Sema da ki renkler, gümüşi bir hal almış,sanki bulutlar, ardı ardına yarış eder gibiydi. Gecenin mateminden kalan, soğuğun ve sert esen poyrazın etkileri, yerde göllenmiş suların donmuş ve kristalleşmiş hallerinden belliydi. Her mekânda; iğreti gibi duran, kısmen inşaat teliyle tutturulmuş, suratları pas tutmuş, bir biri ardına ulanmış, sac soba boruları hemen göze çarpardı. Teneke sobaların göbekleri arada, çok da soğuk olmayan günlerde, birkaç kıymık, tahta parçası veya çalı-çırpı ile idare edilirdi, bir saman alevi gibi, kıpkırmızı olur ancak zamanla benzi solmuş gibi, gelip, geçerdi.

Sert yaşanan soğuklarda ise, içleri kok ve ya yağlı kömürle dolu olan, tenekeden bozma kaplardan alınarak, zamanla küçük küreklerle, sobaya atılarak tıkıştırılır, arada bir gel beri veya maşa ile soba dürtüklenir di ki, kallavi bir sıcaklık olsun diye. Tam da, iyi yanmış o canım sobanın çıkardığı ritmik sesin yankıları ise bambaşka güzel olurdu, Sanki etraftan, buharlı kara tren gelip geçiyor sanırlardı içten içe.

Soba üstlerinde ise, bakır kalaylı, emzikli ibrikler devamlı olmazsa olmazlardandı. Namaz vakti gelmeden, esnafın ve yaşlı büyüklerin genelde gittiği Sultan Süleyman Camii’nde (Ulu camii) henüz ezan okunmadan, modern anlamda düşünülmeyen, zaten dar olan dükkânlarda olmayan, abdesthane yerine, hemen dükkân önünde, yaz ve ya kış, abdest alınıverirdi. Ustanın Peşkuru da (havlu) başköşe de, çakılı çivide asılı dururdu.

 
Bir de sobanın yanı başlarında çinko çaydanlık ve mis gibi kokan kaynamış çiçekli ıhlamur kokusu hemen de belli ederdi kendini. Karaköprü ya da Feslikan mevkiindeki bahçelerin birçoğunda bulunurdu ıhlamur ağaçları. Sarardı, o kâgir ve ahşap karışımı yıllanmış mekânın her yanını. Aynı kuşağın akran ve mahalle arkadaşları ve hatırı sayılan kişilerinin, hiç de, eksik olmadığı hanede, gelenlere ikram edilirdi O okkalı kalın konik bardaklarda. Ne de güzel dururdu, hafif pembemsi rengi, mis gibi kokusu ile.

Ayazı sert günlerdi, O yıllar. Kasketleri ve boyunlarına sarılmış el örgüsü atkılarla soğuktan korunmaya çalışırdı, kirpik ve kaşlarına düşen kıra izlerinden havanın sertliği besbelliydi. Güneş kayıp ve de mahzun Çankırı semalarında. Kış kışlığını adam akıllı bilirdi. Günümüzde gibi sahte ve riya dolu ne bakış vardı ne de gülüş. Söz ağızdan çıkardı. Yarar sağlamayan kış güneşi gibi bir çıkıp hemen kaybolan cinsten değildi. İnsanımızda, insanımızın özündeki karakterde, hal ve gidiş de, aynen öyle idi.

Helvacıların ocakları üzerindeki, şekerlemeleri ve yoğun tahin kokusu sarmış arastayı bir baştan bir başa. Köpüklü helvalar satışa hazır hem de tazecik. Renkli halkalı şekerler albenili bir halde bekleşiyor tezgâhlarda. O canım tahin helvası ise ayrı bir havada.

Renkli akide ve kahverengindeki kaynana şekerleri ise bir başka güzeldi. Koca bakır kazanlarda şeker şerbeti, çöven otu suyu ile harmanlanıp renkli şuruplarla bezenip halden hale girerlerdi.

Özellikle Çankırı’da panayır zamanı döneminde üretilen ve adına eskilerce Panayır Helvası da denilen cevizli ya da fıstıklı helvalarımız damaklarda iz bırakacak kadar meşhurdu. Gurbette yaşayan hısım, akrabalarına hediye mahiyetinde bu helvalar gönderilirdi ki, memleket hasreti bir şekilde giderilsin diye. Kâh Çankırı helvası, kâh da Panayır helvası derlerdi bizden önceki göçüp giden büyükler.

Et sadece, eylül dönemlerinde bugün ki, Yeniköy veya Buğday pazarı civarında kurulan hayvan pazarlarında, hali vakti yerinde olanlarca alınırdı. Alınan etlik tabir edilen genelde küçükbaş hayvanlardan oluşan etler kuşbaşı, kıyma, sızgıç, hallere getirilir, her yeri ayrıca değerlendirilirdi. Kıymalar iptidai yöntemlerle el kıyma çekme makinelerinde binbir zahmetle çekilir ve mahalle aralarında ya da avlularda büyük bakır tavalarda kavrulurdu. Kendi iç yağının özüyle, odun ateşinde de ne güzel olurdu.Elbette mevcut kasaplarımız dan da,ihtiyaç oldukça alınırdı.

