Boz bulanık bir havanın ayazında, akşamdan esen sert rüzgarların savuşturduğu kar taneleri kıyı köşe kuytu ne varsa doldururdu. Bu mana yüklü tabloda sanki apayrı güzellikler sunardı, tabiat ana gözlerimize. Ancak anlık bakmayla, çocuksu bir hevesle, aklımızın ermediğinden dolayı fazlaca derinlere de dalmazdık. O eski kışların, sert esen ayazların, bolca yağan karların değerini şimdilerde arar olduk.

Ağaç dallarına tutunmuş minnacık kar zerreleri, ayrı bir hava veriyordu iç dünyamıza. Hele yılların yorgunu o ceryan telleri, yamuk hallerini saran kar katmanlarıyla örtülüydü. Çaresiz kalmış, serçelerin, sığırcıkların gayretli ve telaşlı halleri ise çocukça zekamızda san kile oyun oynuyorlarmış gibi geliyordu o zamanlar bizlere.

Derme çatma kızaklarla, Mahzenin bayırı, bağrış çığrışlarla kayan çocuklarla, panayır yeri gibi olurdu birden. Sabahın seherinde, erken kalkan ağabeylerimizce kayak zemini, çoktan hazırlanmıştı bile. Sarı Baba mezarlığının o dik Kızıl bayırı ise tez zamanda, imece ile kayılacak kıvama gelmişti bile. Eski küskü muşambalar, yırtık eski naylon çamaşır leğenleri ellerde, yana yıkıla aşağılara kadar heyecanla yüksek sesli coşkularla, düğün alayı gibi oluverirdi her yer.

Ayaklarda naylon ayakkabılar, kimilerinde ise kara lastikler içindeki yamalı çorapların ıslaklığına bile aldırış etmezdik. Hele birde lastik çizmeler var diki, içleri buz gibi, bir o kadar yüzeyi ise sertti, boğaz kısımları ise ayak baldırlarımızda habire iz bırakırdı. Zamanla kızarıklıklarına bile aldırış etmezdik. Soğuktan kızarmış yanaklarımız, o minik kulaklarımız bir an yok sayardık. Analarımızın eski kazaklardan söküp de, yeniden ördüğü, otuz çeşit iplerden meydana gelmiş renkli Süveter denilen kazakları bile fayda etmezdi biçare.

Eldiven ise hak getire, eski eşi olmayan yamalıklı çoraplar la ellerimizi korumaya çalışırdık. Yinede çetin kışın sert ayazından üşümesine, kardan ıslanmasına doğrusu engelde olamazdık. Mütemadiyen akan burunlarımız ise arada bir iki el hareketiyle genelde mahalle terzisi Melahat teyzenin, Sümer bank üretimi pamuklu basmalardan diktiği esvapların koluyla paklardık.

Büyük ağabeylerimizin boylarınca yaptığı kardan adamlar dizilirdi mezarlığın boş alanlarında. Kendine güvenenler ise, içinde kaybolduğumuz karlar altında güreş tutarak doyasıya oynarlardı. Kimileri karşılıklı gruplar oluşturarak, kartopu savaşına başlarlardı, soğuk ellerde rastgele alınan yerdeki karlar, büyük bir hışımla avuçlarda sıkılır ve sertleşmiş halde can havliyle hedef gözetmeksizin karşı tarafa atılırdı. Oyun bu ya, ustalıkta attığını vurmak, atılandan ise kaçarak kartopunu yememek esas olandı. Heyecanlı koşuşturmalar arasında, kimileri fazla kartopu yemenin mağlubiyetiyle iç dünyasına küser, buruşuk yüz halini ise soğuğun mazeretiymiş gibi göstermeye çalışır. Kimileri ise önceki günden kalma öcünü almış gibi alaycı bakardı. Kimi zaman ise anlık gülüşmeler ya da küsüşmelerle, bazen de ağlamalarla geçerdi o zaman.

Çocukluğuna özlem duyan analar babalarda öyle ‘’Aman hastalanacak’’ diye düşünmezlerdi. Özellikle teyzeler, ablalar üzerine aldıkları atkıları ile ayağında ise altları dişli kara lastikleri ile hafif titrek halleriyle, elleri üşümesin diye göğüs altlarında birleştirdikleri kollarıyla ısınarak, çocukların, karla olan eğlencesini, tebessümle bakarlardı. Kim bilir hangi hülyaları içlerinde yaşıyorlardı, O an. Kimi amcalar kasketli şapkaları arasında karın beyazlığıyla zorlanarak bakmaya çalışırlarken, dudaklarına iliştirdikleri sigaralarıyla, olup bitenlerden ‘’Bizde, keşke çocuk olsak da, oynasak der’’ gibiydiler sanki.

