İnsanlar dünya denen nimetin, cilvesi sayılan mevsimlerin yansımalarının sonucunda, ruhları, bedenleri ve halleri de değişir.

Hani çetin kış şartlarının ardından, tabiat ana zümrüt yeşiliyle süslerde, çeşitli çiçeklerle bir ahenk oluşur ya etrafta. Hani sessizliği bozan arılar, böcekler yalnızlığımızı, farkında olmadan paylaşırlar ya kimi zaman.

Bu olup bitenler kimi hallerde güç verir mana âlemini hisseden insanlara. Birçok şeyleri anlatır, kimi zaman anlayana. Ancak; gün gelir, güneşin feri bile zayıflar, rüzgârı bile serinlemeye başlar ya havanın.

Artık o yeşilimsi doğa, boz bulanık renklere bürünür yavaştan.

Gözlere huzur veren o yeşil doku, gücünü kaybederek solmaya, geçen zamanda sararmaya terk eder kendini. Ağaçlarda başlar renk cümbüşü, cinslerine göre kimileri erken kimileri ise yavaştan sararır gider. Ağaç dipleri gazellere bürünür, dallar ise bezenmiş yapraksız halleri olmayınca, fakir ve yalnızlığa mahkûm olur bir anda.

İlkbaharda ne kadar coşku varsa, sonbaharda aksine hüzünler çöker, karamsarlık basar gönüllere. Sonbahar bir bakıma ayrılık mevsimidir, kimi zaman sılayı, kimi zaman ümitsiz aşkları hatırlatır. Vuslata olan, özlemin duyguları yürekleri yakar kavurur.  Hazan genelde buruk izler, kara bulutlar gibi grilikler bırakır geride.

Duygu insanlarının dediği gibi ‘’Birçok aşklar, baharda başlarmış’’ amma… Her gecenin bir sabahı olduğu gibi. Her baharında bir SON baharı var.

Kimi zaman ise her dem çocukluğunun geçtiği mekânları, zamanı, olayları, kaderin savurduğu ve yılların verdiği değişime, birbirini tanırken zorlandığın yüzlere ve geçmişinde çok gerilerde kalan anılara takılır, unutkanlığımızın girdabında küçük mahcubiyetlerin altında ezilip kalırız arada.

Geride bıraktığımız hülyalara, taşıdığımız hayat yükünün ağırlığında kaybolmuş anılara, çocuksu aşklara, kaybolmuş hatıralara ve o zamanın şartlarında, genelde sokakta geçen, oyunlara, simalara, olaylara dalıp gideriz bir anda. Tez geçse de ömür, O mekânlar hiç de çıkmaz aklımızın köşelerinden.

Bunları neden mi hatırladık? Bir sonbahar günü her daim gidip geldiğimiz, Çankırı'mızın namlı Sarı Babasına yolumuz düştü yine. Bir vesile ile sılay-ı rahim denilen, içimizdeki özlemin, heyecanını giderelim istedik. Fakat ilk kez yalnızlığımı yaşadım benliğimde. Bir zamanların cıvıl cıvıl olan sokağı, aralığı, sığır yolu sessiz ve bir o kadar sakin. Ruhumun, fakirliğini gördüm bir an, yıllanmış bedenimde.

Bir zamanlar başına üşüşen, günlerinin büyük bölümünde, gece ve gündüzün de insanı hiç eksik olmayan, hayatın belirtisi olan, şarıl şırıl akan sokak çeşmesi ömrünü sonlandırmış ve kurumuş biçare, hem de farkına varmadan. Ne çeneler patlatılmıştı, bir bakraç su uğruna. Ne kalpler kırılmış, ne gülüşmeler yaşanmıştı oysa viran olmuş bu çeşmede. Şehir mezarlığının, Kırklar kapısı girişinin hemen sağında, makberi çevreleyen duvara, sırtını dayayıpta, oturulan taşları bile mahzun. Günün yorgunluğunu ve son demlerini buralarda lakırdı yaparak geçiren konu, komşuları arar gibi oldu gözlerim. İhtilallar, geçmiş deki muhtıralar, Örfü idare tebligatları, Kıbrıs çıkarmaları ne heyecanlarla, Dibek Başın’da pilli radyoların çok da teknik olmayan, ağır aksak halleriyle büyük bir merakla dinlendiği günlere gitti aklım birden.

