Bazen ah çeker insan, hani giden, yandığım sevdalar kadar, hoyratça harcanan o zamana tüh - vah deriz iç dünyamızda. Ya da keşkelerle, kahırlarla veya güzelliklerle geçen o senelerin ardından, hasret çeker ya tüm benliğimiz. Kalplerde; işte O an dem vurduğumuz maziye gömülüp kaybolduğumuz çok olur ya; rüzgârın savurduğu bir gazel misali, giden o öğütülmüş, un ufak olmuş zaman. Ömürleri çalan, bir daha geriye vermeyen O yıllar.
Bir ömrün tüketildiği mekânların sökülen halleri, yokluk, kıtlık ve zorluklarla geçen çileli zamanın tescillenmiş yüzüydü sanki. Damlamca denilen mevkiden başlayan, önce hampuçlarında (çatılarında)yıllara meydan okuyan direncini kaybetmiş, kimi zaman yosun tutmuş, kimi zaman mantarlaşmış Çingene kiremitleri tek tek sökülürken. Sanki hayatın seyrinde uçup giden zaman canlanıyor aniden. Eğri, büğrü olmuş çatı ağaçları ise yaşadığı bunca senelerin yorgunluğunu gözler önüne serer gibi, gücü kalmamış hallerinden besbelli.
Yorgunluktan kabukları sıyrılmış ceyran telleri, kimilerinde ise haylaz, dikkatsiz çocukların taktığı uçurtma kalıntıları ve ipleri göze batıyor gibi sanki. Fincanları kırılmış ve demir gövdesi, geçen zamanla, yeterince paslanmış olsa da, hayata direnmiş, o dam direkleri.
Kimi zaman Zonguldak havzasına ait, Kok, kimi zamanda Yağlı kömür diye bilinen, ya da meşe odunuyla veya tezeklerin isleriyle bulanmış, derme – çatma, eğreti gibi duran, bacalara dokunan kazmalar, baltalar, levyeler mazinin dişlerini söküyor gibi sanki.
Büyük bir emekle, kasketli ustaların, nasırlı elleriyle bir zamanlar, çattığı, çivi, keser ve testere seslerinin karıştığı, o beşe onlar ve döşenen tavan, taban tahtalarının yeni halleri geliyor insanın aklına birden, mis gibi çıra kokan, çam kokusu ile reçinenin hoş kokulu, o canım halleri geliyor aklına insanın. Kim bilir Ilgaz-Tosya-Kayı-Yapraklı tarafının ağaçları, hayatları son bularak Buğday pazarı mevkiindeki hızarlarda şekle girip geldiler belki de. Çatılan iskeletlerin aralarında, mahzunlaşan, dörtlü kalıplar da, yağlı toprak dediğimiz çamurdan elde edilen, aralarına saman karılarak sağlamlaştırılan, Çankırı şivesiyle kavileştirilen, tarih kokan Kerpiçler takılır gönlüme birden. Modern çağın göstergesi olan,iş makinelerinden; kepçelerin –loderlerin, her vurduğu noktalarda, virane olan o eski yapının sızlanmaları kaplar yüreğimizi.
Aklımıza takılır Kalenin alt tarafında imal edilen, Acı kireç ocaklarındaki, beyaz toz zerreleri, Çankırı’mızın, bağrından akıp giden, bir zamanlar gür sesiyle dikkat çeken Acı-Tatlı çayların getirdiği kum, çakıl taneciklerinin dostluğu akıllardadır.Yamuk halleriyle, çok da itina ile döşenmeyen, dar sokakların kaldırım taşlarının at, katır, merkep nallarının, gıcırdayarak giden at arabalarının, arada bir vurulan kırbaç sesleri ve sürücülerin, deheytt naraları tırmalar kulaklarımı.
