Gümüşi bulutlar çoktan çökerdi, bu şehrin üstüne bu aylarda. Yanan sobaların dumanları şehrin orta yerinde kümeleşerek ayrı bir bulutlar oluşturur gibiydi sanki. Emir Kara tekin kalesine sırtını dayamış kimi kerpiçli, kimi kireç badanalı, o Çankırı evleri, boz bulanık görünürdü uzaktan.
Sobaların çıtırdayan odun ateşiyle ayrı bir hoşluğu olurdu. Fabrikadan çıkmış gibi düzgün odunlar nerde öyle, yamuk yumuk, budaklı halleriyle Güzin’e sobalarda yerini alır ve üst kapaklarından yansıyan alev görüntüleri ise tahta tavanlarda şekillenirdi. Çocukluk gözüyle, pekte hoşumuza giderdi, o görüntüler ve sesler.
Yazdan kalma, yakılacak cinsten ele geçen ne varsa, hizbe odunluklara, merdiven altlarına atılırdı. Kışında sobalarda bir güzel yakılırdı.
Köhne, kerpiç ve sıvadan oluşan bacalarından, türlü renkli, isli, kapkara dumanlar çıkardı bu şehrin. Yoğun ve keskin kokusuyla genizleri yakardı vesselam.
Çankırı’da o vakitler kimi evlerde saçtan, kimilerinde Güzin’e, kimi zengin hanelerde ise döküm sobalar vardı. Soba borularının geneli saç, varlıklı olanların ise emaye borulardan oluşurdu. Hali iyi olanlarda, en yaygın olarak kullanılan, yağlı kömür ve ya kok kömürleri vardı.
Sonbaharda, hamalların sırtında yüklü odunlar ve at arabalarında yağlı kömürler göze çarpardı. Çankırı’nın dar sokaklarında, kapı önlerinde kümeleşmiş odun ve kömürlere rastlamak mümkün dü. Hele birde konu komşuların, odun ve kömürlerini minnacık ellerimizle, imece şeklinde taşıdığımız o tatlı günler vardı. El ve yüzlerimizde kapkara hallerimizle, birbirlerimizle alay ederek hoş zamanlar geçirirdik.
Komşular, bu emeğin karşılığında verdikleri beş on kuruş ya da bir liralarla gönlümüzü okşarlardı. Kirli ellerimiz, mahalle çeşmelerinde yarım yamalak yıkanır ve ilk iş olarak ta, bakkaldan aldığımız kaynana şekeri ya da gofretlerle, damaklarımız bayram ederdi.
Güzin’e sobalarının müdavimi baş tacı ise Soba üstü denilen bakır kalaylı büyükçe kaplardı, içinde sıcak suyu gün boyu bulunurdu. Hemen yanında mavi renkli, çinko çaydanlıklarla yoğun çay veya ıhlamur kokuları sarardı etrafı.
Arada bir, gelberi denilen demirle soba karıştırılır, altta biriken kül tablası ise alt bölümden alınıp kül tenekelerine atılırdı. Kenarda bekleyen kurumuş odunlar közlenmiş sobaya atılır ve çıtırtılar, cızırtılar arasındaki ahenkle, sessizlik içinde kulağa hoş gelen o nağmeler dinlenir, bazen de hayallere kapılıp giderdik.
Çetince geçen, karla kaplı zamanlarda ise analarımızın özenle, hiç te üşenmeden yaptığı yazma çörekleri geliverdi aklıma, ne de güzel pişerdi o sobanın yan fırın bölümünde fosur fosur kabararaktan, üstleri de nar gibi oluverirdi hemencecik. Misler gibi kokardı fakirhaneler.
Akşama doğru ise, o canım tarhana çorbası, kalaylı bakır kapta babalarımızın işten gelmelerine yakın başlardı fokurdamaya, içlerinde, yazdan kalma kurutulmuş yeşilbiber, yeşil mercimeği ve pul biberi eksik olmazdı hani. Kimi hanelerde ise etlik ayından kalma taslara basılmış kavurmalardan konurdu birer, ikişer parça. Kaynadıkça ayrı bir koku sarardı tek odalı haneyi.
Yılların yorgunluğuna şahitlik eden ahşap çerçevelerinin, zamanla bozulmaları ile ırık yerleri, genelde soğuk gelmesin diye, un ve su ile karıştırılarak bulamaç yapılır, eski gazetelere sürülür, o aralıkların üzeri kapatılırdı. Kimi hanelerin, yamuk kapılarından soğuk girmesin diye eski, ince kilim ya da battaniyeler gerilirdi kapılarına.