O dibek de hangi kınalı ellerle, buğdaylar, nişastalar ya da kurutulmuş acılı biberler dövülmedi ki. İmece usulüyle, akıtılan terler, geçen dostane günlerde kaldı aklım. Gayretle, şevkle vurulan tokmakların yansımaları geliverdi kulağımın cidarlarına sanki. O dibek bile, itilip sanki vefasızlık timsali gibi, mezarlığın kıyı, köşelerine atılmış, birden mahzun duran ve hiç kullanılmadığından dolayı, içi çerçöple kaplı haline yüreğim yandı. Bir zamanlar, gözünün nuru gibi bakardı insanlar, herkes sahiplenirdi bir şekilde.

Bakakaldım hem de derinden, yalnızlık serpiştirilmiş yolların kimsesizliği içimi ürpertti. Yamuk kaldırım taşlarını arşınlayarak sağlı sollu hanelere baktım hem de yavaş adımlarla, Beyhude, içimi karabasanlar sarsa da vazgeçemedim, anıların gönülde bıraktığı toz bulanık hallerden.

Bacasından yıllanmış kömür isleri akan, hampuç’larındaki özünü, cismini kaybetmiş Çingene kiremitleri bile öksüz duruyor sanki yıllara dayanmış bir o kadar eğreti duran küflü paslı teneke parçaları bile mahzun bakıyorken, her sert esen rüzgârla özü koparılan ve geçen zamanda, un ufak olan kerpiç tanelerinden eser kalmamış duvarların hallerine takılıyor aklım.

Solda köşe başında, bir zamanların, kendini bile zor aydınlatan, paslı ceryan direğinin yanı başında, Hasan amcayı anıyorum birden. Başında Hicaz takkesi ve küçüklüğünde geçirdiği Suçiçeğinden kalma, yüzündeki izleri ile büyük camiinin üst tarafındaki tahta şadırvanlı yerin hemen üzerine kurulan Kavun – Karpuz pazarındaki hali geliyor aklıma. Hanımı, sert bakışlarından dolayı, rahmetli Zat kıran olarak bilinen teyze geliyor hatırıma. Hemen karşısında ise yaşına rağmen uzun boylu haliyle bir elinde bastonu bir elinde ise köylü cigarası hiç eksilmeyen Kör Affe teyzeyi,  fötr şapkası ve kruvaze ceketli takım elbisesiyle, beyi Mehmet amcayı, ezan vakti öncesi, yol alan hayaliyle arıyor gözlerim.

O vakit, pilli radyolardan dinlediğimiz bir hususu, bir gün sokakta oynadığımız sırada, ağır aksak geçmekte olan Mehmet amcaya iletmek istedim. Ağır işiten kulağına bağırarak, Mehmet amca; ‘‘Gâvurlar; aya adam göndermiş ve ilk insan aya, ayak basmış’’ deyiverdim. Vay sen misin bunu diyen, yaşlı ve kırışık suratıyla bana, sertçe dönüp,’’ Get ulan… köpolu köpek, heç aya çıkılır mı, hem de ayak basılır mı?’’ zılgıtını yedim, o dönemin, edebiyle susup kaldım, bir daha da ağzımı hiç açamadım. İçinden kim bilir, bana inanmayıp, kocaman adamla dalga geçiyor sandı rahmetli belki de. O zamanın anlayışında, öyle kolay mıydı ta aylara, semalara çıkmak. 

Mezarlık kenarındaki aralıkta, elinde mütemadiyen sigarası eksilmeyen, Çamlının Zela teyzeyi andım, yokluğun esaretinde, mevtaların ardından ibriklerle su götürüp, avuç açılan yaşlı ve çizgili elleri, karşılığında uzatılan üç – beş kuruşları ve para dağıtanlar geldi aklıma hemen de, mahallemizin garibanlığını sorguladım birden. İşimiz mevtalara kaldı diyenlere takıldım.

Arabacı Abdi abiyi andım, isli ve nasırlı elleri geldi aklıma, Deli Şükran teyzeyi, mahallemizin neşesi ve gülü Erol abiyi aradım. Kalaycı kalfası rahmetliTom Bekir abinin ,sarhoş ama efendi halleri ve yana yıkıla gidip geldiği sığır yolunu hatırladım .

