Kimi zaman ise, aş-ekmek-hayat, geçim telaşıyla, çırpınan bedenlerin, kafalarında bin bir dert, tasa, kaygılarla, farkında olmayanlara yoldaşlık etti.
Bazen yaşlı ve de hasta olan insanımızı da oldukça yordu. Rahmetli babam bile yokuşu yarıladığı zaman, orta yerde bir mola verip, iki elini beline koyup, nefes nefese kalarak, yıllarca içmiş olduğu sigara denen illetin verdiği çileyi çekiyordu velhasıl.
Mahzenin önemi, zenginlikleri bir başka güzellikteydi. Hemen sağa doğru yani Büyük (Ulu) Camii’ye doğru yöneldi mi, kaldırım taşlarıyla kaplı daralan yolda, bu garip şehrin, manevi zenginliğinin simgesi, övünç kaynağımız; Astarlı zade Hacı Hilmi Efendi Hazretlerinin dünyalığı, beşeri hayatının idamesinde kullandığı evin dar sokakları bile bir bambaşka güzellikteydi.
Gönül gözüyle bakılınca.
Çocukluğumdan beri, o sokaktan gelip geçerken her seferimde, masumca bakardım içli duygularla o kapıya, sanki ayın on dördü gibi pas parlak, kireçle badanası yapılmış, bir duvar ve ortasında, koyu kahve renkle boyalı, çift kanatlı kapısı ve bin bir umutla gelip gidenler. İlahi bir umut panayırı gibi sanki gelenler, gidenler ve hoşlukları benizlerinden belli olan genç, yaşlı, çoluk, çocuk kim varsa.
Bende ayrı bir huzur bırakırdı ve her şey biraz farklıydı sanki.
Anlamlı ama anlatımı yetersiz, anlaması zor olan çok farklı bir hal.
Ömürleri tüketen yollar ve kaldırım taşları; bazen de Çankırı garından, seferden dönen koyu lacivert elbiseli, yakalarında kırmızı TCDDY amblemli, başlarında siyah ve parlak alınlıklı şapkalarıyla, ellerinde siyah yol çantalarıyla yorgun, süzgün bir halde evlerine dinlenmeye giden insanlarımıza, sabahın seherinde, yoldaşlık ederlerdi. Birde pos bıyıklı gece bekçilerimiz ve beyaz unlara gark olmuş, gececi ekmekçilerimiz vardı.
Mahalle aralarındaki damlarda beslenen ineklerin, sabah ezanıyla sağılmasıyla elde edilen sütleri, bir elinde çinko-sac güğümlerde sallana-sallana, diğer elinde ise, litreliklerle hapazlamış halde, Sütçüüüüüüüüüüüüüdiye sabahın sessizliğini bozacak kadar, tez elden satmaya çalışanları da görmüştür, bu ela gözler.
Kıraathanelerden çoktan, sigara dumanından göz gözü görmeyecek hale gelen, o sevimsiz havanın gölgesinde, çay tepsileri içinde, tavşankanı çaylarla dolu olan küçük bardaklar soğumasın diye üstleri metal kapaklarla kapatılırdı. Kapakların üzerine, dökme oluşu nedeniyle şekilsiz küp şekerlerle, oturmuş olduğu beyaz ve kırmızı damalı çay tabaklarıyla hem de yanlarında çay kaşıklarıyla, bir oyana bir bu yana salkım saçak giderlerdi. Sonuç ta uykulu mahmur gözlere şifa olacak ya, paslanmış ağızlarda tat bırakacaktı ya.
Dilaver’in kahveden hemen sonra, sol tarafta dizili konumda, çokta modern olmayan, yapışık sıralı dükkânlar vardı. Salih usta, Bakırcı Hasan usta, Sobacı Şivet Mustafa, Bıçakçı Ömer ağa, Çakıcı Tevfik ve Nalbant İhsan ustayla hayat bulan mekânlardı. Çoktan yerlerini almışlardı ustalar. Kimileri önceki günden yarım kalanlarla uğraşırken, kimileride sabahın köründe gelen müşterilerle haşır-neşir olmaktaydılar.Virane halde bulunan eski kiremitler arasında, kerpiçten oluşan derme-çatma bacalardan çıkan isli-tozlu kimisi beyaz kimisi boz renkli dumanlar çoktan semaya doğru çıkıyorlardı.