Acıkıp evlerine gidenler öyle oturup da, sofralarında bal kaymak bulacak halleri yoktu. Her giden, bayat ekmek üzerine sürülmüş ya Çemenci Hacer teyzeden, ya da Cennet teyzeden alınmış bol sarımsaklı çemenleri, sanki kuzu dolması tadında, şapırdatarak yerlerdi. Kimi annelerin güzine sobanın fırınlarında, kaldırım taşı kadar sert olan hafif tatlı kare şeklinde yaptıkları Lokul denilen yiyeceklere, döke saça yumulurlardı. Susadığımızda ise ya eve gider ya da ilk kar değilse küçük avuçlarımızla atardık karları ağzımıza. Genelde ilk yağan kar yenmezdi, Köpek karı derlerdi, biz böyle belledik büyüklerimizden.


Hele bazılarımız, genelde yere yakın yapılardan oluşan kerpiçli hanelerin hampuçlarından zamanla sarkmış buz sarkıtlarını, titrek elleriyle kopartarak alıp, üşümüş dudaklarıyla yalayarak susuzluklarını giderirlerdi. Oyun, tatlı geldiğinden genelde çocukluk işte, açlık veya tokluk çokta akla gelmezdi hani. Koca günün, nasıl geçtiğini anlayamadığımız gibi.

Yanık sesle okunan cızırtılı hoparlördeki akşamın, ezan sesini duyduğumuzda ise artık oyun sonlanmış olurdu. Her tarafımız ıslanmış, mecalsiz hallerde, yarın buluşmak umuduyla, fakirhanelerimizin tahta kapılarından girerdik. Elbette analarımızın o anki ruh halleriyle, yiyeceğimiz zılgıtın hesabını da yapmıyor değildik. Çok kızdıklarında ise ‘’Hele bir hastalan da, iğneci Yusuf’a gocaman iğneyi vurdurayım da, sen bir gör’’derlerdi. Talebelik zamanında ise, ’’Seni öğretmenine söyleyeceğim ‘’ demeleri bile bize, apayrı korku verirdi. Çünkü öğretmen baş tacı, hayatın temel taşları ve bir bakıma her şeyimizdi, toplum kuralları ve genel ahlak anlayışımız, üzülerek de olsa bugün ki bunca saygısızlıktan ziyade, oldukça iyi idi.

Ürkek bir halde ıslak ayaklarla bir odalık olan hanemizde, yanan soba umudumuz olurdu. Sadece sert bir bakışından bile çekindiğimiz babamıza, durum anamız tarafından iletilmediyse, o günüde şanslı bir halde geçirmiş sayardık. Rahmetli babam, o gür kaşlarını şöyle bir çattın mı, kara gözlerini karartımı, bilirdik ki bir yerde yanlış yaptık. Öyle sene sen, yok karşılık verme, yok alaya alma gibi edep dışı davranmak, her babayiğidin harcı ve de, haddi değildi.

Ne de olsa oyunda farkına varamayıp sonradan terleyip de üşümeye başladığımız o an, sıcak şefkat yuvası gibi olurdu soba. Gürüldeyerek yanan, odunların çıtırtısının o anki gizemi bile hala kulaklarımızda, özlem duyduğumuz harika bir ses. Arada bir, ters rüzgâr geldiğinde, geri tepen dumanın ve reçineli yanan odunun kokusu bile, tütsü gibi gelirdi o canım mazide.

Hele anamızın; her daim bakır kaplarda yaptığı ve sobanın üzerindeki, yeşil mercimekli tarhana çorbasının fokurdayan hali ise, bir başka güzeldi. Küçücük, odanın her yanı tarhana kokusuyla kaplıydı. Daracık haliyle haneyi aydınlatmaya çalışan çerçevesi yeşile boyanmış penceremizin camındaki, kaynayan çorbanın puslarını oynayarak, parmak izlerimizden çıkan türlü şekillerin izi kalırdı.Zengin gönül dünyamızda, neler vardı neler..!

