Esen meltem yelinin vurduğu, kuşların cıvıltılarıyla yeni bir bahara daha adım attık vesselam;Çankırı’mızı çevreleyen tepelerin o bozkır halleri, zümrütle donanmış gibi olurdu.
Hep içimde uhdedir, acaba sık ormanlarla kaplı olsa diye içlendiğim, çocukluk penceremden bozkıra bakarak; hayalimin zenginliği, varlığımızın fakirliğinde boğulup gittiği de olurdu arada. Ulu çınarlar arasında, ne de hoş dururdu bu Şehr-i Çankırı diyarı. Bol oksijen deposu ile belki vatanın tam ortasında, akıllarda kalan tatil beldesi ya da orman turizm bölgesi oluverirdi ne var ki sanki.
Neyse buna da şükür diyelim, uçurumlu yollarımız, dik yamaçlı meskûn alanlarımız yok ya en azından, elbette Mevla ya şükretmek bereketi, nimetleri artırırmış

Yeni mahalle civarın da, badem ya da çağla ağaçları gür açan çiçeklerinin üzerinde nasiplenen arı, renkli böcekler ve kelebeklerle, ardında bollukla dolu bir ürünü bizlere sunar gibiydi o yıllarda. Rahmetli Şerif teyzemin ve dümelli li Ahmet amcamızın kışın çatı arasında, samanlıklar içerisinde sakladıkları, arada biz çocuklara verdiği, O lezzetli, misler gibi kokan, kütür kütür, ayva ve elmalarda gözümüz yoktu, eh ne de olsa bahara erdik artık. Yine ta Sarı baba dan  kalkıp cümbür cemaat giderdik, tek çam ya da döner çam da denilen mevkide, bugün beton yığını olmamış, o mesire alanına ve bol olan badem ağaçlarına. Çıkardık o küçücük boylarımızla, tepe uç noktalarında bulunan zarif dallarında, yaprak aralarına saklanmış, o tüylü iri yeşil Çağlaları (Badem) toplardık tek tek, neşe ile güle oynaya. Her toplayışımızda hırslanarak doldururduk göyneklerimizin içlerini, hem de kaşındırdığı tüylerine aldırış etmeden. Yerdik bıkmadan bolca, o minik dişlerimiz ekşiliğinden kamaşıncaya kadar. Şarlatanlık yaparak dönerdik mahalleye, rastladığımız kim varsa az buçuk verirdik minik avuçlarımızla öcük öcük, nasiplensinler diye. Ancak onunda her şeyin olduğu gibi zamanı vardı. O güzelim çağlalar zamanı geçtiğinde ve kartlandığın da ise hiç kimse rağbet etmezdi, yüzüne bile bakılmazdı.

Tatlı çayın batı cephesindeki evler genelde zengin ve vasıflı ailelerce kullanılmaktaydı, eski tip iki katlı ahşap, kireçli beyaz yüzleri,  ayın on dördü gibi parlak ve gösterişliydiler. Evlerin hepsinde; yeşillikler hâkimdi, kimilerinde yabani sarmaşıklar, öbek öbek çiçekler göze batardı. Bugün ki lise den başlayıp Tatlı çay boyunca-Hıdırlık tepesinin alt kesimlerindeki Deve yolu arasındaki havza; Kara köprü-Dızlar değirmeni-Bent-Fidanlık-Ayan ve Korgun’a kadar uzanan tatlı çay boyunca düzenli, yemyeşil bahçelik alanlardı. Bu bahçeler içerisinde Köşk ya da Konak denilen birçoğun da bahar ve yazın kullanılan evler vardı. Oldukça yüksek kavak-ceviz ve diğer ağaçların uzunluğundan veya yeşilliğinden bu evler bile zor görünürdü baharın gülşen çağında. Düzenli evlekleri ve bolca yeşillikler arasın da, ötüşen bin bir çeşit kuş sesleri, arı vızıltıları ve arada bir anıran merkep sesleri,  inek böğürmeleri  sessizliği bozardı, ayrı bir hava katardı o yeşil vadiye, tabiatın sessizliğinde, hoyratça ve nağmeli, öten bülbüller ve onların yurtları olan, aşiyanlarla doluydu.
Misler gibi kokan o hanım elleri, çiçek açmış meyve ağaçları, esen yellerle gelen hoş kokulara arada bahçelere atılan Mayıs kokuları da karışırdı vesselam. O zümrüt yeşilliğin aralarından sıyrılan, yanan kuru odun ve tezek dumanlarının kokuları sarardı her yanı. Tatlı çayın gür akan şırıltısı ise hayatın ta kendisi ve bereketin habercisiydi sanki. Yukarı bentten tutulan sular, arklarla, küçük dereciklerle, hakça, kardeşçe bölüşülürdü. O güzel yıllar; merhametin, hak ve adaletin yüreklerde yaşatıldığı yıllardı. Azimle kürek, çapa, bel, tırpan, orak tutan nasırlı eller ve gözü tok, yüreği cömertlikle bir başka hoş bakarlardı o yıllarda.

Bütün aile fertleri düğün alayı edasıyla, çoluk, çocuk, gelin, kaynana, oğlan , damat kim varsa, kınalı eller, yaşmaklı, cemberli analar ve bacılarda emeğin içinde yoğruluyordu o yıllarda.

 Adam gibi adamlardı; herkesin ekmeği de, aşı da yenirdi, gözleri de toktu gönülleri de.

Her nimetin, külfetinde de bir ve beraberdi gönüller. Dayanışma ve imece, birlik sevdasıydı mazide kalan o güzel haslet.

Arada bir cızırtılı, pilli radyolardan, o derin sessizlikte, çevrenin çok da gürültü kirliliğinin olmadığı o yıllarda, uzun dalga Ankara radyosunun yayınlarıyla, hoş türküler sarardı etrafı Yıldıray ÇINAR’dan ‘’ Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun amaaaaaanGördün güzelleri beni unuttun ammman’’diye (Yurttan sesler) programının, nağmeleriyle daha da gayrete gelirdi, o güzelim bahçıvanlar.

Mezarlık mevkiinde baharla birlikte öyle otlar olurdu, çoğu zaman mezar taşları bile kaybolurdu aralarında, içlerinde kırmızı gelincikler, nazarlıklar, papatyalar rengârenk yeşillikler arasında, kaplardı her yanı. 

Yükseklerde ki kekik kokuları bile toprağın kendine has kokusuyla başka hoşluklar verirdi insana ve unuturduk, o ilahi anı, gerçek dünyaya gidecek o gizemli başlangıcı. Baharın o huzur veren yeşilliği kim bilir belki bize unuttuyordu ölümü, mezarı ya da mezarlığı. Her şey; Hayat-Ölüm arasında geçen hatıralarla dolu acı-tatlı hikâyelerden ibaret.

Toprağa gark olmuş nice âdemoğulları, bizden önce gelip ve göçmüşlerdi bu fani dünyadan önceleri; bize bıraktıkları güzel vatan parçasında rahat ve huzur içerisinde olmaları adına ruhlarına Fatihayı eksik etmesek ne de güzel olur hani. Onlarda; geride anılar bırakıp, zamanı geldiğinde çekip gittiler.

Selam olsun bize bıraktıkları vatan toprağıyla övündüklerimize. Selam olsun Sılayı içinde yaşayan binlerce gurbetçilerimize.