Ufkumda, aklımdan hiç ama hiç geçmeyen esnaflığın öcükte olsa ucundan tutmuş birisiyim bir vesile ile. Gün gelip de Hazım ustayla çalışan Dursun Kalfanın yanında palazlanan rahmetli ağabeyimin, bir anlık kızgınlığının sonucunda, kendince greve gitmesiyle, muzdarip bir halde, eşiğimizde bekleyip yalvaran, O zamanlar Kalfa diye bilinen saygıdeğer Dursun GÖKTAŞ ağabeyimizin, mülayim talebi ile bir anda Hazım Ustanın dükkanın, o isli-kokulu, tozlu-paslı, mekanında kendimi buluvereceğimi, hiç düşünememiştim asla. Sabah yaptığım işbaşıyla, acemice ve isteksiz hem de zor bela bir halde, körük çekmekten patlayan minnacık ellerim, ancak ikindi ezanı vaktine kadar dayanabilmiş ve sonrasında pır ışı kurup, bir pundunu bulup sırra kadem basmıştım. Bir daha da o mekânın önünden hiç geçemedim, utancım nedeniyle.
Ne varsa her şey kısmette varmış meğer hayat bir yalanmış
Demirciler çoktan ritimlerini tutturmuşlardı. Soğuğun sertliğinde, sıcak kok kömürlü ocakların alevinde, ellerinde ağır çekic ve balyozlarla her vuruşta, patlayan küçük kıvılcımların gizeminde, ilmek ilmek akan terler çıkmak üzereydi birçok mekânda. En usta olanın himayesinde, kömür ocağında iyice tavlanan, bir şeye benzetilemeyen demir kütlesi, ateşin içinde sanki mayışıverir gibiydi. Örsün üzerinde, aldığı çekiç-balyoz darbeleriyle, sırlı bir yolculukla, bir başka şekle şemaya doğru gidecekti. Öyle ağzımı açayım, saçımı kaşıyayım deme hakkı da yoktu o örsün başında. Herkes nasırlı elleriyle kavradığı saplarını iyice tutmalıydı, hem de kavice ne. Bütün gözler, örsün içinde ezilerek yamulan, demirin tavını kaçırmamalıydı. Bu mücadele, akşamın zifiri karanlığında, altmış mumluk tozdan camı görünmez olmuş, bir o kadar örümcek ağlarıyla sarılmış, emanet gibi duran lambanın yanmasına kadar sürer giderdi.
Soğumak üzere olan ham demir, ustanın kontrolünde tuttuğu uzun saplı kerten pele ile tekrar kızgın yanan közlere gömülürdü. Bu fasıla ham demir adam akıllı şekle gelene kadar tik tak sesleri eksilmezdi o mekândan. Hayat bulduğu neyse, en sonunda sertleşmesi için, o vakitler tahta fıçı içindeki bulunan, pis-pas suya batırılırcosssssssss diye bir anda ortalığı kaplayan buharla vücut bulurdu. Artık imal edilen mamül, dükkân önündeki tezgâh niteliğindeki raflara konulur ve gelecek nasipli müşteriye sunulurdu.
Henüz yeterince yanmamış sobanın üstünde duran mavi renkli olduğu, kirden pastan zor seçilen çinko çaydanlık henüz kaynamadıysa, çare arasta ocakçısına müracaat edilirdi. En çömez olan çayı söylemekle de mükellefti. Çırak, çay ocakçısının ses mesafesine kadar gider, ancak yinede Satılmış ustaaaaaaaaa çekkk,Ömer ustaya dört çay diye gür sesle bağırırdı. Sesi alan garson ya da ocakçı, tamam mırıldanmasıyla, arası uzun sürmeden getirirdi tavşankanı çaylarını mekâna.
Herkese çaylar verildikten sonra, garson kulağına sıkıştırdığı beyaz tebeşiri ile genelde dükkânın kapı iç tarafında ya da üstlerdeki ahşap yerlere, / X X X X atılan çiziklerin her biri, içilen bir çay demekti. Akşam dükkân kapanmadan, kaç çay içildiğinin bilgisi karşılıklı teyit edilirdi. Hak hukuk meselesi bir o kadar önemliydi.
O yılların güven veren bir meziyetine daha dikkat çekmiş olduk vesselam. Öyle marka denilen mika pullarla, basılı küçük fişlerle insanımızın işi olmazdı. Yani arada bir boşuna demiyoruz nerdeeeee o eski günler diyeeeeee.
Demir tava gelir kömür bitermiş, Akıl başa gelir ömür bitermiş