Sobanın boru çıkışına yakın yerinde, bakır kalaylı Soba üstü denilen, büyükçe, bakır kalaylı kapaklı kap içinde ise, sıcak su hiç eksilmezdi. Garip anamın; abdest için arada bir naylon tası daldırıp alırken, düşen damlaların, sıcak sobanın yüzeyindeki cızırdayarak kayboluş hali bile bir başkaydı.

Babamız yorgun argın işten geldiğindeyse, keyfinde de bir sıkıntı yok ise, hane sessizliğe bürünürdü. Zimin gibi deriden yapılmış gocuğunu somyaya bırakır, Frenk gömleğinin kolları sıvanırken, bizde anlardık hemen ellerin, avuçların yıkanacağını. Naylon tas her zamanki gibi soba üstüne daldırılıp alınır ve sofa denilen yerdeki eski tenekeden bozma, kap üzerinde babamızın el yıkama faslına, su dökerek iştirak ederdik. Arada bir ağzımızı açıp, gözümüz oynaştaysa, su dökerken sal dur, sul dur davrandığımızda ‘Doğru dök suyu’’ sesi ile irkilir daha da dikkatli olmaya başlardık. Öylede özenerek yıkardı ki, dakikalarca o iri eller birbirine karışır, gıcır gıcır oluncaya kadar, ha bitti, ha bitecek arası fasıla devam eder giderdi.

Baskılı, şekilli sofra bezi serilir, üzerine ise yıllanmış tahta sofra konur, etrafına ise, zemini rıhtımla kaplı olan soğuk çekmesin diyerekten, yer minderleri konulurdu.  Ekmek tenceresi ise yanda yerini alırdı. Babamız sofraya oturmadan da, öyle kimse oturmazdı ve O kalkmadan da kalkılmazdı.

Anamın soğuktan sertleşmiş elleriyle, genelde dışarıda duran, beyaz naylon turşu bidonundan, envai çeşit turşuları akarak dökerek koyduğu çinko taslarda, minnacık kelekler, salatalıklar, beyaz lahanalar, sarımsaklar, Çankırı’nın yeşil sivri biberleri ve yeşil nanelerinden oluşmuş turşularımızda yerini alırdı.

Ortaya büyükçe bir kap konur, içine de mis kokulu tarhana dökülür, önceki günlerde kalma bayat ekmekler bölük pürçük doğranır ve bismillah çekilerek, Allah adıyla kaşıklar sallanırdı. Önce baba hamle yapar, ardından da bizler koyulurduk yemeğe. Meşhur, bu memleketin milli yiyeceği, Küpecik Peyniri ise sofrada hiç eksilmezdi. Genelde arzu edildiğinde, çorbanın üzerine serpiştirilip, afiyetle yenirdi. Hele de rahmetli babamın, kocaman elleriyle hapazlayıp aldığı peynir yumağını, özenle öveleyerek, önüne döktüğüne de hayran kalırdım. Bazen becerikli köylü komşularımızın yaptığı Yuka ekmek varsa, arasına yeşil soğan ve küpecik peyniri de serpiştirilir, altı kıvrılarak, özenle dürülürdü. Ne de güzel giderdi hani.

Öyle sofrada adap ve edep vardı, bağdaş kurulur, eller, kollar sağa sola dayanıp yamulun maz, kaşıklar kibarca ve yeterince doldurulur, altları her seferinde tencere veya tabağın kenarında sıyrılır ve höpürdetmeden içilir, ağızlar kapalı halde şapırdatmadan yenilirdi. Yemekte sessizlik hâkim olurdu, genelde konuşulmazdı. Yarabbi şükür denilir ve her şey yerli yerine giderdi.

Rahmetlinin radyosu da pekte kıymetliydi, kendi açar kendisi kapatırdı. Birde Yurttan sesler denk geldi mi, acıklı ya da dertli bir havada çalıyorsa, elde köylü cigarası, her yer toz, duman altı olurdu küçük fakirhanenin, rahmetli babamda dalar giderdi uzaklara.

Ömür dediğimiz şey ise tatlı anılarda, O anı düşünen hatıralarda, tekrarı olmayan, dönüşü olmayan bir yolculuğun gizemli yollarını arşınlamaktı.

Hüzünlü bir türkü hatırlatır gibi gelir di, gafil akıllara;


Geldi geçti benim ömrüm… Ömrüm; kadrini bilmedim…

Bir kuş olup uçtu gönlüm… Ömrüm; kadrini bilmedim…

Ele geçmez giden çağlar… Ömrüm; kadrini bilmedim…