Yaz tatilinin beklentisiyle birlikte, coşkusu da, ayrıca bir başka güzel olur malum. Genelde sevmeyiz zora gelmeyi, zoru ya da zorlamayı, zamanı belli çizgilerde kullanmayı ise hiç aklımızdan geçirmeyiz. Hani çocukluğun özgürce, hem de özlemiyle oyun hevesimiz olur ya, zihinlerde kalır, başımızı hep döndürür, aklımız, fikrimiz hep onlardadır. Bazen açlık, susuzluk bile gelmez aklımıza oyundan, haytalıktan.

Okulların kapanmasıyla, ayrı ahenk ve planlar yapılır her mecliste, hanede. Herkesin gözü, öz yurdunda, köyünde, anılarında, sevgi ve muhabbet besledikleri hısım, akrabalarında oluverir. O zamanlar başka güçlüdür, hısım, akrabalık bağları. Dünya malına körü körüne inanmanın az olduğu erdemli yıllar hani.

Özlem basar o minnacık yürekleri. Üstlerindeki, taze dikilmiş esbapların alı yeşili durduramaz o hasreti, yeni alınmış naylon ayakkabıların ya da soğuk kuyu lastikler ininde fazlaca önemi yoktur, çeker dedenin, nenenin o çizgilerle bezenmiş suratlarının arasından, masumca bakan halleri, köyüne, obasına, çocukluğunun yaşandığı yıllara, mekânlara gider bir anda.

Yaşanır hasret, bazen bir karabaşlı meleyen kuzuya uzanır, bazen de melül melül bakan sarı buzağıya kayar gönüller. Köyün o zamanki bakir akan sularının çağıltısına, götürür bizleri, çocuklukların safça yaşandığı o güzel diyarlara. Bazen mayıs kokusunu bile özler ya insan sinesinde. İşte hasretin yeli bir başka eserdi. O yıllarda. Olur mu? Demeyin. Her şey bahanedir, kıymet bilene. Harman yerinde batmış olan, saman tanesi bile bir anda götürür seni hemen köy meydanına.

Bir ağaç gölgesinde olmayı, yufka ekmek arasına sarılmış, taze yeşil soğan ve Çankırı küpecik peynirini bile canın çeker ve içinde tüter o arzular.

Bin bir telâşe ve merakla beklenen karne dağıtımı ardından, sevinip gülenler, üzülüp ağlayanlar kadar, kimileri de yetersizliğinden sınıfta kalırlardı. Bir sezon koşuşturmanın ardından velhasıl, okullar tatil olur, takvim yaprakları hızla akmaya başlardı.

Ana, babaları telâşe almaya başlamıştı bile çoktan. Okullar tatil olacak, çocuklar avara gibi ortalıkta dolaşacaklar kaygısı yaşamaktaydılar. Hakları da yok değillerdi yani. Genelde ana ve babalar, okul tatillerinin başlangıcıyla birlikte, aylak dolaşmalarının önüne geçmek adına, tanıdık, eş ve dost esnaflara çocuklarını o yaşlarda verirlerdi. Verirken de ‘’ Eti senin kemiği benim’’ deyiverirlerdi. Hâsılı, usta; ''Önce yanında edep ve hayâ ile yetişsin, toplum içinde büyüğünü saysın, küçüğünü sevsin. Sonrada senin yaptığın işi az buçuk bellesin’’ anlamına geliyordu. Usta ve kalfalar artık o yaş da ki çırağı, her daim gözleriyle takip ederlerdi. İşleri bile öğretirken, ‘’Aman ağanın, şöyle yap, böyle et’’ nasihatleriyle yaptırırlardı.

Şefkat ve merhamet duygularıyla yaklaşıyor olmaları,  o dönemin en belirgin özelliğiydi. Çırak ustasından, kalfasından sadece sanat öğrenmez, toplumdaki saygın yerinin, insan ilişkilerinin temel taşlarını döşüyordu, belki de farkında olmadan.

Ailelerde; ‘’Okursa okur, okumazsa en azından, bir baltaya sap olur, ha ne olur, elinde en azından altın bir bilezik olur‘’ düşüncesi hâkimdi.

Yaz tatillerinde kartondan delikli bölümler yaparak, iç kısımlarına numara yazardık, üstlerine, ise çikolata kâğıtlarını yerleştirerek, bir anlamda saklayarak, Şans-kader-kısmet denen küçük ölçekli talih oyununu mahallelerde dolaştırırdık. Evde anamızın izin verdiği ya da vermediği incik, boncuk ne varsa o kutunun içine koyardık. İç kısımlardaki numaraların karşılığı olarak mevcut malzemenin numara ile sıralaması yapılarak, iğne ile rahatça, kazınan yerdeki numaraya ne çıktığını o şekilde adilce takip ederdik. Bir bakıma üç, beş kuruşun, karşılığında çocukluk ya işte, ticaret yapardık

Evet, o günlerin medeni cesaretiyle yapılan akıllı girişimcilik örneği de denilebilir bu ve benzeri atılımlara.

