Güneş tam zirvede ve oldukça bir sıcak yaz günleri. Acı çay tarafı, o kadar fazlaca bir yeşilliğe sahip değildi. Çay kenarında birkaç bahçeden ibaret yerler vardı. Karşı yamaçlarda ise Tuzlu bağları boy gösterirdi, onlarda babadan kalma, bakımsız, ilgisiz ve biçareydi.

Havada uçuşan akbabalar, nasiplerini ararken biraz ileride, solda ise o zamanlar Çankırı’nın çöp depolama yerini tarif eder gibiydiler sanki. Rüzgârda, hele bir Poyraz dan esti mi de, iğrenç kokusu ortalığı sarardı.

Herkesin, yorgun argın ulaştığı mekân o zamanların gözdesi ‘’ Şen Kiremit ‘’ Tuğla ve Kiremit Fabrikası idi. Devir, meteliğin olmadığı yıllar. Elinin emeği ve çekilen zahmetin ardından ve başındaki ‘’Çavuş’’ lakaplı, genelde patrona yakın insanların, vicdanları arasında gidip gelinen bir hal.

Dünden kalan yorgun halleriyle ceplerindeki ‘’Çalışma Karneleri’’ ustabaşına teslim edilir ve  Bismillah diyerek başlanırdı işe.

Herkes işini bir anlamda biliyordu. Genelde çalışan belli kadrosu vardı, ancak okulların tatil olmasıyla birlikte, çalışan sayısı genelde üçe katlanarak, üretim kapasitesi artırılıyordu.

Gariban ilimiz, zaten her şeyden yoksun ve biçare. Makûs talihini yenemeyen gençlik, velhasıl o altın çağını, yoksulluğun girdabında ve sonbahar andıran, gazel yaprağı gibi savrulup giderdi.

Emeğinin, karşılığını yeterince alamayan ağır ve meşakkatli bir işçilik ve sonu olmayan çırpınış.

Bizde, bu ilin Sarı Babasında yetişmiş biri olarak, şartların olumsuzluğu sonucu kendimizi, bir anda soğuk yüzlü ve fazla yüz göz olmayan, çatık kaşlı, sert bakışlıları arasında buluverdik bir anda. Körpecik, bulgur pilavı ve tarhana çorbası arasında, arada keskin torba yoğurduyla yapılmış yayla çorbasının verdiği hazla gıdalaşan, bünyemize rağmen.

Sırtımıza sarılan tahta semer üstündeki, yaş kiremit ve tuğlalar minnacık ellerle, özenerek dizilirdi, o is, pas kokan ince kömür tozlu ocağa.

Yorgunluğun, terlemenin had safhasında verilen molalarda ise, sımsıcak akan yarı acılı, çamurlaşmış mekânın ortasında, Filke denilen , musluklardan akan, çeşme suyuna ağzımızı dayayarak, kana kana hem de, lakırdatarak içerdik, sanki kıtlıktan çıkmış gibi.

Bir akşam vakti, iş dönüşü, anamın eski turşu bidonlarına doldurup ta, güneşe ısınması için koyduğu suyla, avlu taşında yıkanırken kararımı az çok vermiştim. Suyu döktükçe, esmer ve buğdaya yakın tenimin ne kadar beyaz olduğunun farkına varıverdim. Ay ışığı kadar olmasam bile, bir şekilde tenim açılmıştı. Ve içimden bu işin sonu yok, haksızlık desen diz boyu, düşüncelerimin baskısını derinden hissetmeye başladım.

Yeterince, adil olmayan bu mekân da iş bitmeden mesaisi de bitmezdi. Biz çocuk yaşlarda, aldığımız sosyal bilgilerin öğrettiği, yurttaşlık bölümünde, Anayasa denilen ama sadece ülke yönetiminde söz sahibi olanlarca bilinen, ancak çoğu yerde uygulanamayan, denetlenemeyen bir usulsüzlüğü yaşıyor gibiydim.

