Anadolu bozkırına can vermeye çalışanlar vardı bir zamanlar. Makûs talihini yenmek, kara bahtını aydınlatmak için, Bu gariban ve sessiz kentin çocuklarının bir kısmı, bu baba yadigârı yerlere kafa yormayı da biliyordu, bilmesine amma. Sadece düşüncede kalan bir hasletten öte, çaresizliğin çemberinden hiç çıkamadığını, günümüzde görüyor olmanın hazinliği var, maalesef üzerimizde.

Yine de inat ve tutucu hallerinden dolayı, kimden neyi, nasıl isteyeceğini bir türlü beceremeyen, klinik bir özelliğimizde var sanki ruhumuzun derinliklerinde. Rahatça ortaya koyamadığımız, medeni cesaretimizden olsa gerek, yoksulluğumuz kader, çilemiz ilahı lütufla anılır oldu.

Gelecekte torunlarımız; ‘’Ya dede, dayı, amca, Siz bu şehre ne katkı sağladınız, bize ve geleceğimize neler yaptınız ki ‘’demeyecekler mi?

Kimi siyasi cambazların, tatlı dilli nutuklarının her söylenen güzel vaatleri, aradan geçen süreçte hemencecik unutulup, rüyalara dalıp gitmişiz. Her Ankara’dan geleni kurtarıcı, her takım elbise giyeni adam, Her nutuk atanı, ayakta alkışlayıp.  Her söz söyleyeni muteber sandı, bu şehrin insanları. Ve dahi, geçmişte, siyasi çekişmelerde güya üstünlük timsali olarak’’Fötr şapkamı göndersem bile bana oy çıkar’’ diyen tiplemeler bu ilin temiz, saf duygularını hep kötüye kullandı.

Unutulmuş, yitik bir şehir ise hala çaresiz ve zoraki ayakta. Alt yapıda biriken, binlerce sorunlar sayesinde, yeni yapılanlarında göze batacak yanları kalmıyor.  Sanayileşemeyen sosyal dokusu ve artan insan sayısıyla, hızlı ve organizeli gelişme bütünlüğü ise bir türlü sağlanamıyor. Son zamanlardaki çabalar ise, gelecek kuşağa umalım ki umut kapısı olsun.

Yıl; bin dokuz ellili - altmışlı yıllar. Kızıl ırmağın, bazen sessiz, bazen de delice akıp gittiği diyarlar. Emeğin karşılığının, yeterince alınmadığı havzalar. Toprak, çok da cömert değil o vakitler, her türlü tarım ise modern olmayan gereç ve yöntemlerle yapılırken, az çok kimseyi de tatmin etmezdi. Kıraç alanlar ve tuzlu zemin, kaliteyi ve üretilen ürünle, yeterli imkân sağlayamıyordu, doğrusu.

Gurbetin kahrı, ikinci dünya harbinin olumsuz yansıdığı zamanlardan sonra başladı. Özlemler, ayrılıklar, aşklar, şiirde, şarkıda, türküde ağıtlarda duyulur oldu. Hemen yanımızdaki, ancak zamanın vasıtalarıyla, mevcut yolları ile yine de üç, dört saatte gidilen büyük şehir, Ankara bile gurbet diye anılıyordu.

Daha sonraları ise fırsatını bulan, genelde başta İzmit, Gebze, İstanbul’u mesken tutmaya başlamışlardı. Artık bu şehrin toprağı, insanını doyurmuyordu. Ve maalesef, insanlar ne bulduysa, onunla yetinmekte, eski, küskü ne varsa kıt kanaat geçinmenin derdindeydiler. Büyük göç veren iller arasındaki, ilk sıraları hep korudu bu il. Ne hazindir ki, cumhuriyetin ilk yıllarında, yedi olan temsil sayısı günümüzde ikiye kadar düştü. Bugüne gelinceye kadar bu ilin yetişmiş beyin gücü hep uzak diyarlarda virane oldu.


