Sabahın seheri ve serince bir hal. Henüz güneş parlak yüzünü ortaya çıkartmamış, Boyalıca tepelerinin ardından ha çıktı ha çıkacak kadar zaman var. Sabahın sessizliğini, sığır yoluna her evden çıkan, o zamanki ineklerin, böğürmeleri ve çobanın aykırılıkla çıkarttığı garip müdahaleleri bozuyor bir bakıma.


Sokak aralarında, üstleri başları çamura bezenmiş delikanlılar belirir hemen de. Saçları dağınık olanlarda var, alabros traşlılarda, kimilerinin sakalları gürleşmiş kimilerinki ise seyrek, ayaklarında kiminin soğuk kuyu lastikleri, kiminin ise eski kunduraları vardı genelde. Yanlarındaki çıkılarında, içlerinde kahvaltılık ekmek arası ya da öğle azıkları olmalı.

Her gelen,’’Selamın aleyküm, hayırlı sabahlar’’ dilekleriyle gruba katılır.

Biraz ergence olanlar, ellerinde filtresiz cigaraları, hiç eksik olmazdı maşallah. Yine de büyüklerinden çekinerek el hayâsında gizlemeyi ihmal etmezlerdi. Sabahın mahmurluğu, karşılıklı şakalaşmalarla devam ederken, Sarı Baba arşınlanıp dört bacalının oradan, bozkır görünümlü tepeler gözükmeye başlamıştı çoktan.

Çankırı’nın Acı çayı, öyle hoyratça fazlada akmazdı. Debisi düşük ve nazlı haliyle, görünen yüzü ve kenarlarındaki beyaz tortuları, tuzlu halini anlatır gibiydi bir bakıma. En çok da, baharın ilk yeşillendiği anda, bağrında beslediği o tuzlu Yemlikleri, Tekeceneleri ne de hoş olurdu hani. Bilende, bilirdi gıy matını, yufka ekmeğinin arasında ne de hoş olurdu, ne sarardı yemesi.

Arada bir mahalle çocuklarıyla kaçıp geldiğimiz, eski değirmenin yatağı olan, çayın suyu ile oluşmuş, dibi oldukça mır ıh olan, gölet benzeri yerde, cıscıbıldak az serinlemedik hani. Havuz vardı da biz mi girmedik sanki.

Feslihkan denen, Dört kavaklar diye anılan yerler moral bulduğumuz ve gözümüzün okşandığı zümrüt yeşili yerlerdi. En zirvede yerini almış kavak ağaçları, semadaki haşmetiyle salınıp dururlardı. Bahçelerin, evlekleri düzenli, göze hoş gelen, sebzeler, meyve ağaçları oldukça boldu. Mısırların boylarımızı aşan halleri ve esen sabah rüzgârının ortaya çıkarttığı dalgalanmalarla, hışırtılı halleriyle, öylede güzel görünürdü ki sorma gitsin.

Ortaokul arkadaşım, Yeni köylü Metin BÖCEK lerin bahçesinde, bir salatalık yetişirdi, kivir kivir, lezzet var, damak tadı vardı. Günlerce beklese, hala tazecikti. Hele birde yere düştü mü, o otuz-kırk cm boyundaki salatalık, en az sekiz yerinden kırılırdı, hem de abartısız.

Günün sessizliğini arada bir geçen, römorklarında, ot, saman ya da gübre dolu traktörlerin homurtusu bozardı. Ya da gün boyu havlayıp duran köpekler biz de varız der gibiydiler.

Arada bir, yeşilliğin arasından, gözükmeyen haliyle merkeplerin anırması kulakları tırmalardı. Kimi zaman ise hanımına sesini duyurmaya çalışan bahçeci dayının gür sesi işitilirdi,’’Gız Fadime…’’

Küçük bir kel tepecikte ise ‘’Kucaklama Taşı’’ mahzun bir şekilde dururdu, çok da kimse yanından geçerken oralı da olmazdı. Bilinen tek şey dilek dilenir, kollarınla, kucakladığında birleşiyorsa, aha da şanslıymışız güya, sankile ne olacaksa, çocukluk ne mi isterdik? Yoksulluk içinde, en istenilecek doğru olan elbette paradır belkide. Çokta hatırlıyamadım ama. Biz çocuklar mahalleden pır ışı kırdık mı, orada alırdık soluğumuzu.

