Her geçen saat kalabalıklaşan dükkânlar, sokaklar, bağrış çığırışlara gark olarak bir hal alırdı. O gün ki rüzgârın estiği yöne göre mukallitlik yapanlar, bıçkın takılanlar, akşamdan kalma olanlar, asabi takılanlar, derken insan çeşnisi ve davranışları farklılaşırdı günün seyrinde. Elbette müptela olanlar, çoktan bol köpüklü orta kahvelerini yudumlamışlardı. Günün sessizliği atların nal sesleri, tekerleklerin tıngırtılarıyla, yükten terlemiş bedenleri, yelelerindeki tüyler, sicim gibi ıslak at arabaları, ha bire yük çekmeye başlamışlardı.

Nergizlerin; Kenan ve Turan abiler boyunlarına çapraz taktıkları, kalın derili kayışlarda taşıdıkları, o günün gazetelerini, gastiieeeeeeeeeeeeee diyerek bağırarak satmak için uğraşırlardı. Pantolon üstüne taktıkları, deriden para koyma kasası sayılan çanta, hemen yan tarafındaydı. Turan ağabeyinin, davudi ve peltek sesiyle yaşıtlarına ve sevdiklerine yaptığı şakalar ise sıradandı. Köşe başında, raflarında üç-beş malzeme ile bakkal Dağlının dükkânına arada sırada giren çıkan da olmaktaydı.
Ayakkabıcı Başbuğ, çok tan mes ve lastikleri düzelterek yeni müşterilerine beğendirmenin telâşesin de gibi. Yeni fırında pişen ekmeklerin kokusu, hala tazeliğini koruyordu. Bir taraftan da mahalle bakkallarına büyük kalburlarda çılız ve pecmurde halde ki ekmek taşıyanlarla, sevkıyata devam ediyordu.


Kapısı ve pencereleri, beyaz yağlı boya ile boyanmış, berber Hasan amcanın sabah traşları bile başlamıştı çoktan. Öyle bir berber ki, her türlü hüneri var vesselam. Hadi anladık saç-sakal traşını, bunun yanında hastaya iğne yapmak, ağrıyan dişi çekmek ve en önemlisi ise sünnet etmek. Berber amca, beyaz önlüğünü çekerdi müşterinin üstüne, iki hal hatırdan sonra, otomatiğe bağlanmış halde namzet uysal bir şekilde bekleyip neticeye varmak isterdi. Aheste bir halde cillop gibi oluverirdi zevat, hemi de gaymakam gibi. Emanet gibi duran cılız çırak, koltuktan kalkan hatırı sayılır müdavime, elinde fırçasıyla düşen kıl-tüy varsa onları alır, yetişemeyen boyu ile ceket ya da paltosunu rahat giymesi için çabalardı. Bu fasıla berber dükkânın kapısı açılıp taaki uğurlanıncaya kadar devam ederdi. Elbette bir sonraki gelişinde de, gördüğü şefkat ya da üç kuruş hatırına daha çok ilgi gösterip pervane oluverirdi.  Sonuçta, alaka gösterip, hem müşteri memnuniyeti, hem de üç kuruş bahşişin hesabını yapardı. Hem kendi dünyasında mutlu olmak hem de ustasına yaranmanın keyfini sürmekti gaye.

Usta, arada bir duvara asılı kalın deri kayış gibi sahtiyende, usturasının ağzını bilerdi. Çırak yerlere dökülmüş tüyleri süpürge ile hafifce toplar, kenarda duran On sekizlik peynir tenekesinden bozma çöp kutusuna atıverirdi hemencecik.

Genelde büyük pompalı cam kolonya şişeleri kenarda, köşede durur, bayram seyranda gelenlerin küçük şişeleri doldurulurdu.

Duvarın en müstesna yerinde G.M. Kemal’in resmi elbette yerini almıştı, kimilerinde İsmet İNÖNÜ, Bazılarında ise Menderesi görmekte vardı.

Çok ta net göstermeyen,tahta çerçeveli, hafif sararmış aynalar,eğik bir şekilde duvara sanki emaneten asılmış gibiydi.Eskilerden, yenilenlerden vesikalık resimleri hatıra diye bırakan birçok tanışları, her tipi, ayrı bakışları ve kaytan ya da pos bıyıklı halleri,traşla birlikte hafızaya bir şekilde geçerdi.

Arada bir cızırdayan radyo ile ajansları dinler, bir o kadarda ülke-devlet-millet adına ahkâm keserlerdi. O yıllar Halk fırkası-Demir kırat arasında gidip gelen yıllar. Hökümetler kurulur, dış siyasette aslan kesilir, milli davalarda herkes pür dikkatli oluverirdi. Ne de gözel; muamma gibi bir şey, sihirli kutudan çıkan garip sesler-olaylar-hikâyeler. Arada bir oyun havaları, bazen de dertli gurbet türküleri sessizliği bozar giderdi. Bazılarının aklı da hala ermiyordu bu duruma hani. Sihirli kutuda, bir adamı aramak, sorgulamak ya da izah etmek zordu O yıllarda.

                   Şeytan işi mübarek, heç de akıl sır ermiyor hani.