Tahta teknelerde karılmış kireçlerin kapladığı duvarlarda el izleri kalmış gibi sanki. O eski ustalara götürür beni, beyazlıkları. Hemen de geliverir aklıma sevgili ve rahmetli, babaannem Hafize’yi, Kara Güzide halamı, eniştemiz namı diğer Kürt Osman çavuşu, minnetle anarım içimden. Çünkü onlarda el emekleriyle, kireç sıvacılığı ile geçimlerini temin etmişler senelerce. Babaannemim kireçle patlayan ellerinin emeği ile kıtlığın, yokluğun yaşandığı yıllarda almış olduğu ve bizim hayatımızın şekillendiği fakirhaneyi 1930 yıllarda tam tamına; 109TL (Yüz Dokuz Türk Lirasına) satın aldığını, yokluğun, çilenin dolu olduğu o dönemlerini, arada bir aktarırdı, gözleri dolarak hem de kahırlanarak. Yaşlılığın nişanesi olan, o çizgi kaplamış, yorgun, süzgün bakışları, bir deri bir kemik misali kalmış, zayıf ve titreyen ellerine bakardım, acıyla o anlattıkça.
Şükranla; minnetle, güzellikleri kimlere borçlu olduğumuzu unutmadan, her dem büyüklerimizi yaşarken, değerini bilerek her daim hatırlayalım.
Mehmet ağabeyimiz var. Çankırı’da herkes onu Küçüklülü Memet diye bilir. Halen yaşayan ve mazide bu işleri yapan bir usta olarak, bir sohbetimizde; ''Zabahlara gader, iş yetiştirmeye çalışırdık, hem de löküzlerin ışığında'' diye bahsetmişti. Şimdilerde iş nasıl dediğimde ise mahzunlaşan haliyle boynunu büküp ellerini iki yana açıp sadece ''nerde.... o günler'' diyebiliyordu.
Yıkılan molozlar arasında gömülen hatıralar. Hemen hemen her hanede bulunan eski kapılar ve iple açılanFrenkleri ve her kapıda bulunan ve de kapı açıldığında çalınan o çan sesleri çıkmayacak artık.
Baharda türlü renklerle açan; o menekşeler, o Arap laleleri, birçok evin avlusunda olabilen; elma, dut, ayva, ya da asmalar ve hazan olmuş gazellerini dökmeyecek gayri. Ve çalı süpürgeleri de olmayacak, o yazın sıcağında, mahalle çeşmesinden, tahta saplı yağ tenekelerinden imal edilen kaplarla getirilen suyla serpiştirilip, tozma sın diye ıslanan toprakta. Ağzı, gözü, eğri-büğrü, gaz tenekesi ya da peynir, yağ tenekesinden icat edilen çöp tenekeleri ise, kapı girişinde genelde ilk karşıla yanlardı bir zamanlar.Onlar da olmayacak artık vesselam. Sökülüp gidecek kim bilir, o kaldırım taşları, çirkince atılacak uzak diyarlarda hem de, bir meskûn alanın bağrına.
Herkes bir an, ne olduk delisi olacak ve şaşıracak vay beeeee Apar tuman, ne de gözel olmuş diye. Tek kapısı ve tanımadığın birçok insan. Gelip geçecek insanlar, yanı başından hem de selamsız sabahsız. Girenin çıkanın haddi hesabı olmayacak bazen. Kim kime, dum duma diyeceksin arada içinizden. Gözler eski halleri arayacak. Gayfede, camii avlusu sohbetlerinde, hey anam hey nirde o esgi günler, adamlık galmadı gayridiyeceksiniz mırıldanarak. Kimbilir kırışan nevrinizde, ürkek bakışlarla hem de umutsuzca, hiç gelmeyecek olan, O maziye gömülenleri yüreğinizin bir köşesinde hep yâd edeceksiniz.
Mahmur bakışlar, bir dost sesini, bazen uzanan saygı dolu elleri, belki de hiç göremeyecek.
Uzaktan gelen bir türkü, belki yıkacak, sinenizdeki yareyi (Bir selammmmm, gönderrrrrrrrrrrrrrr bariiiiii, bayramdan bayramdan bayramaaaaaaaaaaa vaaaaaaaaaaaay)