Tepeciğin etrafında bolca sular akardı o zamanlar. Yollar tozluydu ve kaldırım taşları desen hak getire. Koca kamyonlar geçti mi, tozdan göz gözü görmezdi hani. Yol kenarlarında ise yabani otlar, dikenler ise boyumuzu aşardı. Evlerinde keçi, kuzu besleyenler yol boyunca, kendi halince yetişmiş olan otları, ellerindeki bıçkılarıyla keserek, sırtlandıkları telis çuvallarla, fırsatı ganimet bilirlerdi.

Tepeciğin batı cephesinde ise etrafı yıllanmış kerpiç duvarlardan çevrili büyük bir alan, kenarında ise, iki katlı ahşap virane, öyle pekte kullanılmayan bir ev vardı. Kıyısında, köşelerinde ise saman balyaları ve otlar yığılıydı. Öyle sessiz ve sakin, sanki gizemli bir yerdi.

Sarı Baba ilkokulunu geçtin mi, sağ tarafta hala ekilen kocaman bir tarla karşılardı. Bir gün köyü bilmeyen ama köy hayatına özenen biri olarak, üzeri toz ve dağınık halde orta yaşı çoktan aşmış, sakalları ise yeterince ağarmış, güler yüzlü bir amcanın hasat zamanı, buğday saplarının samana dönüşmesi için düven ve önündeki inekleri ile kamçılayarak döndüğünü merakla izlerken. Çocukça ve masum halimden anlayıp beni de dizine oturtarak belli bir dönem döndüğümüz anı hiç unutamam.

Acı çayın kenarında uzunca bir yapı, o zamanki koca boş arazide hemen de göze çarpardı,Kocaman görünen tek bacası ve heybetli duran Şen Kiremit ve Tuğla fabrikası  

Tarlanın yola yakın kıyısında, yanyana iki tane, iğde ağacının gölgesi çok şeyleri hatırlatırdı insana. Gelip geçerken mola verdiğimiz mekândı. Biraz ileride yine tarla kenarında ise başka bir iğde ağacı daha vardı. Tek başına, mahzun ve yanlızdı,yanlızlığı da çok sevmeyen bir gönlün sahibiyim galiba. Sanki ağaç bile olsa onlara gönül borcum var gibi hissediyorum bir an kendimi. Hani olur ya, hakları geçti, gölgesinde ne de olsa, gelip geçerken çok dinlendik. O tarlada yetişen başağın da, samanın da, kendine has kokusunu çok çekdik içimize.

Şen kiremit fabrikasına varmadan sol taraftaki geniş boş alanda, hayvan pazarı ve panayırı kurulurdu. Genelde yakın ilçelerden gelen küçükbaş hayvanlar eylül ayında, birkaç günlüğüne pazarlanırdı. İlimizde eylül ayı ‘’Etlik’’ayı olarak ta anılırdı o zamanlar.

Hemen çöplüğün üst tarafında bulunan mezbaha nede, hayvanlar kesilir, herkes çift koşumlu katır arabalarıyla, at arabalarıyla bazen de, merkeplerle, hanelere taşınırdı. Genelde bu kış hazırlığı, bir alışkanlığın temayülüydü, insanlar durumları uygun olmasalar da ayarlayarak bu alışkanlıktan mahrum kalmayı pek istemezlerdi. Ondan sonrası ise, avlularda büyük kalaylı bakır tavalarda, kavrulmuş kıyma ya da kuşbaşı olarak, sofralardaki yerini alırdı.

Tarhana çorbasının içine de, ne yakışırdı ya. Kalınca bir ses duyulurdu derinden; ’’Gız… Ayşa... Begde gözel olmuş,  öcük  daha  goy  hele’’