Ömrün, taçlanmış şekilleri gibi her mevsim. Ayrı bir anısı, ayrı bir hoşluğu vardır gönüllerde. Hele de geçmişte yaşanılan birçok kesitleri günümüzde bulamıyorsak. Zamanla her şeyin kirlendiği ve değerlerin yok oluşuna, içten hüzünlerle bakakaldığımız günlerdeysek. Yalan dünyanın, sorunlarından bir an kurtulup maziye şöyle bir dalıp, deşelemek var hayatın her zerresini.
O saf berrak olan çocukluk anılarına götürür duygular insanı. Yoklukla cebelleşen, ancak gönül zenginliği ile geçen bir hayatın içindeki güzellikler teselli eder nefsimizi. Telafisi olmayan, akıp giden bir hayatın gerilerinde kalır gözler, buruk gönüller yaralı.
Nem kokulu, hizbe odalarda geçen muhabbetler gelir akıllara. Daracık mekânlardaki, yürekli insanların gocaman gönüllerini hatırlarım her dem. Hatır, gönül denilen insani duygularının sardığı, sarmaladığı riyasız gülen bakışlara dalar gider gözlerim
Uzun kış gecelerinin nasıl geçtiğini tek tek hatırlar gibiyim bir an. Çankırı’nın çetin geçen kış günlerindeki hoş kalmış hülyalara dalarım birden. Komşu gezmeleri ile gelişen insan ilişkilerinin, samimi candanlığında kilitlenir kalır hafızam.
Daracık sokakların, bir başından diğer başına, küflü paslı direkler vardı köşe başlarında. Külahlı çemberlerin altında, düşük watlı ampullerin çıkarttığı, soluk yansımaları düşerdi yamuk kaldırımlarına.
Aylarca duran ve her geçen zamanda yağan kar katmanlarıyla öbekler oluşurdu sanki. İnce ince yağan kar tanelerinin minnacık suratlarımızdaki soğukça okşayışlarıyla ürperdim bir an. Esen sert rüzgârın yerden alıp göğe savurduğu kar tanelerinin sokak lambalarında daha net gözüken raksını aradım hemen de.
Kimi hanelerin girişlerinden itibaren, sobadan çıkan küllerin asil beyazın üstündeki kapkaralık halleri vardı. Aman kimse, kayıp düşmesin diye serpilirdi gelişi güzel. Kolay değildi, mest’in üzerine giyilen yıllanmış lastiklerin altları çoktan eskimişti bile.
Körpe bedenler, minnacık boylarıyla, narin parmaklarıyla, genelde tahta ve kısmi demir tokmaklara vurarak haber verir. Avlulu evlerin genelindeki, Cümle kapısı denilen kapılardır bunlar. kim O ? Yanıtından sonra açılır. Her açılışında ve kapanışında, açılan pervazın vurduğu çan gırak haber verir haneye, birinin geldiğini. Genelinde ise, yılların yorgunluğuyla aşınmış, demir menteşelerin, çıkarttığı gacurtulu gıcırtılı sesleri etkiler bazen. Edeple bezenmiş ve birazda ürkek hallerle, benim… diye duyurulur.
Kadiriye teyze… Münasipseniz, babamlar akşama çay içmeye geleceklerle başlar. Cevap, kararlı ve kesindir, Tabi evladım buyursunlar gelsinler olurdu. Öyle ‘’ vay şuydu, vay buydu’’ ile öteleme, serzenişte bulunmak hiçte olmazdı.
O günün yatsı namazı kılınır, günlük kıyafetlerle, çoluk çocuklarla gidilirdi. Ev sahibi, cümle kapısından sonraki, hane kapısında, misafiri karşılar, Selamın Aleyküm’le girilir, Aleyküm Selamla ve Hoş geldinizle karşılanırdı. Önce erkeklerin tokalaşması ile eğer büyük ise küçüklerin samimi duygularla el öpme faslı yapılırdı.
Sonrasında, sanki kırk yıllık hasretin, görüşülmemiş bir muhabbetin sevinciyle, yürekten sarılınırdı. Kadınlarda ise candan sarılmayla birlikte, dudaklarında ‘’ Salâvat ‘’ getirdikleri de olurdu. Hane reisi olan beyin; ‘’Buyurun, şöyle buyurun’’ diyerek, en başköşe yani en nadide olan mekân tarif edilirdi.
Candan duygular, memnuniyet dolu bakışlar ve hasret giderecek olmanın heyecanı düşerdi karşılıklı suratlara. Kışlık paltolar, kasketler, Hicaz şapkaları, kadınların pardösü ve şalları, yün atkıları çoktan alınıp konulmuştu. Kireç badanalı duvarlara çakılan Onluk çiviler ne yükler, ne misafir eşyalarını, ağırlamıştı kim bilir.
Köşelerden köşeye uzanan tahta sedirlerin sıcak yüzleri karşılar gibiydi. Üzerlerinde, eski kumaşlardan yapılmış kıtıklardan minderleri vardı. Minderlerin üzerlerine örtü olarak serilen, Basma denilen kumaşların allı- güllü renk cümbüşleri hemen de göze batardı. Ot yastıkların kimi halılı, kimisi kumaştandı. Üstlerinde, kenarları dantelli işlemeleriyle örtüler ne de hoş dururdu.
Duvarlarında, asılı kılıflarında Yüce kitabımız, bir başka köşede, Kırma av tüfeği ve fişekliğe rastlamak mümkündü. Kimi duvarın bölümlerinde, Sergen denilen raflarda kalaylı sahanlar, kaplar kacaklar dizi diziydi.
Kınalı ellerce, hali vakti yerinde olduğu günlerden kalma, kanaviçelerle bezenmiş, ilmik ilmik örülmüş kenarlık örtüleri ne hoş dururdu. Kaç misafirler ağırlayıp gelip geçti zaman kim bilir. Ne tahta kaşıkların şıngırtıları aksetmiştir bu fakirhanenin köşe ve bucaklarında.
Ortada bir kuzine soba ve odun ateşinin çıtırtıları, alevin dışa yansımalarına şahit olurduk. Orta yerlerde meşe odunların közleri ile canlı durumda bir mangal ve üzerinde mis gibi kokan ıhlamur ayrı bir zevkti. Bir başka köşede, genç kızlıkta hamarat ellerce örülmüş, el emeği göz nuru çeyizleri sahiplenen, Ceviz sandıkları dururdu.
Kimi evlerde yüklük denilen, tahta kapaklı bölümlerde vardı. Olmayan hanelerde ise yünlerden oluşan yatak ve yorganlar katlanıp, Ceviz sandığının üzerine istif edilirdi. Katlanmış halleri üzerine ise beyaz patiskadan yapılmış ve alt bölümleri kanaviçeli, işlemeli renkleri gözlere hoş gelirdi.
Tahta zemin üzerinde genelde, kilimler, kimi evlerde el dokuması halılar, boş olan yerlerde ise hasırlar olurdu.
Sohbet içtenlikle, sanki karşılıklı tedavi gibi gönül alış-verişi ölçüsünde uzayıp giderdi, İçerisinde nasihat lar, güzellikler uzun kış gecelerinin ayazını, sert esen rüzgârını hemen de unuttururdu
Ne de güzeldi hep beraber, sohbete, anlatılan masallara şahitlik etmek. Edep ve hayâ ile hayatın saf suyu ile mayalanmak. Sağlam karakterlerle bezenmiş eşref-i mahlûkatlarla şekillenmek.
Riyasız bakışlara, samimi içten duruşlara ne de çok ihtiyacımız var, hem de bugünlerde, her geçen gün grileşen bu yalan dünyada.