Bulanık akardı Şehr-i Çankırı'nın dereleri bir zamanlar... 

Çökmüş kara bulutların sardığı, o yüce dağın çevresindeki hali bile, bir o kadar anlamlı, başka güzeldi. Saatlerce devam eden, gök gürültüsüyle karışık,Mevla'nın hikmeti olan rahmet, delice yağardı o zümrüt yeşili ormanın üstüne. "Ilgaz; Anadolu'nun sen yüce bir dağısın" diye, şarkılar yazılan şirin ilçemizin o engin yamaçlarından süzülen berrak suları, kırsaldaki ham toprakla buluşunca, bir kızıllık kaplardı tatlı çayın her yanını. Sedir, palamut, köknar ve çam ağaçlarının tazecik yapraklarına bulanmış Nisan yağmurlarının damlacıkları, tane tane süzülerek, o yeşile boyanmış binbir çeşit zemine inerdi hemen de.

Nisan yağmurları sessiz ve derinden ve aheste yağardı. Her damla, ağaç dallarına, yapraklarına nüfuz eder, parçalara ayrılarak, her bir yana savrulurdu huşu ile. Toplaşır, her düşen bir damla, minnacık derecikler, sonra dereler o kıvrımlı, girintili ve çıkıntılı kuytularda yavaştan, bazen de delice, yol alarak, mecrasında ilerlerdi. Ummana kadar giden bir serüvenin başlangıcıydı sanki...

Yüce dağın zirvelerinde, kenar ve kuytularında birikmiş o bembeyaz kar taneleri, soğuğun ayazında kristalleşmiş gibi, sanki inci taneleri gibi göz alıcı taze bahar güneşinde bir başka parlardı.

Bir başka yerlerde, beyaz karlar arasında, masumca boy gösteren kar çiçekleri, sarı, öksüz açmış çiğdemleri, bir başka hoşlukla bakardık gözümüz âlemin çeşnisini yürekten seyrederdi.

Baharın tazeliğinde cilveleşen kuşlarla, vızıldayan arılarla, böceklerle büyülerdi her yanı. O bin bir çeşit kuşların heyecanlı oynaşmaları ve ötüşmeleri, henüz yeterince ısınmamış zeminin üzerinde oluşmuş su kümeciklerine dalıp çıkmaları, su içinde oyunları bir başka anlamlıydı.

Daldan dala uçuşan, ötüşen ve bütün ormanı saran o ahengin içinde ömür katan bu hal bile yeterince anlamlı ve bir o kadar ilahi senfoniydi sanki. Uzaktan saka kuşlarının sivri ve baskın ötüşleri ile bülbüllerin sesi, kimi zaman birbirine karışıp dururdu. Kargaların, sakaların, doğanların, şahinlerin atmacaların kanat süzerek, seyri seferine şahit olurduk, bazen de bıçkın bakışlarına takılırdık bir anda.

Uzun boylarıyla zirveden bakan köknar, ladinler, ulu çınarların uç noktalarında meltem rüzgarının, yavaş esen kıpırdanmalarının sonucunda ortaya çıkan hışırtıları, hafiften bir ıslık sesini andıran o hali, kulaklara ninni gibi gelir adeta. İbibikler öter, bülbüller naz eder her dem. Sevgiye hasret çeken, can  ya da canan gibi sanki.

Islak ve nemli toprağın bağrındaki halden beslenen, o yaban sarmaşıkları, kalın gövdeli ağaçların, yıllanmış kabuklarını özenle sarmışken, ilmek ilmek örmüş kilim gibi olmuştur her yan, o kaplayan sarmaşıkların örtüsüyle her yeşilin her çeşidini bir arada, her an görmek mümkündür. İlahi ressamın tablosunu yapa bilmekse oldukça zordur hani.

Satıh da ömürleri boyunca, zamanın seyrinde aheste düşen ve toplanan o iğne yaprakları ve defne, köknar, palamut gazelleri, sanki birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş halleriyle, yumuşacık bir doku kaplamıştır yüzeyi. Bastıkça narin ayaklarını bir dinginlik verir o hali bile insana.

Mis gibi kokan, sarı kır çiçekleri, kırmızı gelincikler, kekikler ile yosun ve mantar kokusu sarar her yanını, o canım Ilgaz ormanlarının oksijeni bol havasıyla birleşince, ayrı bir hoşluk olurdu.

  • Toprağın yağmur taneleriyle ıslanarak, nemlenmesiyle, ardından kızgın güneşin etkisiyle, ağaç kenarlarında boy gösteren, o kanlıca, saçaklı mantarlara rastlarız hemen de. Lezzet dünyasının baş tacıdır bilene. Odunun közüyle buluşunca, cızırtıları közün çıtırtıları arasına karışır, ayrı bir zevk bırakır ki damaklarda, değme gitsin.