Hele temizlenmiş ayıklanmış işkembeler, altları isten iyice kararmasın diye küllerden sürülen leğen ya da kazanlarda, altlarına da odun ateşini kavice sürdün mü, çıtırdayarak yanan ateşin ahenginde, yedi mahalleyi saran kokularını cümle âlem alırdı. Başıboş mahalle kedileri ise miyavlayarak iç geçirirlerdi.

Bizim arasta dururken daldık gittik, o canım yıllara…

Biz etin derdine nereden düştük derseniz; o zamanın etleri de yok, ahengi de, bazı günler ve özellikle de Cuma günleri, o esnaf diyarındaki köhne, kendi halinde ekmek kapısı olan hanelerde, arada etli yemek kokuları geliverirdi. Küçük bakır tencerelerde Gaz ocağında ve de yaz aylarında. Özellikle Kara köprü sebzelerinden oluşan, bol sarımsaklı Çankırı Güveci pişerdi. Bazen de kelli felli esnafların, kendilerince hazırlamış toprak güveç kaplarında hemen de yakınlarındaki yeni fırında, hemi de odun ateşinde, o canım etler, kekik kokan halleriyle ığıldak akıp giderlerdi. Arastayı da buram buram koku kaplardı hani.

Hakkını verebilmek mazinin. Güzelliklerini anabilmek, diğer bir izahatla yâd etmek. Yaren olmaktı o günlere.

Kıbırlar’ın mekânında örs üzerinde dövülen köseleler, kalın deriler tınkırtı sesleri arasında uyumlu bir hoş seda çıkarırdı.

Ahşap direklerinde, paslı çivilere takılmış, deriden imal edilmiş mesler sırıtırdı.

Burunlarda ayrı bir kokusu sinen, mesin üzerine giyilen, altları kirtişli lastik ayakkabılar, boğazlı çizmeler ve soğuk kuyu lastik ayakkabılar, en çok tercih edilenler-dendi. Kısmen de olsa, bağcıkları sallanan, milletin efendilerince giyilen çarıklarda, imal edilmiş halde mevcuttular.

 
Gayretli bir şekilde, her türlü hakiki derili, altları kösele tabanlı ayakkabılar imal ediyordu ustalar, kalfalar. Her birinin boyunlarında askılı ve arkalarından bağcıkla bağlanmış siyah renkli önlükleri ile elleri kapkara hallerde ama gözleri hep mutlu görünen, “o nadide insanlar nerede?” Diyesi geliyor hele de bugünlerde.

Önlerinde odundan yapılmış iri kıyım kütükler hemen de göze çarpardı, üzerlerinde demir örsler ve bilumum çekiç, kerpeten, çivi ve ayakkabı kalıpları yığılıydı. Altlarında ise zamanla, kıyılmış sahtiyen ya da deri parçacıklarıyla dolardı. Ancak akşam toplanır ya da kimi zaman soğuk kış günlerinde, gıcırdayarak açılan soba kapağından alaşağı edilir ve daha sonra ise gürüldeyerek yanardı.

Türlü şekilde imal edilen kunduralar, camekâna yakın bölümlerdeki biçilmiş tahtalardan ibaret olan, güya vitrin mahiyetindeki raflarda endam ederdi. Halleri ortaca ya da iyi olanlar ve ya bu işin müdavimleri görür beğenir, ayaklarına keretalar yardımıyla deneyip, arzu ettiklerini alırlardı. Kimisi “hadi eyvallah” der çeker giderdi kimisi de, “görüşürüz Hakkı usta, Allahaısmarladık” diye ayrılırdı. Mülk sahipleri de Allah bereket versin, iyi günlerde kullanın, yine bekleriz, diyerek memnun hallerde, karşılıklı muhabbetlerini sunarlardı.

Samimiyet ve güvene dayalı alış-veriş, beraberinde itimadı da getirirdi. Öyle naylon banka tuzaklarından olan, kredi kartıymış vesairmiş, hak etmediğin, sana ait olmayan, vahşi ve çağın hırsızlarının esamesi bile yoktu o vakitler. Herkes de borcunu, harcını bilir zamanı geldi mi de adamakıllı öderdi. Çünkü borç namustu.

Genelde yaşı kemale ermiş ustalar, konulara hâkim olurdu. Şaka bile seviyelice yapılır, kalfa ve çıraklar hafif gülümsemelerle iştirak ederlerdi. Öyle enseye tokat, göze parmak nerdeee… Her kişi haddini, hududunu bilirdi vesselam. Edep ve hayâ ile çalışılıp akşam edilirdi. Güle oynaya da evlere gayet mutlu bir şekilde gidilirdi.