Def çalarak, kadınlar kınasının ve düğünlerinin mimarı sayılan, Kör Zübeyde teyzeyi aradı gözlerim. Kocası davulcu, simitçi Yönüz amcanın ‘’Ağanin, bilimiyon’’ diyerek sıkça hatırlatma yapan, takılıp kaldığı o cümleler dizildi hatırıma. Domine oynamak için Hüseyin amca ile kahveye giden hallerini sorguladım beynimde. Kader arkadaşlıklarının ve dostluklarının ne kadar önemli olduğu günlere daldım derinden.

Sığır yolunun, mayıslarının müdavimi, esprili ve hicivli Şefika teyzenin o halleri geldi aklıma. Ölmeden çok önceleri; ’’Lan, bak ölürsem, aman cenazeme gemlemezlik yapma sakın ha’’ diyen sözlerini hatırladım, elimde olmadan, vasiyetine uymadığım o mahcubiyeti yaşadım birden.

Köşe başı taşı vardı Affe teyzelerin hemen hanelerinin köşesinde, orası toplanma merkeziydi sanki. Yanlarında ise, sık sık acıklı, siyah – beyaz filmlere gidip de, yaşlı halleriyle ve uzunca burnunu çekerekten ağlaşmalarına,  şahit olduğum, başında hiç değişmeyen siyah ve üstü beyaz benekli yemenisiyle Tutlu teyzeyi aradı gözlerim. Tuvaletle birleşik cümle kapısının eşiğinde, eski bir çul üzerinde otururdu yaz günlerinde. Sessiz ve de sakin, kendi halince. Bir mektup zarfını, bana yazdırırken, ’’Yaz olum İrbehem, Gara tekin mehlesi, numere on dokuz’’diyen halini ise hiç unutmadım.

Yan komşusu, başındaki beyaz namaz bezi kadar yüzü de nurlu olan Çağ beylerin Emine teyzeyi andım, arada bir çıktığı kapılarının önünde, rahmetli kendi halinde ağır başlı ve sakindi, çok kimseyle de tartışmayan mülayim hali vardı.

Hasat zamanı gelen buğdaylarla, avlu hanesinde üçayak üstüne yerleşen sacın üzerinde yaptığı Kavurgaları geldi aklıma. Nede kokardı, mis gibi,  biz çocuklara da dağıtmayı ihmal etmezdi hani.

Karşı komşusu simitçi, davulcu, Hüseyin amca vardı, başında eksilmeyen kasketi ile ela gözleriyle baygınca bakışı hala hafızalarımda. Fazla konuşmaz ama konuştuğunda da, gönül’ü titreten kendi penceresinden, mizaha yakın bir hali yok değildi hani. Hanımı Saniye teyze ise küçük fakirhanelerinde beş çocuğu büyütmüşlerdi sabır ile. Yağmur suyu içeri girmesin diye, küçük gariban hanelerinin ön tarafına dökülen yirmi beş, otuz santim genişliğinde, yerden hafif yükseklikte, beton zeminde eski minder ya da çul üzerinde, yaz günlerinde yemek hazırlığını yapardı özenerekten. Hele patlıcan soyuşunu dün gibi hatırladım sanki. Kendi hallerinde gayet uyumlu ve sakindiler.

Yaz günlerinin gölgelenmesiyle o beton zeminde, Mukaddes ablanın lastik gibi esneyen ve kamburlaşan eliyle Beş taş konusunda üstünlüğünü hatırladım hemen de. İkili veya tekli uzunca saçlarının örüldüğü halleriyle, Çamlının Şükran,  Çağ beylerin Hacer ve Saniyenin Selma’sı olmadan olmazdı oyunda.

Hemen onların sol çaprazında, mahallemizin baklava ustası Kadiriye teyzemiz her bayram öncesi, hatırı sayılan ve sorulanlar arasındaydı.

Beyefendisi ise metelci, uzunca boylu Dümellili Ahmet amcaydı. Soğuk ve uzun kış gecelerinde, akşam oturmalarında, Yan’lardaki bahçelerinde büyüttükleri, O canım meyvelerin damaklarda kalan güzellikleri geldi birden aklıma. Hani konu, komşu hatırının saf ve temiz duygularının yaşandığı ve şimdilerde aradığımız o yıllar.

