Arkadaşım Çelebi Çağlayan ile birlikte gerekli ve faydalı olduğuna inandığımız, güncel bir konu olan “İnternet Bağımlılığı, Medya Alışkanlığı ve Güvenli İnternet” başlıklı bir kitap hazırladık. Kitabın “Giriş” yazısını okuyucularımızla paylaşmak istedik.
Çocukları ve gençleri intihara sürükleyen Mavi Balina oyununun kurucusu PhilippBudeikin, “Bu oyunu kurmadaki amacım hiçbir işe yaramadığını, hiçbir değeri olmadığını, yaşamanın bir anlamı ifade etmediğini düşünenleri intihara iterek toplumu bunlardan temizlemektir,” der. Çok ilginçtir, internet ve sosyal medya bağımlıları üzerinde yapılan araştırmalarda ve uygulanan kişilik testlerinde bu kişilerin kendilerini yalnız ve değersiz hissettiklerini, sanal dünyada arkadaşlıklar edinerek, arzu ettikleri kişiliğe bürünerek, ilgi çekerek, kendisinden bahsedilmesini sağlayarak mutlu olduklarını ifade etmişlerdir. Ancak bu sanal mutluluk onları gerçek hayattan uzaklaştırmakta, öz bakımlarını ve sorumluluklarını aksatmakta, daha çok yalnızlaştırmaktadır.
Bir yakınını kaybetmiş olanlar bilir, sevdiğiniz kişi o şehirde olmayınca koskoca şehir nasıl bir anda boşalır. Sokaklarında yürürken sevdiğinizle karşılaşma ihtimaliniz yoksa artık o şehri eskisi gibi sevebilir misiniz? Oysa görünüşte her şey aynıdır; evler, sokaklar, yürüdüğünüz yollar ama ruhunuz üşür. Sadece bir kayıp yaşadığımızda değil, anlamı yitirdiğimiz her durumda biraz daha kaybolur, yolumuzu biraz daha yitiririz. Anlamın olmadığı bir dünya ışıksızdır: Niçin varım, neden yaşıyorum?
Teknolojinin sunduğu modern hayat, özellikle büyük şehirlerde öylesine hızlı ve telaşlı akıyor ki durup da hayatın anlamı üzerine kafa yormuyoruz. Kapitalizm, tüketim, medya ve kültür endüstrisi her ânımızı nasıl geçireceğimizi, hatta yaşama dair hedeflerimizi belirlemiyor mu? İçimizde, o çok derinlere itip, susturduğumuz sahici benliğimizin sesini en son ne zaman duyduk? Ne zaman konuştuk onunla? Bir topluluğa ait olmadan, bir amaca sahip olmadan, bir değere inanmadan yaşamak anlamı olmayan kuru bir yaşamdır. Anlamsız yaşamak, zifiri karanlıkta yön bulmaya benzer.
Bir aileye ve bir topluluğa ait olmak, bize sevildiğimizi ve değerli olduğumuzu hissettiriyor. Hem ilgi görüyoruz hem de ilgi göstererek etrafımızdakilerle sürekli bir duygusal etkileşimde bulunuyoruz. Bu bizi yalnızlık hissinden koruyor. Bu durum bebeklik çağında daha da önem kazanıyor. Araştırmalar yetimhane ya da bakımevlerinde yalnız büyüyen birçok bebeğin çok küçük yaşlarda hayatını kaybettiğine işaret ediyor. Annesi tarafından terk edilmiş ve sevgisiz bir ortamda büyümek zorunda bırakılmış bebeklerin yaşadığı kalp kırıklığı, onu yalnızlaştırıyor; hayata tutunma ve hayatı sevme enerjisi kazandırmıyor. Bebeklik dönemimizdeki hayat kaynağımız, yani bir ilişki arayışımız, büyüdüğümüzde değişmiyor. Bu duygusal bağlara sahip olmak bizim için hâlâ hayati önem taşıyor.
Teknolojinin ve modernitenin getirdiği yaşam tarzı ve ekonomik sistem, geleneksel toplumsal yaşantımızı kökünden değiştirdi. Bugün içinde bulunduğumuz postmodern dönem birçok farklı isimle anılıyor. Küreselleşme ve dijital devrim postmodern zamanların en önemli itici gücü. Neoliberal politikaların nihai hedefi ekonomik iyileştirmeden çok yeni bir insan modeli ortaya koymak: Bağımsız, bireyci, bencil. Ortalama olmak, sıradan olmak artık kabul edilebilir değil, çünkü öyleleri hükmen yenik sayılıyor. Doğuştan mağluplar. Sesi çok çıkan, daha çok görünür olan, kendini iyi pazarlayanlar bu oyunun galibi.