Anayasada öngörülen, sekiz saatten fazla çalıştırılamaz ilkesini, çocuk yaşlarda olmamıza rağmen biliyorken. Hangi cahile, hangi yürekli birine anlatabilirdim ki! O yıllarda memleketin durumu, ahvali maalesef buydu.

Gariban ilin, yoksul ailelerinin çocukları elbette çaresiz ve bir o kadarda hayatın nimetlerinden yoksun. Ne ergenliği, ne de erginliği yaşadığını söyleyemem. Biz aşk denilen O karışık duyguları bile, Halk sineması’nda gösterilen, genelde devrin öne çıkmış şarkıcılarının, arabesk olarak bilinen, içeriğinde aşk, masumiyet kokan, kimi zaman kavuşamayan, bazen de mutlulukla biten, duygulu filmlerinde yaşadık.

Elbette, o günkü şartlarda sinemaya da, para bulup gidebildiysek, bambaşka bir duygu ve en büyük eğlenceydi. O günleri hafızasında yaşayanların, kim bilir, küllenmiş acıklı binlerce hikâyesi vardır.

O devrin gençliğinin genelinin cebi delikti amma, erdemliydi. Toplum bir o kadar terbiye ve adaplıydı. Günümüzdeki kadar, erozyona uğramamış insanlık değerleri vardı.

Bir haftalık çalışmanın ardından, hesap kesimiyle birlikte, aldığım parayı ancak bir Tuzlu lu terzi abiye, kiremit rengi, O vakitlerin modası olan İspanyol paça pantolona ödediğimi hatırlıyorum. Varın siz gidin de hesabını yapınız. Emek ve karşılığının ne anlama geldiğini.

Daha özgür ve emeğinin karşılığını yeterince alacağıma inandığım ve kendi işimi, yani fabrikamı kurmaya karar verdim.

Ve avlulu evimizde, derme çatma da olsa, özenerek kendi başıma yapıp, çattığım Boya sandığımı büyük bir hevesle ortaya çıkardım. Rahmetli çolak Bekir Amcadan tüyleri, baktı mı kedigözü parlayan, ikinci el boya fırçasını on üç kuruş yani, gayme vererek satın aldım. Sonrasında ise arastanın müdavimi ve bu işin ehli olan Halil ağadan markalı sayılan, Nuri Lef lef boya ve cilasını alarak, birde terzi amcalardan eski kadife parçasıyla, işletmenin eksikliklerini tamamlayıp, boya sürmek için, eski çay kaşığını da keserle düzleyerek üretime hazır hale geldim vesselam.

Elbette bunları yaparken, Muhlis tepesinde Sarı İsmail amca, Büyük Camii etrafında ise rahmetli Kahraman amca ile iş rekabetine gireceğimi, her girdiğimde sert bakışlarıyla sanki dövecek gibi olan kahveci ve lokantacıları asla aklımın ucundan geçirmemiştim ve hesaba katmamıştım. Hayatın, yükünü kaldırmanın ne kadar zor olduğunu, bir bakıma yaşayarak öğreniyordum.

Ne güzeldi, cila kokan, boyalı ellerle yeni fırından kesilmiş çeyrek ekmek ve bir tutam salkım üzümle, sandığın tozla kaplı üstünde, hem de eski, gazete kâğıdı üzerinde öğün geçirmek. Hey gidi günler hey.

Onurlu ve mazisinde kirletilmeden bırakılan bir hayat, ne mükemmelmiş meğer şimdiler de ise, o değerleri, anılarla yaşamak ve yaşatmak.

Arasta, yeni çıkmış bir şarkı ile inliyorken, Behiye Aksoy teyzenin taş plağıymış meğersem.

Bir garip yolcuyum hayat yolunda

Yolunu kaybetmiş perişanım ben

Mecnun misali gurbet ellerde

Ümitsiz bir aşkın kurbanıyım ben