaptıklarının yanlarına kalmayacağı bir hesap günü var.