Bencil, özseverlik/narsistik kültürünün her bireyi kendi hazzı peşinde koşar. Çocuksu döneme sıkışan benlik, gerçeklik ile arasına bir perde çeker; özdisiplin, sorumluluk, iş, fedakârlık, diğerkâmlık gibi yüklerden kurtulmak ister. Şimdi şu soru üzerine biraz kafa yoralım: "Benim refahım, benim mutluluğum, benim dünyam!" diyen bireyler "Biz" olmayı başarabilir mi? Bu bencillik ve özseverlik kültüründen sağlıklı bir toplum sadır olur mu? Zor görünüyor, değil mi?
Yalnızlık, modern dünyanın bir salgını; insan için ağır bir yük. Başka insanlarla anlamlı bir bağ kuramadığımızda hem bedenen hem de ruhen değer kaybı yaşıyoruz. Arkadaşlarımızla, dostlarımızla ve insanlarla duygusal bağlar kurduğumuz, sevincimizi ve üzüntümüzü paylaştığımız zaman bencil heveslerimizden ve süfli arzularımızdan kurtulduğumuz gibi daha geniş toplum menfaatlerini görmeye/gözetmeye başlıyoruz. Sosyal bağlarımız bizi sağlıklı ve mutlu kıldığı gibi, bizimle irtibata geçen insanları da olumlu yönde etkiliyor. İnsan olarak birbirimize muhtacız.
Yalnızlık, bizi bilen veya bize ihtimam gösteren birinin olmadığı dehşetidir. Modern dünyada pek çok insan sosyal medya aracılığıyla bu tanınma ve bilinme arzularını doyurmak istiyor. Teşhircilik boyutuna varan bir gösteri marifetiyle hayatlarımızı kamusal alana açıyor ve acılarımızı, hastalıklarımızı, yediklerimizi, giydiklerimizi paylaşmak istiyoruz. Yaptığımız ve yapmayı ümit ettiğimiz eylemlerde bir değer ve gerçeklik bulamadığımızda anlamsızlık ve can sıkıntısı sökün ediyor. Yoğun bir can sıkıntısı halinde ruhun ölümü gerçekleşiyor. Etrafınıza bir bakın, yaşayan ölüler her yerde.
Bilgisayarın ve internetin bize sunduğu kolaylıkları inkâr edemeyiz, İnternet sayesinde aylarca sürecek bir araştırmanın süresi kısalır, istediğimiz bir bilgiye anında ulaşabilir, e-posta ile anında haberleşiriz. İnternet üzerinden e-ticaret yoluyla sipariş verdiğimiz bir mal kapımıza kadar gelir. Ancak iş bu kadarla kalsa bir itirazımız olmaz. Ne var ki, kapitalizmin hizmetine girmiş olan bir internet, sosyal medya yoluyla bizleri tüketime özendirmek, sanal dünyanın içine çekmek, çocuklarımızı oyun bağımlısı yapmak gibi ciddi yan etkileri bulunmaktadır.
İnternet bağımlılığından, sosyal medyadan, sanal âlemden kurtulmanın çaresi, yitiğimiz ve yaratılış mayamız olan toprağa dönüş yapmak, sevdiklerimize ve dostlarımıza zaman ayırmak; benden bize geçiş yapmaktır. Zorluklar ve engeller bizi yıldırmasın. Bizi olgunlaştıran, pişiren zorluklardır. Paradoks gibi görünen dervişane bir söz var: “Aramakla bulunmaz, bulanlar da arayanlardır.” Az Tutulan Yol (TheWayLessTravelled) adında bir kitapta okumuştum. Yazarı diyor ki: “Allah’ın lütfu bütün insanlara açıktır ancak çok azı lütfa kavuşur. Çünkü lütfa giden yol, zorluklarla, engellerle, kimi zaman başarısızlıklarla doludur. Kim bütün bunlara karşı sabırla, inançla ve azimle yoluna devam ederse lütfa kavuşmak ona hak olur.” Alkol, uyuşturucu, kumar ve benzeri alışkanlıklar edinenler üzerinde yapılan araştırmalarda, bu kişilerin zorluklar karşısında çabuk pes ettiklerini, sorumluluk almaktan kaçındıklarını, kendilerine haksızlık yapıldığını düşündüklerini ortaya koymaktadır.
