Genci, yaşlısı ezanda kulağı olanların tümü akın ederlerdi bu ulu mekâna. Hayatın yükü ile yoğrulmuş, yüzünde kalın çizgiler belirmiş yaşlı amcalar, dedeler, tükenmiş enerjilerine rağmen, titrek ellerinin kavradığı, eğri büğrü bastonlarının himayesinde, ayaklarından, yün el örgüsü çoraplar, yaz kış çıkmayan mes ve üzerindeki lastiklerini sürükleyen, aksakallı ve nur yüzlü insanların, manevi haneye gelişleri bile bir başkaydı o zamanlar. Ulu mabedin kuzey cephesinde bulunan, yıllara meydan okuyan tavrıyla yüzlerinden belli olan eski ahşaptan yapılmış, yüksekçe bir hampuçu ve kıt kanaat akan suyu ile Şadırvan denilen mekânda, aheste bir halde, hem de özenerek abdest alırlardı o büyüklerimiz.
Siyah feraceleri ile oldukça dikkat eden, orta yaşı geçmiş analar, kimilerinde ise basmadan, bol kesim etekleri ve büründükleri atkılarla, çoluklu çocuklu, kadınlar, gelinler, kızlarda cümbür cemaat akın ederlerdi. Başlarında ise devrin vazgeçilmezleri yemeni, yazma, namaz bezi, tülbentler ve kenarları işlenmiş, çeşitli oyalar, kenarlar, işlemeler bambaşka özellikti. Edep ve hayânın son derece önemli olduğu, hal ve hareketlerinin gayet ekâbirce yaşandığı o güzelim yıllarda, manevi havanın seyri doluca yaşanırdı.
O mübarek ay girmeden, zengini fakiri, orta hallisi, kendince kararınca bir hummalı koşuşturmanın zevkini yaşıyor gibiydi. Ayrı bir ahenk vardı, çocukluk hisleriyle bile fark edilecek kadar belliydi anlayana. Neşeli, meraklı ve içten hal ve hareketler, samimi yaklaşımlarla dolu bu insan ilişkileri, izahı olmayan bir başkalıktaydı.
Ev hanelerinde, mübarek ayın öncesinde ağır işler çoktan bitirilmiş olurdu. Hamarat analar, gelinler, kızlar, genelde yünden yapılmış olan yatak, yorgan ve yastıkların, kirli olanları çoktan taşıma suyla ya da İmrahor’daki Çamaşırhanede konu komşu yardımıyla, imece halinde çoktan yıkanmış ve yunmuş olarak Sarı Baba mezarlığının boş alanlarında serilen eski küskü bezlerde kurumaya terk edilmişti bile. Yünler kurudukça bir ince çubuklarla, arada bir vınlama sesleriyle, vurularak kabatlanır, birbirine karışmış olanlar ayıklanır, tertemiz hallere giren yünler, yıkanmış yeni yüzlerindeki yerini alıverirdi birden.
Bakırdan oluşan kap, kacaklar ise arastadaki bakırcı, kalaycılara çoktan teslim edilerek mübarek ayın, bereketli döngüsü çoktan başlamıştı bile. Ramazan öncesi İmaret, Mahsen, Demirciler arastası, Pirinç pazarı mevkii, Arasta, Mühlis tepesi civarında gözle görülen yoğunluk artardı. Sanki panayır yeri gibi olurlardı, geçmişin seyrindeki hayatta.
Ramazan öncesi, Ulu camii etrafında kurulan pazarlarda, eski telisler ve tahta tablalar üzerine serilen köylü malları, tazeliğiyle müşterileri beklerdi. Köy araçları o devrin oldukça eski ve yaralı bereli, her tarafı toz bulanık yüzlerindeki halleriyle akıldan çıkmazdı.
Sokak aralarına bağlanmış halde bırakılan, merkep, katır, atların tepişme sonucu çıkan nal seslerini ve huysuz kişnemelerini hala duyar gibiyim.
Mübarek ayların sultanı gelmeden, Ebcet’in hamamının da bereketi artardı. Genelde akşamları orta yaşlı ve genç kuşaklardan alışkanlık haline getirmiş müdavimler, kendi akranlarınca oynaya güle mekânın yolunu tutar. Bedenlerinin temizliğini neşe ile muhabbetle yapar giderlerdi. Gündüzleri ise genelde hanımlar bölümü orta yaşlı teyze ve ablalarca, çocuklarla cümbür cemaat rağbet edilen hanelerdi. Kadınlar bölümünü işleten, rahmetli Ebcet amcanın eşi olan hamamcı Zela teyzenin küçüklükten kalmış olan o simasını, çilli kırmızımsı halini hiç ama hiç unutmadım.