Bir ilerleyen yaşına rağmen, mekânı olmadığından hemen bir dükkân dibindeki kaldırımlarda duran, hiçbir korunacağı olmayan, önünde yıllara meydan okuyan odun kütüğü tezgâhı, hasırdan yapılmış iskemlesi ve üzerine koyduğu pamuklu kumaştan yapılmış, kıtık minderi ile yaz kış demeden, sıcak- soğuk demeden geçimini temin eden Kızıl İhsan amcamız vardı.

Kimileri Kıyıcı İhsan da derlerdi ona. Çankırı’mızda yaşına rağmen iri yarı, yıllara meydan okumuş yorgun yüz hatları ve al al olmuş yanakları ile hep aklımdadır hala. Bön bön bakan, iri gözleriyle, kalın çerçeveli siyah renkli yakın gözlüğünün üstünden yorgun ve meşakkatli hali ve havaya aldırış etmeden nasiplendiği, kundura tamirciliği tezgâhını saygıyla anıyorum yüreğimden.

Nedeni ise alın teri ve helal lokmasının, rızkının peşinde koşan, emeğiyle dünyalığını karşılayan, bir insana olan saygımızdandır ebetteki. Başında yıllanmış örgü şapkası, soğuğun insafsızlığında titreyen o yaşlı kırışık ellerini, boyadan, ciladan, iğne ve falçatayla arkadaş olmuş koca parmaklarının uçlarındaki derin yarıkları ve izleri bilem hiç unutmadım ki.

Arastanın müdavimleriydi onlar. Sevimli babacan halleri ile gönüllerde yerini almışlardı bile. Tezgâhları açılmadı mı komşu dükkânlar da çalışanlarca, hemen telâşe ye kapılır ve soruşturmaya başlarlardı.

“İhsan ağa nüçün gelmedi ki acep? Olur ya; yoksam bişey neyim mi oldu? Ya da hastalanıp yataklara mı düştü ki?”

Hatır ve gönül, bu yüce duygular ne kadar da önemliymiş meğer. Günümüzde ise yan komşunun öldüğünü beş gün sonra duyuyorsak, böylesi hayatın sevgi taşları da hala oturmamış ve keyifsiz, bir o kadar anlamsız değil mi sizce?

Delice esen yelin, bıçak gibi kesen ayazın ilacı gelmişti bu arada. Ufak boylu cüssesiyle, başında kasketiyle, belinde Tosya kuşağı sarılı, ayağında yumurta topuk, sivri burun ve devamlı parlayan kundurasıyla, ağarmış sarkık bıyıkları arasında az buçuk gözüken dudakları arasında hemen hemen eksilmeyen cigarasıyla, arastanın renkli siması Tahsin amcamız, ufak tefek haliyle bile, kavi sesiyle “haydiiiiiii… salepçiiiiii…” nidasıyla gürlerdi. Sesi de kırık kaval sesi gibi parazitliydi hani. Habire tüttürdüğü, yakın arkadaşı cigara sayesinde türlü hallere giren nefesiyle de az buçuk belli oluyordu halleri. Neredeyse boyu kadar sırtında taşıdığı kalaylı güğümüyle, üşüyen, titreyen, soğuktan bitap düşmüş esnafa çare olurdu hemencecik. Koca, okkalı kalın bardaklara doldurduğu saleplerin soğuk havada çıkan ve raks eden buharı bile güzel kokardı ya. Arzu edenlere de, üzerine tarçınlarını ekerek müşterilerine sunardı rahmetli Tahsin amca. Bardağa sarılan üşümüş, eller ve parmaklar hayat bulurdu bir anda, mal bulmuş mağribe dönerlerdi. Arasta bir baştan bir başa dolaşılır ve salepler satılırdı. İçen bir daha ister, bu işten de keyf alırdı ve “eline sağlık, çok da güzel olmuş, gayet makbule geçti” diye arada övgülerde alırdı hani.

Rahmetli yazın kavrulan sıcaklarında ise, sevimli süslü-püslü merkebinin eşliğinde, mahalle çocuklarının bekleştiği ara sokaklarda kaymak dondurma satardı. “Aman muhannete muhtaç olmayayım” diye çabalar dururdu. Merkebinin iki tarafında, küçücük çan ya da zil sesinin de ayrı bir amacı vardı. O zil sesini duyan paralı mahalle çocukları, kedinin ciğeri beklediği gibi beklerdi dondurmacı Tahsin amcayı hem de sabırsızlıkla.

“Bağımıza gazel düştü de kış oldu,

Çekemem bu derdi de yavrum bölek seninl..”

Diye cızırtılı bir ses ve anlamlı türkü kaplarken arastayı, hummalı bir hayat çırpınışlarının yaşandığı, o yitik zamanları arar ela gözlerim......