Kızılırmak nahiyesi, Geveren köyünden, garip bir köylünün oğlu, askerliğini yaptığı Trakya bölgesinde, birazcık medeni cesaretinin sayesinde, askeri birliklerin et ihalesini alarak, köy de yetişmesinin, aklı ve becerisiyle, bulduğu ekonomik canlı hayvanların, alım, kesim ve yerli, yerince, zamanında teslim edilmesiyle, o vaktin zorlu günlerinde para ve pul sahibi oluvermişti. Kafasına koymuştu, bu kadar çile yeterdi, artık doğduğu topraklara dönüp kazancını değerlendirmeliydi.


Şehrin çöplüğüne yakın, kimsenin çok ta önemsemediği Acı çayın, kimi yerde sazlık,  kimi yerde bataklık alanını gözüne kestirmişti. Zaman içerisinde, ‘’ Zamanın beherinde, bu mekâna çuval dolusu para döktüm, Bir ihtiyardan satın aldım’’ demişti etrafına Ömer amca.

En dikkat çekecek tarafı ise, devrin yoksulluğunda, kıt kanaat olan olumsuz şartlara rağmen, gariban Çankırı’ya bunca parayı, bir anlamda çamura gömmeyi, üretim ve iş istihdam alanı yaratmayı düşünmüş olması bile, takdire şayan bir durum esasında.

Köyünde, küçükten geçirdiği çiçek hastalığının etkisiyle yüzündeki izlerden dolayı, kara yağız Ömer ağaya, Çil Ömer de derlermiş tanıyanlar. Elbette, bu işin yoğun olduğu yer, o dönemlerde, Çorum ve havzası sayılırmış. Rahmetli Ömer ŞEN amca sormuş, soruşturmuş, hesabını yapmış bu işin eğrisini, doğrusu ne olur ki diye. Ve hatta Çorumda araştırma yaptığı, kiremitçilerin geneli ‘’ Senin başka işin mi yok? Bırak bu sevdayı’’ bile demişler. Kendilerine yeni bir rakibin çıkması ya da pazar alanın daralması işlerine gelmese de. Ömer ağanın bu işten vazgeçmesine çokta mani olamamışlar. Ömer ağa tuttuğunu koparan azimli ve uyanık bir insanmış. Yemin, şart etme alışkanlığı çok ta olsa, kafasına koyduğunu hemen de yaparmış.

Gel zaman, git zaman bataklık zemine ahşaptan iskeleyi kurup, gerekli makineleri de İstanbul’lardan getirtmiş. Ve devrin cumhur reisi Cevdet Sunay’ında katıldığı, şaşalı bir törenle açılışı gerçekleşmiş ve yöre insanının umutlar yeşermiş. Elbette, bozkırın ortasındaki bir kiremit, tuğla fabrikasının, O dönemdeki değeri adına önemli bir hatırlatma olmalı.

Başlamış bu işin erbabı olanları, sağdan, soldan getirmeye. Killi toprak her gün eski tip BMC kamyonla, yaklaşık otuz – kırk km uzaklıktaki topusaray köyü civarından taşınır olmuş. Eski bir traktör ve önündeki, küçük bir kepçeden ibaret olan, iş makinesinin o zamanki teknik gücüyle ortaya iş çıkarabilmek için yığınlarla toprağı karma havuzlarına öteleyip, kimi zaman el emeği küreklerle, çamur elde etmek, eh ne de olsa, öyle basit bir işlem değil elbette. Onun da belli bir kıvama gelmesi için haşır neşir olması gerekiyormuş.


Yapılan her iş Ömer ağayı her geçen gün umutlandırmış. Bu işe soyunurken, çok dolaşıp, nasıl yapılır o gün ki şartlarda, üretilen mamulün en iyisini, en güzelini ve en az sermaye ile bol müşteri hesabını yapmamış diyemeyiz hani.

Gün gelip, Dereli kömür ocağına yolu düşmüş, tuğla ve kiremidin pişirilmesi malum ocaklarda kömürle olmakta. Orada görevli Osman AKKAYA ile tanışmış. Osman amcada, adamcağız köye kadar gelmiş, hele oturup yemek yiyelim, çay içelim diye, Ömer amcayı ağırlamak için hanesine buyur etmiş. Bu yakın ilginin, hoşnutluğundan ve azimli, otoriter haldeki Osman amcanın çalışkan haline tav olmuş. Ömer ağa; ‘’Osman efendi Acı çayın kenarına, bir fabrika kurduk, kiremit ve tuğla üretmek için. Gel sende bizim ile çalış ki, O haneyi ayağa kaldıralım’’ demiş ve oldukçada ısrarlı davranmış. Kendisi hemen ret etmemiş ve hele bir düşünelim, hayırlısıysa olur deyivermiş. Gün gelip Osman amcada katılmış Anadolu bozkırındaki, bacası tüten bu mekâna.

