Genelde Sultan Süleyman Camii (büyük camii) etrafında, Mühliz tepesinde, İmarette rast gele üreticiler el emeklerini pazarlamaya çalışırlardı. Elbette yanı başlarında heybeleri, yere serdikleri elli yamalık, eski bez ya da çaputlardan, birbirine ulanmış sergilerin üstünde dizilirdi, o yeşilin her tonunu sarmalayan güzellikler. Kimi yerlerde ise eşek denilen iki adet sehpa ve üzerlerine atılan kırık-dökük tahtalar tezgâh olarak kullanırdı
O günlerin en fazla kalabalık olan yeri ise İmaret güzergâhıydı. Yani boşuna yakmamışlardı, o türküyü, konusu geçen yerinde bir anlamı var diye bilirdik daha çocukluktan beri. Hele radyoda (Kaçma güzel kaçma ben adam yemem. Heeey aman aman aman, Gizli sırlarını ellere vermem, Hey yavre yavru yavre. İmarette güzellerin malıdır, bazense İmarette güzellerin yoludur) diyerek devam eden, meşhur, ilimizle özdeşleşmiş mekânın vurgu yapıldığı has türkülerimizden dir.
Bu türkünün derleyicisi olan rahmetli Ahmet ALTUNERİN arkadaşı ve darbukacısı olan rahmetliAhmet DALDAL, nam-ı diğer Dalavere Ahmet amca ve eşi, Hanim teyze (Nine teyze) bizim sokağın insanıydı. Her ikisi de pamuklar kadar beyaz, güler yüzlü ve neşesinden hiç eksilmeyen, mülayim insanlardı. Evlerinin altındaki, damlarında beslediği, cılız inekleri için, o zamanlar gür olan mezarlığın boş alanlarında, eline aldığı bıçkısıyla ot biçerdi ve telislere atardı, bizde mahallenin çocukları olarak ona yardım olsun diye, güle oynaya toplardık;rahmetli Ahmet amca da İmaret türküsünü ellerini şakırdatarak keyifle söylerdi bizlere. O yıllardan beri hiç gitmedi kulaklarımızdan vesselam. Yine bu türküde emeği, geçen bizim sokağın insanı olan, ama bizim görmeye nasibimiz olmayan Urgancıların Hüseyin amcayı da rahmetle minnetle saygıyla anıyoruz.
Yoksulluğun diz boyu olduğu devirleri aktarmaya devam edelim gönül gözümüzden
Arada bir sekiz köşe kasketleri çıkarılır, yağardan, terden harmanlanmış ve öcük kalmış, ak saçlar, nasırlı ellerin parmak uçlarıyla kaşınırdı. El damarları görünen nasırlı parmak aralarında, köylü cigarası şöyle bir derinden çekilir, savrulan dumanı alabora ederdi her yanı. Sigaranın, o sarı izlerini, yabalı ellerin parmak uçlarında ve ağarmış pos bıyıklarda görmek mümkündü.
Kimilerinin başında ise yeşilli-beyazlı veya mavili-beyazlı Hicaz takkeli vardı. O yıllarda Hacca gidenlerin hediye getirdikleri takkeler meşhurdu yani
Bellerinde Tosya kuşağı hiç eksik olmazdı. Malum bu kuşak, yünden örülmüş bel bölgesini sıcak tutan bir özelliğe sahipti. Öyle ceketsiz göyneklerle ya da yeleklerle dolaşmak da heeç hoş değildi. Hele birdeŞeeeir yerinde hani. Elalem ne derdi! İngiliz kilotu denilen belden itibaren bollaşan, paçalara doğru darlaşan, yanlarında düğmeleri olan, sıcak tutsun diye kalınca yünlü kumaşlardan yapılırdı, aman çetin ayazlarda üşümeyelim diye.
Elbette ayaklarda hala yaz–kış çıkmayan, has yünden, beş şişle örülmüş, yün çorapsız olana da hiç rastlamadık doğrusu. Yaşlılarda deri mes ve lastik ayakkabı, gençlerde ise soğuk kuyu lastikler pek yakışırdı, bu kadar teferruatın üzerine hani.
