Mevsimler sonbaharı gösteriyorken. Okul heyecanın hayatımıza girdiği o biçare hallerin yaşandığı günler. Talebeliğin siftahını yaptığımızın ertesindeki zamanlar hani, heyecanlı, ürkek ve korkak haller, aman bir mahcubiyet yaşar mıyım teraneleri had safhada.

Sabahın alaca karanlığında, rahmetli annemin sabah namazıyla başlayan, gariban sabah kahvaltısı için mavi renkli çinko ömürlük çaydan lığımız çoktan fokurdamaya başlamış bile. O emziğinden çıkan buharın, sofada kaybolan uçuşan halleri takılır bazen gönlüme, bir de dem lenmişse o canım Rize çayı, burcu gibi kokar, ortalık keyfinde.

Durum ne olursa olsun, üç, dört öğün çay eksilmezdi gaz ocağı üstünden. Çayın kalitesinden de, ödün verilmezdi vesselam.

Artık okullu olduk, sofada kenarda bekleyen teneke üzerinde, anamın bakır ama kalaylı ibrikten döktüğü suyla güzelce, yüzümüzü itina ile biraz istek, biraz da baskı ile daha başka güzel yunar dık.

Çankırı'nın eski evleri, tuvalet avluda, su ise halen mahalle çeşmesinden taşındığı zamanlar.

Tüm aile fertlerinin tek peşkur’u vardı onu da ortak kullanırdık. O da o körpe tenimde sanki zımpara gibi kazır geçerdi hani. Durumumuz ahvalimiz belli. Sonra Çankırı’mızın suyu serttir ve de kireçlidir. Hele o yıllarda yumuşatıcı falan pek bilinmez varlığı da hak getire. Çamaşırlara, Ereğez den gelen kil atılırdı, güya yumuşattığına da pek şahit olmadım ya.

Rahmetli babaannem bir vakit namaza durur, ancak amcamın hanımı yani, Zarife yengem o esnada yüze sürülen havluyu yerde görür ve ‘’Kim düşürdü bu peş kuru yere’’ diye ortalığa sorar. O esnada ''Zavallı babaannem namazı bozar ve O beş kuruş benimdi’’ der. Niye mi? her bir kuruşun önemi olan gariban yıllar ya ondan.

Rahmetli babam erkenden, sofanın kenarında abide gibi duran, beşe onluk kalasa çakılı, paslı çivide duran radyosunun uzun dalgasında Ankara Radyosunun sabitlenmiş olan ibresinin verdiği sesle dalıp giderdi uzaklara, kimbilir iç dünyasında neler vardı neler. Meğer, sabahın ilk aydınlığında, o hoş nağmeler, hayatın gelişen seyrinde, müziğe olan sevdamızın da, ilk temel taşlarımıydıki acaba, güzeldi, O  asüde yıllar.


Başka bir kenardaki gaz ocağında ise kalınca kalaylı bakır bir kap ta, o canım köy yumurtaları fokurdayarak pişiyor. Büyük camii etrafında kurulan; Çarşamba pazarından sepet içlerin de, samanlar arasında gelen köy yumurtalarının lezzeti ve büyüklüğü zihinlerde yerini almışken, her geçen anın insanlarda beraberinde neleri de alıp götüreceğine doğrusu inanamıyorduk.

Sıra hemen yakınımızda Çukur çeşme başındaki mahalle bakkalımız Hasan Bakkaldan taze sabah ekmeğini almaktı. O ekmekler misler gibi kokardı. Köşede eğreti gibi, iki kanatlı kapaklar olan bir ekmek dolabı vardı. Sanki bir bacağı topalmış gibi, emaneten duruyor sanırdım her seferinde. Kapılarında ise tel kafesleri hemen göze batardı. Bakkal Hasan Amca aynı zamanda yarende, baş ağalık yaptığından, onun bu durumunu bilenler Başağa demek lütfünde bulunurlardı. Edep ve saygı demek ki bunu gerektiriyormuş meğer.

Babam pantolonunun arka cebinde taşıdığı cüzdanını Bismillahi rahmanirrahim diye her seferinde açmadan önce besmele çekerdi. Devir yokluk devri, eh babamda para gideceği zaman suratından düşen bin parça oluverirdi. Alınacak her şey bir takaza edasıyla yapılırdı, ama o köylü cigarası için üslup yumuşacık olurdu. Sakın ola parayı düşürme, üstünü de eksik alma diye de tembihlenirdik. ‘’Oğlum selam söyle Hasan amcanacigaranın yumuşağından versin’’ derdi.

Babamın verdiği kâğıt paraların aynı cebinde duran bir esanstan kaynaklanan hoş bir kokusu olurdu. Onu da içime çeke çeke keyifle giderdim bakkala kadar. Hasan Amcaya da, babamın gönderdiği her selamı iletirdim, hani büyüklerimizden selam Allah'ın, üzerimizde kalmasın diye ve her seferinde Aleykümselam Selam derdi ama yinede rast gele sıradan verir, yani yine bildiğini okurdu.  Tabii rahmetli babamın da, eğer kafasına yatmadıysa sigaranın sertliği yumuşaklığı, afrasını-tafrasını artık ben çekerdim, neden yumuşağını almadın diye. Bizde; bakı verirdik etrafa öylesine, sanki süt dökmüş kedi misali.

Eh artık okul zamanı, çıkmanın zamanını sanki halince anlatıyordu, o kurmalı emektar saatimiz. Bir taraftan anam, bir taraftan babam, ‘Okula geç kalma, sallanma, önlüğünü kirletme, arkadaşlarınla iyi geçin, dersi iyi belle’sözlerini birbiri ardına sıralıyorlardı.  Belki de onlara verilemeyen şansızlıklarına, cahil kalışlarına, iç dünyalarındaki keşkeler inin, izleri var gibiydi, her hatırlatmalarında. Öyle sanıyorum, heveslerini kim bilir bizde yaşıyorlardı.Okuyup, adam olacağımızın, meraklı ve umutlu hallerini görüyordum yüzlerinde.

Baba da, ana da, hangi yaşta olursak olalım. insanın arkasında sanki sıradağlar gibiymiş meğer. Onları, kaybedince anlıyor insan değerini varlık nedenini. Garipleşiyor içimizdeki o yürek, hemen de mahzunlaşıyor.

Rahmetle anıyorum, bir daha gelmemecesine gidenleri. İçimizdeki, bu can denen hayat pınarının, gün gelip bir zaman sonra kesileceğini de düşünerek, hayatın çizgilerini aşmadan, ölüm denen gerçeğin, gün gelib kapımızı çalacağından emin olarak, amel defterini daha hafif taşıyarak gidenlerden eylesin Mevla.

Ömrün de, ölümün de, hayırlısı olması dileğiyle.