Rahmetli odun sobasından çıkarttığı meşe közleriyle evin ortasındaki mangalının üzerinde, mavi renkli çinko çaydanlıkta o misler gibi kokan ıhlamurun kokusu, kireç badanalı duvarları, zemini ve tavanı tahta kaplamalar arasında, daha da ayrı bir hoşluk verirdi insana. Kimi yerde tahta sedirler, ot yastıklar ve genelde de yere minderler serilerek Ahmet amcanın ağır üslubuyla anlattığı Arzu ile Kanber hikâyesini, hiç de öf - pöf demeden saatlerce dinlediğimiz, zemheri gecelerini hatırladım birden.

Dür dane teyzemiz vardı yanımızda, rahmetlinin işi gücü elinde çalı süpürgesiyle, hanesinin evini her gün itina ile sabahın köründe süpürmeyi severdi. En acılı yanı ise çobanlık yapmak için gittiği bir köyden kocasından bir daha, ne ölüsünden ne de dirisinden haber alamadığı geldi dimağıma.

İnce, dar olan aralığa gözüm ilişti hemen, Köylü Kezban teyze geldi aklıma, gülücükler saçan, al yanaklı ve mütevazı halleri vardı. Arada bir odun ateşi altındaki saçta yaptığı, yufka ekmekleri ve bazlamaları ile aralığımız, son derece leziz kokardı. Rahmetli gelene, geçene vermeyi de severdi. Osman amca da kurtulamadığı sigara denen illetin esaretinden çok çekti, nefes darlığı, son günlerinde yakasını hiç bırakmadı. Nefes alırkenki ötüşünü, yedi mahalleden dinlemek mümkündü zavallının. Hemen üst tarafında Kastamonulu Emine teyzemiz vardı. Oğlu Kayış bacak Hasan abi ile geliniyle birlikte yaşardı. Temiz, bir o kadarda titiz, oldukçada mülayim hali vardı. Başındaki yazması, kışın ise püsküllü atkısı hiç eksik olmazdı hani, vakur ve otoriter bir teyzemizdi rahmetli.

Kelliği görülmesin diye, hiç başından çıkartmadığı kasketi ve de giydiği yeleği ile Kel Abidin amcaya takıldım kaldım birden. Kısık ve parazitli sesi ile konuşurken zorlanan hali ve bir o kadar konuşma arzusu olan, çok da hatır naz bir şahsiyetti rahmetli. Gençlik yıllarında, o dönemin şartlarında, ne bulduysalar, kafaları çekip birde nara atarlarmış.

Nara demek bir bakıma meydan okuma, kime derseniz herkese, nedeni ise hiç belli değil, eh iş olsun adettenmiş sankile. Rahmetli bir gün akşamüzeri çıkmış ocakçılık yapmış olduğu kahveden ve efkârlandığı ana denk gelmiş olmalı ki, o zamanlar buğday pazarı civarındaki köhne meyhanede çekmiş kafayı.

Elbette zil – zurna haliyle sallanaraktan zor bela gelmiş Sarı babaya, artık kendinden emin,’’ Heyt……çek Kel Abidin çek… Ne gam, ne keder, böyle gelmiş, böyle gider çek Kel Abidin çek…’’o dönemin hoşgörüsüyle elbette, duyan akranları evine kadar teslim etmişler. Yavaş ve ağır konuşma haliyle adına Taddur diye isim takılan, rahmetli Şükrüye teyzede sesini çıkartmadan kapıda onu karşılar, sabır ve sadakatle hem de zor bela yerine yatırırmış gecelerin sessizliğinde. Ahh.. Kamileee abıılaaam diyerek esneten kelimelerine takıldım hemen de.

Sokağımızın az ilerisinde ise Caca amca vardı, hem yaşlı hem de ilgiden yoksun ve de bakımsızdı, çocukları olmasına rağmen küçük hizbe bir odada, sersefil bir hayat yaşadığını biliyordum. Gerçek adını ise hiç öğrenemedim. Bir kış günü, çetin zemheri ayazında, birkaç insanın tahta kapısı önünde, toplandığına şahit oldum ve hiç arzulanmayacak, iç acıtan, yürek yakan o günlere gittim birden.