Bazen de kendimizi mahalle arasında, hem de sabahın köründe elimizde eğri büğrü bir sopa ile çoktan pişirilmiş ve tezgâhlara dizilmiş, normal simit, kazan simidi ve halkalar arasında buluverirdik. Nede olsa herkes birbirini tanırdı. Sermayesiz simitler alınır, hem de öyle kitaba, deftere falanda yazılmazdı. İtimat denilen güzel şey hâkimdi her yana. Daha simitçi fırınından çıkar çıkmaz büyük bir hışımla’’ Simide……..’’naraları, o minnacık bedenimizden çıkan, gırtlaklarımızı yaz günlerinin sıcağında, susuz bırakan halleri bile bambaşka güzeldi.

Önlüklerimiz vardı önümüzde bağlı, İçlerine her satış yaptığımızda aldığımız o kuruşlu, liralı paralar şıngırdadıkça ayrı havalara girerdik vesselam.

Meğer ne güzelmiş alın teri, emeğiyle bir şeyleri yapmak ve hayatın vazgeçilmezi olan paraya ulaşmak. Nasılda küçük ellerimizin parmaklarıyla ağırlaşan ve sattıkça hafifleşen simit çubuklarının terlemiş avuçlarda kayganlaşan halini hiç ama hiç unutamadım. Ayaklarımızdaki naylon ve etrafı delikli yazlık ayakkabıların yanlarında bulunan ve bağlamaya yarayan tokaların izlerini yanlarımızda her daim görürdük. Yamuk kaldırımlar arasında, her yer arşınlanarak elimizdeki simitlerin bir an evvel satılması için ne kadar gayretliydik. Bunun sonucunda ise o yalın ayak, çorapsız giydiğimiz naylon ayakkabıların içindeki terli halleri bile başka bir güzelmiş meğer.

Hava kararmadan, sattığımızı satar, satılamayanıyla birlikte, fırıncı amcaya parasını verir, sonra bize düşeni alıp evin yolunu tutardık mangırlarla. Bu durum anaları, babaları keyiflendirirdi, eh ne de olsa oğlan haytalık yapmıyor, bir işe yarıyordu. Arada bir’’ Aslan benim oğlum, bak adam olmuş da para kazanıyor’’ teşviklerini de yaşar gibiydik.

Sektör boldu o zamanlar çalışana, mahalle aralarında arastadan alıp da şişirdiğimiz renkli balonlarımı satmadık sankile.

Bizim kuşaktan sayılan, Hakkı arkadaşımızın elinin orta parmağındaki yüksüğü merak eder dururdum. Meğer o yüksük, terzi çırağı olan Hakkının sağ yüzük parmağının yeterince alışması için yüksük takılıyken, birde sağlam bez parçasıyla iyice bağlanıp gerili hali ile teğerlemenin daha da kolay olacağını izah etmesini ve onun o halini bile anar oldum bugünlerde.

O yıllarda,  hazır giyim denen, ne i düğü belirsiz naylon kumaşlar ya da hileli imal edilmiş çok karışımlı kumaşlar henüz yoktu. Bir takım elbise için ya da pantolon için en az iki-üç kez prova denilen ölçüler gözden geçirilirdi. Her şeyin usul ve kaidesi vardı. Öyle baştan sağmaya, farfaraya yer yoktu. Zanaatkârda vardı, iş ve ticaret ahlakıyla yoğrulmuş, usta, kalfa, çırakta vardı.

Büyükler boşa söylememişler ‘’ Ağaç yaşken eğilir’’diye.

Çankırı’nın tek gazete ve mecmua bayi olan Nergis’lerin Kenan amcanın hem de berber dükkânı olarak çalışan hanelerinden, aldığımız günlük gazeteleri, ufak tefek boyumuzla, eski kayışlardan oluşan boyuna takılan askının  sayesinde,kapı kapı dolaşıp gücümüz yettiğince hem de ‘’ Gaste.....’’nidalarıyla az mı satmadık. Tabi bu arada, Turan ağabeyimiz kadar bu konuda usta olduğumuzu iddia edemeyiz. Onun davudi sesini bile kulaklarımda çınladığını duyar gibiyim..

Arastanın Sefa’sı; yine Sarı İsmail’e nazire yapıyor gibiydi sanki. Hayri Şahin’in güzel sesinden dökülen nağmeler kaldı kulağımızda; o kuşağın hemen de hatırlayacağı, gençliğin dilinden hiç düşürmediği, Arabacı

Atları hızlı sür ki...

Köye pek geç varmasın...

Nişanlımın gözleri...

Yollarda kararmasın...