Ilık bir esinti kaplar her yanı, O yıllar sevgili Cemre’nin dillerde dolaştığı günler.

Hepimizin tanıdığı ama bir türlü göremediği şu Cemre.

Hemen de durup dururken gelivermiş meğer. Hadi geldi ya, gelirken de düşüvermiş meğer. Hem de havaya, suya, toprağa. Böğünler de ne Cemre’yi bilenler var, ne de düştüğünü hatırlayacak olanlar var. Herkes kendi âleminde meşgul ve huzursuz, umutsuz çehrelere bürünmüş halde, bir o kadar da fakirler.

Bunca çekilen sıkıntılı, is kokulu odaların kahrını unutacak olmanın heyecanı sarıvermiş o yaşlı büyüklerimizi. Sanki hepsi de kavilleşmişler gibi; ‘’He yaaa Memet ağa, erdik şükür, bahara’’ deyiveriyorlar birbirlerine.

 

Aha şunun şurasında ne kaldı ki? Hallerinden besbelli kırk yıldır giyilen, yaka ve omuz dalları tüylenmiş, ama hakiki yün kumaştan yapılmış kalın paltolar ağır gelmeye başlamış kış boyunca vesselam. Bir bıkkınlığı var, kümes gibi gariban hanelerde geçen gavsarası daralan ruhların.

Alibey Mahallesi sakinleri ışıldayan tan yerinin, Boyalıca tepelerinde ağaran siluetinde, yani diğer deyişle sabahın köründe yollara düşmüşlerdi çoktan. Ağızlarda tükenen, en uç noktasına kadar  içilen, ‘’ömür arkadaşı’’ denilen illetin, sinsi düşmanın dumanı birbirlerine karışırken, 3. sınıf tütün den yapıldığı besbelli cigaralar, sabah soğuğuna rağmen dolaşıyor titrek ellerde.

  Derme çatma avlu kapılarının gıcırdayan tahta sesleri ile paslanmış demir menteşelerinin garip gıcırtılı sesleri hemen de, fark ediliyor.

Ağzı örüklü dolmuş ve dökülmüş çöp tenekelerinin etrafında, savrulmuş soba külleri, oynaşıp duran ve silkelenmiş soba borularından kalan, uçuşan kurumlarına rastlamak mümkündü.

Nasiplerini bulmak için birbirine karışmış, çöp tenekelerini kurcalayan, ev kedilerinden, bakımsız çelimsiz ve kararmış tüy renklerinden farkı hemen anlaşılan sokak kedileri, bir biri ardına açılan hanelerden çıkanlardan, çekinir halleriyle kenar bucak saklanıyorlardı.

Bugün ki gibi modern anlamda çöp arabaları yoktu ve mahallede ki uygun sokak aralarında, dört briketten çevrilmiş, üstleri açık, her türlü kokuyu üreten çöplükler vardı. Belli zamanlarda, ara ara at arabalarıyla toplanırdı. Daha sonraki zamanlarda ise traktöre bağlı römorklara çöpçüler tarafından küreklerle yüklenirdi.

Elbette çöpün suları sağa sola-akarak ta hoş bir çevre olmaktan çıkıyordu ortalık.

 
Girilemeyen dar sokaklardakiler ise; ahlaya, tüh leye çalışan çöpçü amcalar marifetiyle toplanırdı. Çöpcüüüüüüüüü!!! Diye bağıran sese kulak kabartan teyzeler, ablalar ise bir yandan ellerindeki çöp dolu, geneli tenekelerden ibaret çöplerini atmak için, arada bir cemberlerini, yemenilerini, yaşmaklarını, düzelterek koşturup dururlardı. Kimileri de ‘’ Lan Omarrr yetiş de, atıver şu çöpleri bari’’ diyenlerde çoktu hani. Yüklenme faslında da mübarek her yeri kokusu sarıverirdi, sabah sabah.

Birbirini gören Çan Saati sakinleri, büyük küçük demeden ‘’Selamün Aleyküm’’ demeyi ihmal etmezlerdi. Saygı da, sevgi de muteberdi.

Çankırı’mızın II.  Abdülhamit döneminin modernleşmesi çabalarıyla ilimize hediye edilen tarihi mirasımızdır ‘’Çan Saati’’.

O zamanki belediye başkanımız Halim Bayram Bey tarafından bugün ki yeri olan; Güdük Minareli Camii sokağına 1948 yılında taşınmış ve halen orada mahzun, garip ve biçare durmaktadır.

Dört cephesinde bulunan, yorgun ve bezgin akrep-yelkovanlar günde iki sefer de olsa doğruyu gösterir. Bizim o renkli insanlarımızda, kendi var olan ama hiçbir zaman çalıştığını göremediği zaman tayin eden o saate itibar etmediğinden, olaya kader gözüyle bakıp bugünlere kadar gelindi.

Vesile ile bu tarihi ecdat emanetinin çalışması için bütün ilgili birimleri zorlamak ve olamıyorsa, ilgisizlik ve emanete hıyanetliğimizi, bu ayıbımızı da, beceriksizliğimizi de gelecek nesillere şikâyet etmek boynumuzun borcu diyerek, içimize atıyoruz.