Yoğun işten, aklına gelirse berber ustası; Abeyyyy bişey içermisin, Çay gayve söyleyem mi? Diye de; Allah var arada sırada sormuyor da değil yani.

 

Çankırı’nın 1930 –1940 lı yıllarında yapıldığı söylenen Kadirin kahvesi, camekânlı, şatafatlı zamanının seçkin, eski adıyla Kıraathanesi olarak bilinirmiş. İster istemez sınıfsal bir ayrım yaşanırmış. Ve hatta Çaruklu köyün ayusu diye çamurlu ayaklarıyla köyden şehre gelenler bir anlamda küçümsenerek alınmazmış.

 

Bazı büyüklerimizin anlattığı kadarıyla, fırından ekmek bile nazlanarak verilirmiş. Hele siz düşünün, Köylü Milletin Efendisidir sözünün inceliğini ve hangi ihtiyaçtan ortaya çıktığını.

Bazı değerler birbirimizden görerek, doğru ya da yanlış olup olmadığı sorgulayarak, toplumun verdiği hükümle, mantıklı olanı, kafamıza yatanın bu olduğuna idrak ederiz. Adap ve toplumun muaşeret kuralları, mutabık kaldığı konuların dışında hareket etmek herkesi üzebiliyormuş.   

  

Kahvede sandalyede oturmak, çayı karıştırırken gayet usul ve çevreyi rahatsız etmeden dikkatli bir o kadar mülayim davranmak, öksürürken,  aksırırken dikkat etmek. Çayı höpürdeterek içmemek güzel meziyetlerdir malum olduğu üzere.

Yokluğun-kıtlığın, en önemli olanında dünyada hüküm süren bir savaşın etkisiyle alınan önlemler ve hayatın gerçekleri arasındaki sıkıntılı durumlar. Şehirde yaşamak, medeniyete biraz daha yakın olmak demektir. Toprağın ve her türlü tarım alanlarının işleyişinde bile teknik fakirlik beraberinde üretimi, ulaşımı, sosyal dokuyu da, birçok anlamda etkiliyor olması, sınıfsal bir ayrımı da beraberinde getiriyormuş meğer.

                                 Hoş mu?  Derseniz asla değil.

Çilekeş ülke insanının meşakkatli hayatın içinde, üreterek bize sunduklarını, düşünemeyen sonradan görmelere bugünde rastlamak mümkündür. Köylümüzün gözü toktur. Atasına, ecdadına, ülkesine, derin bir muhabbeti, gönülden bir bağlılığı vardır. En azından karakter olarak saf, katıksız ve sade dir. Henüz özü bozulmamıştır. O yıllar köylünün özendiği en çok rağbet ettiği nesneler neler mi derseniz, sanırım benzinli çakar çakmak, yani mıktar çakmağı, çakı, tırnak makası, cep aynası ve taraktan ibarettir. İşte, hayatın seyrindeki dünyalıkları. Bunlar mış meğer. Birde köy odasında ya da camii avlusunda çıkarıp kullandı mı değme gitsin keyfine

Gurbet o yıllarda ayrı duygu verirdi yinede insanımıza. Daha henüz Alamanya treni kalkmamıştı gardan. Hasret türküleri bizim o taraflara çok ta gelmemişti henüz. Ama yinede köyünü, obasını, sevdiklerini bırakıp uzun süre ekmek kavgasını yaşayanlar yok da değildi.

Rahmetli dayım Maruf gibi köyden kalkıp taaa İstanbullara ekmek, aş ya da adam olmak adına gittiği yıllarda, gelen gidenden haber gönderirmiş dedem,  aman Şaban’a tembihle ayna göndersin dermiş. Ne normal telefon var ne de cep telefonu. Samimiyetin nişanesi olarak kuru bir söz bile havada kalmazmış meğer.      

Kim bilir alınca ne kadar da çok sevinmiştir garibim Ve istenilen şey ise, sadece bir cep aynası.

Yine yaptığım araştırmalarda,bir garip gurbet yolcusu olup, İstanbul’larda çalışıp sıla-yı rahim etme vakti geldiğinde, Maruf köyüne gelmiş.Elbette yaşadığı ortama ayak uydurmayı biraz öğrenmiş olmalı ki,saçlarını hafif ıslak ve nemli bir halde güzelce ne taramış.Köyün ihtiyarları şöyle bir bakmışlar arkasından.Hiç te alışık olmadıkları bu durum karşısında,hemen dedikodu yapılmaya başlanmış.Bak hele falanın oğlu var ya,aha şu şeygillerin torunu,işte O Sankilem; İstanbul’a neyim gidince  heçte utanmadan birde saçlarını taramış,adam oldum sanıyor,galiba kendini  pe…….nk    deyivermişler.Varın siz hesabını yapın o günlerin.

Ehh gurbet sevdiklerine, garipseyecek kadar yürek yarası açarmış içli duygularla. Rahmetli anam radyodaYârim İstanbul’u mesken mi tuttun amannnnn dediğinde, yardan ziyade can gardaşları aklına gelirdi her seferinde, yârim sözünün yerine, gardaşım diye değiştirirdi ve arada, hüznüne ortak ederdi bizi de.

Ana gibi Yar, Bağdat gibi diyar olmazmış ya

İşte candan, hasret, sevgi ve özlem buymuş meğer.