Kimi yerlerde, ince parlak yapraklar arasında, kimi beyaz küçük çiçeklerinin gizeminde, o tüylü halleriyle henüz yeni çıkmış çağla, yeşil bademlere rastlarsınız. Narince koparılıp alındığında, tüylü dokusunu hemen de hissedersiniz. Yarı tatlı ve ekşi haliyle, diş kamaştıran tadıyla ne de güzel bir ilahi yiyecektir, arada bir mayhoşluğu buruşturur insanın suratını, lütfuna ermişlere de ayrı bir keyif verir vesselam.

Yükseklerden süzülüp gelen o berrak sular, kimi yerde kuytuları doldurur, küçük göletler oluştururken. Güneşin; o yüksek çeşitli ağaçların arasından sızan ışıklarının vurduğu, küçük su birikintilerinin üzerinden gelip, geçen ve yüzen börtü ve böceklerin dalgalandırmasıyla oluşan iç içe geçmiş, halkalar, oluşan tabii çemberler ve güneş ayrı bir tablo koyar ortaya.

Kimi yerde ise kabına sığmaz, minnacık halleriyle çağıldayarak akar gider, yerkürenin eğiminde. Gönülden duyanlara ilham verir, o şakırdayarak akan berrak suların sesi. İnsan ruhuna, başka bir keyif verir, kimi zaman titretir bedeni. Bir inilti ve hışırtı arasında küçük şelaleler karşılar birden sizi, akan su sesi ferahlık verir bedene, o ormanın sesiz ve sakin gizeminde.

  • Köylü dayımın kendi yöntemleriyle suyollarını tuttuğu, kurumuş ağaçtan yaptığı oluğu ve içinde kısmen biriken sular, kurtlar, kuşlar nasiplenir her an yüce dağımın Ilgaz'ın da. O hayrat pınarın suyu da şifadır içene, gerçek saf ve temiz, bakir bir sudur hele de, diller bayram eder adeta. İyi niyetle, ‘’ölmüşlerimizin canı’’ için diye başlanan bir pınardır genelde. Bizim insanımız öyle görmüştür, ecdadından bir damla suyun sevabının bilincindedir çünkü.

Gökyüzünün, güneşli havanın parlaklığı bazen sık ağaçlar arasında dahi görünmez. Gürdür; O bizim dağlarımızın ormanı, insanımızın gönlünün bolluğu ve zenginliği gibi. Heybetli duruşuna rağmen tevazu doludur, O dağlarındaki yüksekliği sakın ha sizi aldatmasın, gönlü, bereketi ise enginliklerle doludur. Bulutları delen dumanlı başı ise ne kadar yükseklerde olsa da, insan sevgisinin mütevazılığiyle, erdemliliği harmanlanmıştır özünde, köyü, obası, her zerre kasabası velhasıl bizim yörenin insanın.


Yüce dağın eteklerinde, kurulu bulunan köylerinde, bahara rağmen yinede duman tüter, tek tük virane kerpiçten yapılmış bacalarından. Köylerin etrafındaki yeşilliklerle bayram eder kuzular koyunlar, inekler, danalar. Sürülerinde kimi hayvanların boynuna takılmış, kılavuzluk yapanların zil ya da çıngırak sesleri, ta uzaklardan duyulur. Bir başka güzellik katar, günün sessizliğinde hissedilir Ilgaz'ın, Kurşunlu'nun eteklerinde.

Daha sürü gelmeden ya da görünmeden tepelerin ardından, kuzuların meleyişi, ineklerin böğürmesi gelir önceden. Bir bakarsın yorgun ve mecalsiz bir deri bir kemik kalmış eşek ve üstünde eğreti duran eğeri göze batar. Çoban köpeği keskin bakışıyla süzer etrafı. Kirpik altından hırçın gözleriyle, etrafa bakınıp durur oynak bedeniyle, dost mu düşman mı belli olmayan biri için havlayıp durur...

Yılların yorgunluğu ile oluşmuş nasırlı, yaba gibi eller arasında, kızılcık dalından yapılmış, sağı solu budaklı değneği ve yıllanmış ceketinin yan cebinde, arada bir üflediği yanık kavalı, saçları ağarmış, nevri dönmüş yorgun bakışlı, ayağında soğuk kuyu lastikleri,  eski küskü köşeli kasketi ile halinden biçare bir çoban karşılar bazen seni.

Azığını açıp baksan çıkısını içerisinde, ya yufka ekmeği, ya da bazlaması, Çankırı işi, öcük küpecik peyniri, bazen de bir baş soğanı vardır garibin. Arada bir "deheyttt!" diye bağıran hali, kimi zaman aldığı küçük taşlarla kışaladığı, hizaya soktuğu çeşit çeşit hayvanlarıyla ömür denilen zaman gelip geçer. Kaç dereler geçilir, kaç bucaklar aşılır. Ne bayırlar, ne düzler arşınlanmıştır, o soğuk kuyu lastiği ile kim bilir.