Pazarlarda beyaz bez torbalarda köyden gelmiş torba yoğurtları en çok talep görenlerdendi. Etrafta bulunan ağaç dallarına ya da hanelerin üstündeki tahtalardaki paslı çivilerde, asılı halde dururken, süzülen sularının o ekşimsi kokan halleri gelir birden aklıma, damlasından nasiplenen eşek arıları, karasineklerin vızırtıları ince çalgı edasıyla hafızalarda yerini alırdı ve kanat çırpmaları ise hemen de göze batardı. Sabahın seherinde müptelalarınca tez elden alınır ve aynı günde evlerindeki bakır kalaylı kap kacaklarına boşaltılır, boşalan yoğurt torbası ise yine köylü dayıya ya da teyzeye yıkanarak hemencecik ulaştırılırdı. Yine köyden gelen ve bakır kalaylı kaplarda mayalanmış kaymaklı yoğurtlarda satılırdı. Elbette herkesin bildiği, tembihlediği ve sipariş üzeri ayırdıkları da oluyordu.
Cümbür cemaat, bağrış çığrış arasında mübarek Ramazanın ayak sesleri bile şevklendirirdi, yaşmaklı, üç etekli, tülbentli anaları, bacıları, gelinleri, kızları. Arada bir gürleyen pos bıyıklı, kirli sakallı ,kasketli, Hicaz takkeli, yelekli, ceketli yaşlı, orta halli ve gençlerle, şenlenirdi pazar yeri. Bağrışlar, çığrışlarla herkes kendi mallarını överek bir an evvel satıp savuşturarak, köy yerinde lazım gelen gaz yağını, ispirtosunu, bileylenecek nacağını, keserini, tahrasını, baltasını halledip vakitlice köye ulaşmaktı herkesin ortak amacı.
Olmazsa olmazımız olan tereyağı ya da Say yağı da denilen yağlarda ayrı zenginliğimizdi. Köy peynirlerimiz, kimi ince kimileri kalın yaslı ya da yuvarlık hallerde beyaz örtüler arasında saklanarak satılmaya çalışılırdı. Ayrıca milli değerimiz küpecik peynirimiz de arzı endam ederdi. Hali vakti ne olursa olsun her evde var olan veya olmadığında aranılan yiyeceklerdendi, o dil burkan Küpecik Peynirimiz.
Örgü sepetlere itina ile konulmuş samanlar arasında ise koca koca köy yumurtaları göze çarpardı. Pazar yerinde o nasırlı ellerce özenle saman arasından alınan yumurtalar sayılarak, müşterinin getirdiği bakır helkelere usulca yerleştirilirdi. İçlerindeki sarısı bile bir başka güzellikte ve lezzetteydi. Hele bir de bakır sahanda, ağır gaz ocağı ateşiyle, birazcık tereyağı ile pişirildi mi, odun ateşiyle pişen, hilesiz, katkısız, riyasız Çankırı somun ekmeğini hapazlayıp şöyle içine daldırdın mı nasılda şapırdatarak yenirdi vesselam.
Yılların eskimeyen ve köşe başının müdavimi olan Karpuzcu’nun o küçük mekânında sıkış kakışlık arasında, tez canlı alışverişler yaşanırdı. Daha içeriye adımını atmadan, türlü baharatların, kendine has kokularının insanı nasılda etkilediğini hemen de anlardık. Taze kavrulmuş kahvenin buram buram kokan tadı bile başkaydı.
Ne hoş bir duygu ki, gönül hep o maziyi düşlüyor. İçinden koparılmış bir parça gibi sanki. Kalmayan hatırın, altın simli kaplı da olsa fincanın, zevksiz ve samimiyetsiz içilen kahvenin, vefasızlığını yaşamak ve inanmak ne kadar zor.
Pirinç pazarında ise hummalı alışverişler yapılırken, pirinççi Hafız amcanın dükkânı bir başka dolup taşardı. Tosya’nın pilavlık pirinçleri daha çok rağbet görürdü.
Camiler, mahalle aralarındaki mescitlerde bile gayretli bir faaliyetlere rastlamak mümkündü. Hocası, imamı, müezzini bile bambaşka ruh hallerine girdiğini hissederdik. Manevi yükü oldukça ağır olan ve itibarı ise gönüllerde bir başka olan o ilahi ayı karşılamak, ona ulaşmak, ulaşabilmek, onu gönülde yaşatabilmek ne de güzel bir duyguydu.
İçten ve gönülden okunmuş halleriyle, pilli radyolardan dinlediğimiz hoş bir edayı bekliyor gibiydik:
Merhabaaaaaaaa ey rahmet ayı Ramazannnnnn
Seni haberrrrrrrr verdi bizeeeeeee Kurannnnnnn…