Küreselleşmenin ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği günümüzde dünyanın en zor işlerinden birisi olan çocuk büyütme, onları ailesine ve ülkesine faydalı birer ansan haline getirme daha da zorlaşmış görünüyor. Kendimizi ve çocuklarımızı internetin ve sosyal medyanın, kısacası sanal dünyanın tuzaklarına karşı yılmadan, inançla ve azimle korumamamız; bunun için çaba göstermemiz gerekiyor.
Çocuklar ağladığında, yemek yemediğinde, ısrarla bir istekte bulunduğunda, bazen de bizi rahatsız edip keyfimizi bozmasın diye eline cep telefonunu tutuşturuyor, çizgi film izlemesine ya da oyun oynamasına izin veriyoruz. Teknolojik aletler anneler tarafından bir çeşit dijital emzik olarak kullanılmaktadır. Önceleri annelerin işine gelen ve çözüm gibi görünen bilgisayar, tablet, cep telefonu ve televizyondan oluşan bu dijital emzikler zamanla ciddi bir çözümsüzlüğü ve bağımlılığı da beraberinde getiriyor. Teknolojik bir aletin ekranına kilitlenip saatlerce anne babasını rahatsız etmeyen çocuk birçok anne babanın işine gelebilir. Ancak unutulmamalıdır ki anne babayı rahatsız etmeyen çocuk, sosyal gelişime kendini kapatmış, anne baba ilgisini başka yerlerde arayan çocuk demektir.
Vaktiyle anne ve babalarımız bizi sokaktan toplamakta zorlanıyordu, şimdilerde biz çocuklarımızı ekran başından almakta zorlanıyoruz. “internet bağımlılığı ve sosyal medya alışkanlığı” adını verdiğimiz bu sanal dünya Koronavirüsün aylardır bizi evlerimize kapattığı günlerde bizleri ve çocuklarımızı ekrana iyiden iyiye bağlamış durumda. Çoğumuzun evlerinde birden fazla televizyon ve bilgisayar var. Herkes önündeki ekrana ve elindeki akıllı cep telefonuna bakıyor; kimse diğerinin yüzüne bakmıyor. Siber âlem, meçhule attığımız kement. Onu avcumuzun içine alacağımızı sandığımız anda onun tarafından yutuluyoruz. Makine uygarlığında merhamet yoktur. Teknolojinin bize dayattığı hızlı olma zorunluluğu, bilişsel yeteneklerimizi zayıflatıyor. Kısa dönem hafızamız zedeleniyor. Eskiden ahenk içinde çalışan beyin parçalarımız arasında iletişim bozuklukları oluşuyor.
Çocuklarımızın bilgisayar başında geçirdikleri süre arttıkça haklı olarak endişeleniyoruz. Oynadığı oyun şiddete özendirebilir, islamofobi aşılayabilir, izlediği çizgi film subliminal (bilinçaltı) mesajlar içerebilir, çevirim içi oyunlar kumara alıştırabilir, uygunsuz kişilerle ve pornografik görüntülerle karşılaşabilir, siber zorbalığa ve tehdide maruz kalabilir. Bütün bu ihtimaller bizi korkutuyor. Onlar için ne yapabiliriz? Kendimizi ve onları ekranların büyüsünden nasıl alıkoyabiliriz? Ekran üzerinden gelen yeni zorluklar ve tehlikeler nelerdir; onlarla nasıl baş edebiliriz? Elbette yasaklama çare ve çözüm değildir. Çözüm, başta bilgisayar ve internet olmak üzere teknolojiyi kontrollü ve doğru kullanmaktır. Bunun için ilk adım Güvenli İnternettir. Zararlı yabancı bilgisayar oyunları ve çizgi filmlerinin yerine çocuklarımızın oyun ve çizgi film ihtiyacını karşılayacak inancımızı ve kültürümüzü yansıtan eğitici ve eğlendirici yerli yapımlarımız var.
Bu çalışmamızda “internet bağımlılığı ve sosyal medya alışkanlığı ile baş etme yolları ve güvenli internet kullanımı” için gerekli bilgilere Aile, Ergen ve Çocuk olmak üzere üç bölüm halinde detaylı olarak yer verdik. Kaynaklar bölümünde görüleceği gibi konu ile ilgili geniş bir literatür taraması yaptık. Bilgi insana güç ve güven verir. Çalışmamızın sizlere güç ve güven vermesini umuyor, güvenli internet için önemli bir ihtiyacı karşıladığımıza inanıyoruz.
Not: Kitabımız yayımlandığında Ercan Beyle yapacağımız bir röportajla sizleri kitap hakkında bilgilendireceğiz.