Meğer garibim hakkın rahmetine kavuşmuş, hem de kaç saat önceleri kim bilir ve kapının ardında iki büklüm perişan halini, koca insanların ayakları arasından küçük ela gözlerimle görmenin acılarını da içime attığımı o anı hatırladım. Ezelden ebede kadar o sabahı hafızamda halen taşırım. Ne oldum, ne olacağım diye düşünürüm, o günden beri kendimce.

Yanı başında ise köhne kapısı ile Çobanların Zela teyze’nin iri cüsseli hali ve asık suratla ve de yaşlılıktan kaynaklanan, dikkatten uzak bakışlarını düşünüverdim hemencecik. Elinde bastonu ve kapısının önünde mekân kurduğu çulu ile geldi aklıma. Kapı komşusu Akçellerin Kezban teyze vardı yanlarında. Sokağımızın en ağır ve oturaklısıydı bir bakıma, herkesin derdini dinler, olumlu yönlerde akıllar, nasihatler verirdi. Güzin ablasıydı sanki o günlerin. Herkes de, ona gerekli saygıyı ve sevgiyi hiç eksik etmezdi. Çift kapılı, yılların yorgunluğuyla eğrilmiş olan avlu kapısının önünde, eski minderi üzerinde, yüzünde eski bir gözlük, ellerinde ise beş şişle habire çorap örer dururdu, yaz günlerinin düşen gölgesi altında. Zamanın bıçkın delikanlıları arasında olan oğlu Gâvur Ali ile yaşardı büyükçe avlulu evlerinde.

Bir sonraki hanede ise Çobanların gelini olarak bilinen, mülayim,  hatır naz, ömrü fidanlıklarda çalışmakla geçen Topal Satı teyzenin güleç halini özledim. Başka bir rahatlık verirdi alçak gönüllü ve doğal haliyle herkese. Hemen bitişiğinde Çankırı türkülerine darbukasıyla ritim veren, derleyici Dabu Ahmetlerin ekibinden sayılan, Ahmet ALTUNER amcayı hayal ettim. Her ilkbaharda, çelimsiz kalmış ineğine mezarlığın kıyı köşelerinden ot yolduğumuz hallere gitti gönlüm, yılların yorgunluğu yüzü ve dikleşmiş ak kaşlarıyla bile, devamlı tebessüm abidesi olan Ahmet amca hayat doluydu her daim gülümseyen haliyle vesselam. Hanımı Nine teyze ile fakirhanelerinde ömür tüketip gittiler.

Mahallemizin bakkalı Hasan abiyi aradım, Başağa deyip saygı gösterilen, sert gibi duran ama insanı gönülden seven, oldukça hareketli, herkesin iyi gözle baktığı, gayretli halleri, her gelen geçenin selamlaştığı tavırları andım mazide. Devrin yokluğunda köhne viranede, açık makarnalar, sıvı yağlar,  küfelerdeki zeytinler, kaşık la gazete parçalarına konan küpecik peynirlerini, tel kafesli dolaplardaki özü bozulmamış mis gibi kokan ekmekleri aradı gönül gözüm. O zamanların garibanlığıyla dolu olan ahalinin hallerini, alışverişlerini aradım. Ve parası olmayıp da yazılan, bakkal veya veresiye defterlerine takılıp, gittim o günlere.

 

Bir an boşlukta kaldı bedenim. Serap mı, hayal mi anlayamadım. Hüzünlerimin düştüğü sıcak duygularımda, ruhumun serinlemesi için sanki teselli gölgeleri arıyor gibiydim. Baharın coşkusunu unutup hazanın solmuşlarına dalmak hemen de kolay değil di sanki.

Ben ise hala; O baba diyarı, bu yetim şehr-i Çankırı'yı, sinemdeki eski hayaliyle anıyordum.

Garipçe dönüp bir Sarı baba mezarlığında, meftun olanlara baktım, birde hazinlere gark olmuş boş kimsesiz mekânlara, ezelden, akılda kalanlara. Gönülden aşk ile beklesem de,  buruk yüreğimdeki hicranımı, elemlerimle sardım, ela gözlerim den, akan damlaları ise, hiç ama hiç sayamadım.