Kimi teyze ya da ablalar renkli eşarplarıyla, yaptıkları yaşmaklarla, yüzlerini kapatırlar sadece gözleri görünürlerdi, üzerlerinde sade renkli ve stilli örülmüş hırkalar ve altlarında sıfır yaka göynekler renk cümbüşüydü sanki. Bol kesim şalvarlı hallerini, üç etekler süsler, yine kalın çoraplar ve toprağa bulanmış lastik ya da naylon renkli ayakkabılar göze çarpardı.
Bağ, bahçelerden, yeşillikler, merkep ya da katırlar üzerinde ve yanlarına konulan derin tahta kasalarda gelirdi. Eğer lere kavice bağlanır, yük eşit miktarlarda konulurdu ki sağa-sola ağdırmasın, zavallı hayvancağızlarda rahatsız olmasın diye. Hayvanların sırtlarına sarılan adına heybe denilen örülmüş sağlam iplerden yapılan ve genelde eşya taşımak için illaki olurdu. Kimilerin de ise tek koşumluk, at-arabaları, renklieğerleri, süslü kuşamları hemen belli ederdi kendilerini. Binek ve yük taşıma aracı olan bu hayvanlar, mahalle aralarında uygun olan yerlere yularlarından bağlanır, içleri yem dolu olan torbalarda başına geçirilerek beslenmesi temin edilirdi.
Çankırı’mızın mahalle aralarında ortalama bir sokakta üç ya da beş evde, bir ya da iki inek besleyen, genelde hanımların ilgilendiği haneler vardı. Su deposunun altından başlayıp-Damlamca-Tahta köprümevkii-Sarı baba ve Yeni köye kadar uzanan mezarlık boyunca olan yola, aynı zamanda Sığır yolu denirdi. Baharla birlikte, sabahın ilk aydınlığında böğüren, inek seslerini duyan, dar kapılı yer evlerinden çıkarttıkları ‘’malları’’(büyük baş hayvanların genel adı) hareket halindeki sürüye katarlardı. Çobanın bir elinde değneği ve ucunda takılı olan azığı, kimi zaman üstüne aldığı Peçeneği ile ağzıyla değişik sesler çıkararak, yönlendirdiği sürüyü gütmeye İnaç, Tuzlu, Değimin çayırlıklarına kadar götürürdü.
Akşam ise ezana yakın zamanda dönerlerdi, mutlu ve uslu halleriyle, elbette her hayvan evini kendisi bulur, sahipleri de merakla onları karşılarlardı.
Bu sığır yolunda ise hayvanın çıkarttığı dışkılardan, mahallemizin meşhurlarından sayılan, renkli simasıyla hayat dolu olan, rahmetli Şefika teyzemiz en fazla nasiplenenlerden di. Daha sürüler, bizim bölgeye girmeden gocadonuyla, elinde eski leğen, eski yağ tenekeleri ile saldırırdı hemen düşen dışkılara. Bazen çocukluk işte; aramızda seyreder, şaka da yapardık ( Aboov la, nerdeyse daha yere düşmeden havada yakalayacaktı vaaaalla) diyerek, gülüşmeler, bağrışmalar gırla giderdi. Bizim güldüğümüzü veya dalga geçtiğimizi gördüğünde ise hiddetli bir şekilde azarlar, sanki geçinim nasıl olduğunu, nasıl anlayacaksınız der gibi suratını ekşiterek, buruşturarak, ( sizi gidi çükü bitliler sizi ) pohhh deyip geçmeyin derdi. Toplanan bu Mayıs da denilen atıklar kenar köşede durur ve biriktiği zaman, kuru otlarla ve ya samanla karıştırılıp, eski ya da teli yırtılmış kalbur veya eleklerin dışı olan, adına Kasnak denilen, kalıplara basılarak, teker gibi yapılır ve kenarda köşelerde güneşte kurutulurdu. Bazen de güzüne sobalarının ağzına girecek kadar, on beş-yirmi cm boyutlarında olanlarda yapılırdı. Kışın en çok kullanılan yakıtları arasında gariban işi olanıydı vesselam.
Eh idare devriydi, kıt-kanaat geçim olunca insanlar çare arayan hallere girerlerdi, bizimde; her şeyi çok düşündüğümüz yıllar değildi. Çocukluk ya
Hayatın kaç bucag olduğunu bilin mi sen; Heyyyy anam heeyyyy, Ekmek elden, su gölden ye memet yeee.