Bizim Çan saati etrafındaki ahali, okulmuş, eğitimmiş fazlaca önem vermezdi hani. Ticaret, para kazanmak önemliydi. O vakitlerde ağaç yaşken eğilmeliydi, öyle eli oynaş da, gözü yaş da olmamalıydı. Bundan dolayı, sabahın köründe yala-yan piri babalarının ardından seyir terek giderlerdi esnafın çocukları arastaya. Hele de sabahın ayazında salya-sümük, saç-baş karışık halde, ayağında naylon ayakkabı ya da çizmelerle zoraki de olsa giderlerdi. En beceriksizi bile derme çatma boya sandıklarıyla hayatın zorlu yollarını aşmaya, kazanmaya çabalıyordu.

O lastik çizmeler var ya; bir aşağı bir yukarı koşturmaktan, insanın ayak baldırlarını alimallah kap kara, yara ederdi, minnacık ayaklarımızın tenlerinde, izleri besbelli. İçleri tüylü, dışları deri, altları kauçuk botlar vardı da biz mi giymedik diyenlerde çıkabilir. Ona da şükür, onu da bulamayan kuşaklar vardı.

Alibey mahallesinin o yokuşu da iyice diktir hani. Birde Zemheri gecelerin ertesinde, rast gele mahalle çeşmesinin, başıboş oluğundan akan suların buz tutmuş olmasıyla keyifler gıcır olur hemen de. Kırık dökük kasalarla, yırtık pırtık eski naylon leğenlerle, kalın muşambalarla, güle oynaya kayıp giderlerdi, kafaları alabros traşlı bebeler. Ve dahi böyyük delikanlılarda binerdi palas pandıras düşe – kalka kayarlardı. Hele de, bağrışlarından yer gök inlerdi.

 O bizim insanlarımız, konuşmalarıyla bakışıyla, uzatarak, esneterek, ağızlarını yayarak, türlü halleriyle bir farklı desen de ve ahenkteydiler. Giyim ve kuşamları, seçtikleri renkleri kendilerinin farklıymış gibi düşüncelerine hastı adeta. Uysal ve sakindiler o bizim renkli insanlarımız.

Bir zamanlar ötelenmişliklerinin, üzerlerinde bıraktığı, miras gibi nişanesi var gibiydi sanki genel hallerinde. Kendi iç dünyalarında kurdukları düzenleri ise bir başka farklıydı.

O bizim insanlarımızın.

Arasta da ki işleri dışında genelde, köhne, derme çatma evlerde, geçimlerini temin edecek uğraşları da yok değildi.

Genelde büyükbaş hayvan derilerinin güzelce tıraşlandıktan sonra, ince kesilmiş deri parçaları, ince biçilmiş tahtaların, yuvarlak edilmiş halleriyle bütünleşerek, kalbur yapılırdı. Yine ince biçili ve yuvarlak hale girmiş tahtalar, altlarına özenle çakılan ince örgülü telden ve ya naylondan telis gözenekli tellerle de elek oluverirdi.

Ve hanımlarca sokak aralarında, üç-beş kuruşa katkı sağlaması için satılırdı. Sırtlarına, birbirine ulanmış elekler ve kalburları satmak için başları oyalı, tülbentli, dişleri gümüş ve altından parlayan, büyük küçük fark etmeden ‘’Abılaaaa, elek almıyonmu’’ ya da ‘’Kalbur verelim” diyen, bizim insanlarımızdı onlar. Kimilerinin omuzlarında yüklüce sarılı, genelde kadınlara yönelik, yünlü, pamuklu basmalar, bazenler, çarşaflar, perdelik kumaşlarla, genç kızlar için çeyizliklerle’’Haydinnn bakalım gözeller; Poğçacı geldiiiiiiiiiii’’ diyenler teker teker gittiler,hafızalarda kalan küçük anıları bırakıp gittiler.

Üstlerinde renkli kazaklar, altlarında farklı renk ve desenlerden bezenmiş, gocadon ya da şalvar giyimli, başlarında oyalı tülbentleri olan teyze ve ablalar. Gerçek adları arada kaynayıp giden, kimileri Gözel, kimileri Boncuk, kimileri Benli, kimiler Gümüş, diye bilinenler ya da unutulup gidenler.

 

Maziye gömdük, ömür törpüsü yıllarla birlikte onları da. Un, elek, bulgur, dene, tarhana derken her evde kalbur, elek başköşelerde, çakılı çivilerdeki yerini alırdı. Bolca üretilen elek, kalbur, kasnaklar il dışında da alıcı bulur sanki şehrimizin markası gibiydi O yıllarda.

Bizim insanımız ne arsızdı ne de hırsız. Ne güzel üretmek, alın teriyle satmak, geçimini sağlamak. Daha sonraları ise bu ticari tema ile ilimiz insanı anılır olmaya kadar gitti. Bizim; arıyla-namusuyla, helal kazancıyla yaptığı, ürettiği ve sattığı elek-kalbur kendi insanımızın da, üzülerek de olsa, bilinçsizce, şaka anlayışıyla, yayılır oldu, adına da hiç yakışmayan, burada yazmaktan özellikle kaçındığım o iğrenç kelam ile sürç-i lisan bile edilmesi hoş değilken. Kendini karalayan toplumlar; gelecekte zorda kalırlar.

Adımız çıktı dokuza inmez sekize misali. Yaşanmışlıklara, kullanılan dile, her türlü kültüre, giyim kuşama, oldukça saygımız var,Hele de yaşayanlara,rahmetle bırakıp gidenlere.

Kulaklarımızda paslı halde kalan nağme gibiydiler, ‘’ Lannn naha gözüğün hırtı durmasınnnnn emi’’diyenlerede , ‘’Lannn öte get; alabaşlı kurbağamı yuttun’’ diyenlerede selam olsun.