Omuzlarında çapalar, boyunlarında cemberlerle, gelinli, kızlı,  genç delikanlılarla önlü arkalı giderler, bağ,  bahçeler şenleniverir birden. Zaman canhıraş bir şekilde tava gelmiş toprakların ıslahı ve şekillenmesine hasret kalındığı zamandır. Alın teri dökülmeli, o ata yadigârı, şefkat bekleyen topraklar, şöyle adamakıllı mahsul versin hani. Aha da bizim çocukluk çağlarımızdaki gibi, her taraf dolsun taşsın ne var. Bolluk bereket görsün cümle âlem, dolsun ambarlar, diye iç geçiren halleri var gibi koca kurtların, aksakallıların gönlünde.

  • Meydanın kuytu, rüzgâr almayan köşelerinde çoktan kurulmuş olan sac ayaklar üzerindeki ekmek sacı iyiden iyiye ısınmaya başlamıştır. Şalvarlı, yaşmaklı köylü teyzemin sabah ezanında kalkıp yoğurduğu o tabii buğdayın unuyla, berrak suların karıldığı hamur çoktan dinlenip hazırdı bazlama olmaya. Gelin kınalı elleriyle, utangaç haliyle yardım ederken kaynanaya, güneş yeni düşmüştü kerpiçle, kötü yatı tahtayla çevrelenmiş avluya.  Hamarat ellerin emeğiyle, el yaslağıcında iyice yuvarlak hale gelmiş hamur, yıllanmış ve her yanı kararmış tavlı saçta, çoktan sağı solu kabarmaya başlamış bile. Ateşi ağır aksak halinin derdine geçen yazdan kalma tezekler yetişir birden. Yanmakta olan ateşin közünde, çısırtılar, çıtırtılar bile başka keyif verir anlayana, gönülden kulak verene. Gelin mutlu, kaynana umutlu, emeğin sevgiyle, muhabbetle karışmasının, ahlakla bezenmesinin, karşılıklı edep ve saygının harcıyla daha da anlamlı oluveriyor muş meğer hem de o yıllarda, bizim ellerde.
Ortalığı mis gibi kokan ekmeğin kokusu sarmışken, sabahın sessizliğini bozan ise, erkeksi tavrıyla ötüşen horozdan başkası değildi elbette. Bal arıları, kara kovanlarına türlü kır çiçeklerinden elde ettikleriyle çoktan ham maddelerini, taşımaya başlamışlardı. Kim bilir kadın çayırından, Kurşunlu, Çavundur, Çerkeş, Korgun, Ildızım ya da Alp sarı veya Ilgaz'ın doğu yamaçlarından mı, yüklerini sırtlayıp gelirler bilinmez. Bilinen tek şey ise; o civarın has ballarının, çam,  ve kekik kokan misler gibi hali ve ağızlardaki müthiş lezzetiyle mükemmelliğidir.

Tezcanlı analar, bacılar ayaklarında naylon lastiklerle, sürülerin bıraktığı mayıslara basmamak için sekerek geçilen su yolundan, köyün meydanındaki, gür akan pınarın başında çoktan yerini almışlardı bile. Kimilerinde yaşmaklı, kimilerinde atkılı, ağızları yüzleri sarılı utangaç halleri ile ellerinde bakraçlar ya da toprak testilerle, kimilerinde ise tahta oymalı kaplarla her gün coşarak akan pınar başında hem su doldurup hem de ucundan kıyısından hasbi hal ederlerdi hem de hadlerince.

Öyle kahkahalarla değil hani, töre vardı yerli yersiz gülüşmek, yüksek sesle konuşmak falan köy meydanında öyle hoş karşılanmazdı. Suna boylu, elma yanaklı köy kızları masum ve sakin halleriyle taş kadar ağırdı, olgun oturaklı köy terbiyesi almışlardı o vakitler.

Velhasıl geçti zaman, bunların hepsi geride kaldı, bir şiir gibi mısralarda, dilden dile dolaşan anılarda, hasret kokan türkülerle hep mazide kaldı. Kimileri sılayı terk edip ekmek kavgasıyla, ilinden, köyünden, obasından göçüp özlem ateşiyle yandı. Dağların, tepelerin varlığıyla, İndağ’ı, Korgun’u, Maruf'u, Çukurören'i, Ayan'ı  velhasıl her yanı güzel garip ilimizin hep mahzun kaldı.

Yanık bir kaval sesiyle karışık bir türkü duyulur, köyün her yanını doldurur. 

Hangi tepenin yükseğinden gelir kimse bilemezken, herkes kulak verir bu sese. Sanki bağrı yanık bir çobanın, kendine ait has sevdasıdır bu. Hiçte öyle değil; kaybolmuş gitmiş nice değerlerin özlemiyle dilden dile, gönülden gönle akan hüznün sesidir bilene. 

Kaynağı, söyleyeni belli değildir amma en güzel veciz haliyle, geçmişin güzelliklerini kahır dolu haliyle, ne de güzel anlatarak, tercüman olur anlamak isteyene.

Asr-ı gurbet harap etmiş köyümü

Bülbül göçmüş, baykuş konmuş gel hele

Ben ağayım, ben paşayım diyenler

Kapıları kitlemişler gel heleeeeee...