Sobanın üstündeki tencere, soba üstü ve çaydanlıktan çıkan buhar lar köhne evlerin camlarında, dışarının soğuk olması nedeniyle, buhar oluverirdi. Bizlerde, dizili bulunan ot yastıklara çenelerimizi dayayıp, o küçük parmaklarla aklımıza gelen, anlamlı, anlamsız türlü şekiller yapardık, o soğuk camlarında.
Ne de büyük keyif alırdık sormayın gitsin. Annemizin, ‘’Daha yeni sildim, oynayıp durmayın’’ ikazına, hiç te aldırış etmeden türlü hayallerle dalar giderdik.
Avlumuzdaki akasya ağacının yaprakları birer ikişer düşmeye başlamıştı çoktan. Aheste, salınarak inen yaprakların havadaki hallerine bakardık özenle. Dallarında uçuşan ve kış günlerinin sert ayazına, rüzgârına rağmen, yiyecek arayan sakalar, serçeler, bıldırcınlar takılırdı arada gözlerimize. Onlar yiyecek, biz ise oynaşmalarını, seyretmenin derdindeydik.
Ne de güzel ötüşüyorlar, bir o yana bir bu yana uçuşarak, daldan dala zıplayarak, kendilerince yaşamaya çalışıyorlardı sanki. Şiddetlenen rüzgârın savurduğu gazeller, avlulun kuytu yerlerinde kümeleşir, geneli eski tenekelerden bozma hampuç denilen çatılarda sararmış gazellerle dolardı. Ertesi gün, hamarat ellerde, çalı süpürgeleriyle toplanıncaya kadar, kenar ve köşelerde dururlardı.
Akşama doğru, boz bulanık hava yerini karanlığa bırakır ve kös kös yanan küflü, paslı sokak direkleri, zoraki aydınlatmaya başlardı etrafı.
Sobanın üstünde kaynayan tarhana çorbası artık kıvama gelmişti, bakır kalaylı tencerede kaynadıkça, orta yerindeki köpürmeler kenarlara vurur, tortuları kenarlarda kurur, arada bir tahta kaşıklarla karıştırılır hem de dibi tutmasın diye, gayet itina ile.
Ezanlar okunur ve akşam namazı eda edilir, müteakibinde basmalı sofra bezi daracık odamıza serilirdi. Yıllanmış tahta sofra denilen tabla yerini alır, buz gibi dışarıda duran turşu bidonundan ise karışık turşular bir kaba çıkarılırdı çoktan.
Tarhana çorbası geniş bir kaba boşaltılır, dünden kalma bayat ekmekler, Bismillah denilerek minnacık ellerimizde bölünürdü.
Kaşıkların marifetiyle, bölük pörçük ekmekler, bir ileri, bir geri derken çorbaya bulanır ve hepsinin çorba ile ıslanması sağlanırdı.
Babamız; ne zaman besmele ile başlarsa, bizde ardından tekrarlar, gariban soframızda, zevkle Mevla’nın nimetini edeplice, şapırdatmadan yerdik.
Hele birde milli küpecik peynirimizi de kenarına ektik mi, keyfimize diyecek yoktu maşallah.
Şükrederek sofradan kalktıktan sonra, anamız meşakkatle ortalığı toplardı. Babamız ise Köylü sigarasının köşesinden aldığı sigarayı çoktan koymuştu dudakları arasına, mıktar çakmağı ile yaktıktan sonra, dar odalı hanede, kendi keyfince, içer ortalık toz duman olur ve bize de duman altı kalmak düşerdi.
Akşamın rehaveti çökmeden, Aga marka, lambalı radyonun uzun dalgası, yine acıklı bir gurbet türküsüne çoktan başlamıştı bile;
Yârim senden ayrılalı hayli zaman oldu gel gel..
Bak gözümden akar yaşlar, hayli zaman oldu gel gel… diyen yanık bir sesle, sılayı, sevdayı bağrına sarmış bir feryadı, çocuksu duygularla dinlerdik. Kimi zaman, türküler, küçük yüreğimizi alıp götürürdü uzak diyarlara.
Ömrün, sayılı günlerinden, mutlulukla gelip geçen, fakirhanemizde kaybolan bir günü daha da geride bırakarak, gecenin sessizliğiyle, eski küskü, yamalıklı yorganımıza, sarılıp giderdik.
Hele de, Güzin’e sobasının, karanlık odanın içinde bıraktığı çıtırtılı, cızırtılı ve tavana yansıyan alevli ışıltıları arasında, masum ve küçük bedenimizin gözleri, çoktan hülyalara dalmışken.