Şehir küçücük, nerede, ne olsa duyuluyor hani, kulaktan kulağa, dilden dile’’ Aha çayın kenarına,  kiremit fabrikası açılmış, aylak gezmesin çocuklar, gençler, gönderin çalışsınlar ’’, lafı dolaşır olmuş Çankırı’da.

Başka şansları olmayan gençlik, çaresiz yolunu tutmuş o hanenin. Kimi zaman ise, Çorum’dan, Samsun’dan bu işi bilen ustalar transfer edilmiş.

Gün gelip iş hacmi artmaya başlayınca bu sefer gece vardiyası ihtiyacı hâsıl olmuş. Özellikle yaz aylarında okulların tatili ile birlikte, çalışma kapasitesi sonucunda üretim artmaya başlamış. Zamanla üretilenler, yazlık sezonun fırsatı ve çalışan iş gücünün çokluğu nedeniyle depolanmaya başlamış.

Çalışma şartlarının yeterince adil olmadığını, yevmiyelerini zamanında alamadıklarını bahane ederek zaman içerisinde işçi değişimi yaşanmıştır. Yaşanmış tüm olumsuzluklara rağmen, O dönemin yoksul halinin yansıması olarak, birçok Çankırı genci, iyi ya da kötü, oranın nimetinden bir bakıma nasiplenmişlerdir.

Ancak; hak, hukuk ve adalette bir o kadar, göz ardı edilmiş. Genelde mevsimlik çalışanların, sigorta olayı hak olmaktan çıkmış. Kimi zaman, mesai saatleri, karşılıksız uzatılmış. Bazen ise, yevmiyeler tam ve zamanında ödenmemiş, ya da ötelenmiş.

Zamanla, gelişime ayak uydurulamamış. Teknolojik makine gücü yeterince önemsenmemiş. Ömer ağanında yaşlanmışlığı düşünüldüğünde, yeni bir çabaların, olmamasından dolayı, Şen Kiremit fabrikası, her geçen gün gücünü yitirmeye başlamış. Ömer amca’nın da rahmetli olmasıyla, oğulları Hilmi, Sabri, Hasan ŞEN taşımacılık ve diğeri işleri yanında fabrikayı dönüşümlü idare etme gayretleri de yeterli gelmemiştir. Ağırlaşan sorunları çözmek bir o kadar zorlaşınca ‘’Şen Kiremit’’ mazide, seksenli yıllara kadar, ancak dayanabilmiş.

Gariban ilin bugün ki, elli beş, altmış yaş arasındaki kuşağın genelinin hatıralarında, yaşanmış anılarında, emek olarak halen kalmaktadır.

Yaklaşık, yirmi dört – yirmi beş dönümlük mekân ise,  şehir imar planı çerçevesinde, yerleşime açılarak, günümüzün yüksek binalarının temellerinde, geçmişin derinliğinde, üzülerek kaybolup gitmişlerdir.

Bu garip şehre, yatırım yapıp, adını duyuran, ilini unutmayan bu insanları, minnetle anıyoruz. İlahi huzura giden, Ömer ŞEN ağaya (Nam-ı diğer Kürt Omar)**, oğulları Hilmi ve Sabri beylere de, rahmet diliyoruz. Kabirler pir nur, mekânları cennet olsun. Hep ŞEN kalsınlar.


 Not: *  Katkılarından dolayı rahmetli Ömer amcanın torunu
            Lokman ŞEN'e teşekkür ederim.
      **  Bu isim, ötekileştirmek, ayrıştırmakdan ziyade,
           O yıllarda, halk arasında tanınan adından dolayı
           kullanılmıştır.Bilinmesini önemle belirtmek isterim.Saygılarımla.